MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXI

“Âşık Hasan bu yolda sana yoldaştır, Mevlâna âşıka eşsiz bir baştır, Mevlâna sevgisi nefse savaştır, unutan yoksula umuttur Mevlâna.” Hasan Dede

Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç bir hâle geldi.

Dedi ki: “Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye karşı lütuflarda bulundun.

2080. Yetmiş yıldır isyân edip durdum. Benden bir gün bile ihsânını kesmedin.

Bugün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.”

Çengi omuzlayıp Tanrı’yı aramaya yola düştü; âh ederek Medîne mezarlığına doğru yollandı.

“Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o, kendisine karşı hâlis olan kalplere kerem ihsân eder” dedi.

Bir hayli çeng çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.

2085. Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da, çalgıcıyı da bırakıp sıçradı.

Saf bir âleme, can sahrâsına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.

Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı…

Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hâle gelir, bu ovanın bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.

Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yerdim.

2090. Felek sâkinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla lâtifeler ederdim.

Gözleri kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhânlar devşirirdim…

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir beyitinde buyurur ki: “Sonunda gayb âlemi gelir yetişir. Seni şu içinde yaşadığın suret âleminden çeker, çıkarır. Fakat, sen yine de bu yolda rahatça yürümen için, yürürken eteğini çekmen gerek. Çünkü yürüdüğün yol, âşıkların kanları ile bulanmıştır.”

Bu dünya yaşamında bazen sevinçlere, bazen de sıkıntılara düştük; çektiğimiz sıkıntıların sebebini gördük, ders aldık veya görsek de görmemezlikten geldik; dünya nimetleriyle oyalandık, çokça sevindik, aslımızdan uzaklaştık. Oysa dünya, gerek sevinçleriyle gerek sıkıntılarıyla bir imtihan yeri; bir diğer vech ile, o güzel Yaratıcı’nın kullarını Kendisine çekiş yeri… Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, bir şiirinde, “Önce gelin burada, bir kez soyunun arının. Sonra düşün yoluna, Hazreti Mevlâna’nın” diye söylediği üzere, bir arınma yeri.

“Dünya nedir? İmtihan yeri” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “Allah’ın kulunu imtihan edişi, o kula kendi hâlini bildirmek içindir. Kullar, yâni insanlar çocuk gibidirler; kendi hâllerini bilmezler. Kul bu imtihanı kazanırsa, yâni başına gelen felâketlerden ibret alabilirse, Allah’ın lütfuna mazhâr olur, zevke dalar; ibret alamazsa azâba düşer.

O kadar incedir ki bu yol, dünya varlıklarının hepsinden temizlenmen gerekir, hattâ evlâdının, eşinin, dostunun, akrabanın bile yeri yoktur orada. O, senin gönlünde kendisinden başka hiçbir varlığın olmasını istemez. Bu derece büyük bir sevgi ister bizlerden. Ancak bütün bunlar yerine geldiği zaman, O, gösterir yüzünü.

Evet, Allah’ı taşımak kolay değildir. Allah’ın gücüne, kuvvetine nâil olmak ağır bir iştir. Eğer ebedî bir yaşam istiyorsan, o zaman nefsini zorlayacaksın. Gülmek kolay, ağlamak zordur; ama o ‘Kudret’ için taklitsiz, riyâsız ağlamak lâzım. Ağlayan aşıkları ağlatan kudreti görebilseydik, o zaman derdi verenin dermân olduğunu bilebilirdik.”

Yunus Emre, selâm üzerine olsun, bakın bir menkîbede nasıl bir dil sarfediyor:

“Bir gece Yunus Emre bir mânâ (rüyâ) görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor.

Ona, ‘Burası cennet-i âlâdır’ diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…”

Kasîde:

“Maddî yönden sen fakirsin, fakirsin, fakir oğlu fakirsin ama, mânevî yönden, taşıdığın ilâhî emânet sebebiyle büyüksün, büyüksün, büyük oğlu büyüksün.

Ey şekle bürünmüş, beden elbisesini giymiş can! Sen kat kat tâlihsin. devletsin. Aslında sen ne topraktansın, ne suretsin, ne göktensin; sen ezelden, göklerin bile ötesinden gelmişsin. 

Sen o gizli ezel şehrindensin, varlığımızı da o gizli şehre çeker, götürürsün. Sen ne şey’e aldanırsın, ne de birinin özrünü kabul edersin. 

Sen baştanbaşa âb-ı hayatsın, baştanbaşa şekersin, şeker kamışısın. Herkese şükürsün, kurtuluşsun, ne mahmûrsun ne de mahmûrluk verirsin.

Değersiz, küçük bir kurda, bir böceğe ipekler, atlaslar dokutursun, sana hiç bir kimse ziyân vermez. Şükredersin, şükürlerde bulunursun. 

Yokluğa baktım da dertlerden, elemlerden kurtulmuş, senin aşk kanadınla uçan zerreler gördüm. 

Ateş seni görse, ateşliğini bırakır, erir, tatlı su olur. İnkâr eden seni görse, İnkârından kurtulur, mümin, inanan bir kişi olur.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLX

Çalgıcı hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu.

O, öyle bir çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hâllere düşüyorlardı.

2070. Gönül kuşu, onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.

Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, âcizlikten sinek avlamaya başladı.

Sırtı, küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer kuskununa döndü.

Onun cana can katan lâtif sesi, kart eşeğin sesine benzedi.

Zaten hangi hoş vardır ki nâhoş olmamıştır? Yâhut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.

2075. Ancak sûrun üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibâret olan yüce azîzlerin sesleri, bundan müstesnâdır; onların sesleri bâkîdir.

Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.

Her fikrin, her sesin kehribârı o gönüldür. İlhâm, vahîy ve sır lezzeti yine o gönülden ibârettir.

Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, sohbetlerinde birçok defa dile getirdiği bir şiiri vardır, şöyle seslenir:

“Az yaşa çok yaşa, âkibet bir gün gelecek başa. 

Bu dünya bir değirmen taşıdır, dâim döner. 

İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. 

Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile, 

Dünya durdukça yaşam sürer.”

Ve gençlik ve zaman hakkında, “Bozulmayan, çürümeyen ve rengi değişmeyen, daima genç ve ter ü taze olan bir şey varsa, o da Allah’tır” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Bir dost dedi ki: Ali’den başka genç yoktur. Çünkü vasî ve velî olan O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç değildir. Genç dediğin, Hakk’la konuşan olandır… Bu, çok yerinde söylenmiş bir sözdür. Allah’tan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir. 

Peygamber Efendimize bir soru sordular: ‘Yâ Resulallah, kâinat henüz yaratılmamışken Allah ne idi ve nerede idi?’ 

Peygamber Efendimiz cevap olarak şöyle buyurdu: ‘Allah vardı ve bu kâinat henüz ortada yokken yine vardı; kâinat yaratılmamışken bile onu gören ve bilen bir Allah vardı.’ 

Cenâb-ı Ali Keremallahu Veche Efendimiz de, ‘Aynen şu anda da böyledir’ dedi. 

Allah dışında hiçbir varlık yoktur. Bizden de dile gelen kendisidir. Allah, her zaman kemâlatıyla çıkar, olgunluğuyla çıkar ve kiminle dile gelir? Bir insan-ı kâmille dile gelir. 

Bu kâinat henüz yok iken Allah vardı. Kâinatı yarattı ve o kâinatta yine kendisi vardı; yâni insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı, insan gözüyle bütün yarattıklarını seyredip, isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Allah, her zaman vardı ve varolmaya devam edecek. Kâinat, O’nunla var oldu. Bu kâinat insansız ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz.”

Kâinat her gün kendisini yeniler durur. Fakat aşka gelince; âşıkta zaman mevhûmu yoktur. Çünkü âşık kendinden geçmiştir, onun her zerresini iman ettiği yer, yâni sevgilisi sarmıştır. Onun için gündüz olmuş, gece olmuş farketmez, her anında her nefesinde sevgilisiyle birliktedir. Sevgilisiyle öyle güzelliklere dalmıştır ki, bir an dahî o güzelliklerin dışına çıkmak istemez. İsmi âşıktır, fakat mâşukta yokolup gitmiştir. Aslında gönül âleminde ne âşık vardır ne mâşuk, sadece aşk vardır. Aşk ise ölümsüzdür, dâima gençtir.

Hazreti Muhammed Efendimizin mîracını örnek verecek olursak; Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, mîraçtan indikten sonra, ona “Allah’ı nasıl gördün?” diye sordular; Hazreti Peygamber Efendimiz, “Allah’ı nâmütenâhi bir güzellikte, şâbb-i emred sıfatında, yâni genç bir çocuk sıfatında gördüm; yaşı onyedi idi” diye cevap vermiştir.

‘Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.’

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, şöyle der: “Genç ve ter ü taze tâlihe Pîr adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pîrdir ki ibtidâsı yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esâsen kuvvetlidir, hele ‘Min ledün’ şarabı olursa…”

Kasîde:

“Şu anda öyle mestim, öyle kendimden geçmişim ki, Havvâ’yı Âdem’den ayırdedemiyorum. 

Deniz, benim coşkunluğumdan dalgalandı, köpürdü. Dünya, beni mest bir hâlde görünce o da mest oldu. 

İçtiğim şarap nasıl bir şaraptır ki, cellat onu içince mest olmuş, kendinden geçmiş, insan başı kesemez olmuş da dünya artık yastan, mâtemden kurtulmuş. 

Bu şarap haram değildir. Helâl içinde helâldir. Helâlin ta kendisidir. Allah küpünden verilen şarap haram olamaz. 

İhtiyar felek, bu genç şaraptan içseydi beli bükülmezdi. 

Eğer yeryüzü bu şaraptan içseydi, bulutlardan yağmur dilenmezdi. 

Eğer dünyada sır saklayan mahrem bir dost bulunsaydı, akılsız gönül, bu sırrı ona açıklardı. 

Eğer ayağınız sağlam olsaydı, bu şarap sizi balçıktan çeker, çıkarırdı.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLIX

Sıddıkâ’nın -Tanrı ondan razı olsun- “Bugünkü yağmurun sırrı neydi?” diye sorması.

Sıddıkâ’nın aşkı coşup edebe riâyetle Peygamber’e sordu:

“Ey şu varlığın hülâsâsı, vücudun zübdesi! Bugünkü yağmurun hikmeti neydi?

Bu yağmur, rahmet yağmurlarından mıydı, yoksa tehdit için mi yağıyordu, pek yüce, pek azâmetli Tanrı’nın adâletinden miydi?

Bu yağmur, bahara ait lütuflardan mıydı, yoksa âfetlerle dolu güz yağmuru muydu?”

2060. Peygamber dedi ki: “Bu yağmur musîbetler yüzünden insanın gönlüne çöken gamı yatıştırmak için yağıyordu.”

Eğer âdemoğlu, o keder ateşi içinde kalıp duraydı ziyâdesiyle harâb olur, eksikliğe düşerdi.

O anda bu dünya harâb olurdu, insanların içlerinde hırs kalmazdı.

Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir.

Akıllılık o âlemdendir, gâlib gelirse bu âlem alçalır.

2065. Akıllılık güneştir, hırs ise buzdur. Akıllılık sudur, bu âlem kirdir.

Dünyada hırs ve hased kükremesin diye o âlemden akıllılık, ancak sızar, sızıntı hâlinde gelir.

Gayb âleminden çok sızarsa bu dünyada ne hüner kalır, ne de ayıp.

Bu bahsin sonu yoktur. Başlamış olduğun söze dön, tekrar çalgıcının hikâyesine devam et!

Hasan Dedemiz, selâm olsun üzerine, şöyle bir menkîbe dile getirir:

“Bir gün Hazreti Musa çıkıyor Tûr-i Sînâ’ya, Allah’a niyâz ediyor, ‘Allah’ım sen benim ümmetimin umutlarını al.’ Cenâb-ı Allah, Hazreti Musa’nın bu niyâzını kabul ediyor ve Hazreti Musa ertesi gün uyandığında bir de bakıyor ki, tüm halk mezarlarını kazmışlar, hepsi kendi mezarının başında oturmakta, ölümü beklemekte. Hazreti Musa bunu görünce telaşlanıyor, hemen koşuyor Tûr-i Sînâ’ya, yalvarıyor Allah’a, ‘Allah’ım’ diyor, ‘senden niyâzda bulunmuştum, ümmetimin umutlarını al, demiştim; ama gördüm ki bütün halk umutsuzluk içinde akıllarını kaybetmişler. Hepsi mezarlarını kazmış, mezarları başında oturuyorlar, hiçbiri çalışmıyor, hepsi birân evvel sana gelmek için ölümü bekliyorlar. İyisi mi sen tekrar ümmetimin umutlarını geri ver.’

Ertesi sabah Hazreti Musa uyandığında görüyor ki, bütün halk tekrar işe güce koyulmuş, hepsi bir umut peşine düşmüş. Musa bunu görünce rahatlıyor, ‘Allah’ım’ diyor, ‘senin her işin yerli yerindedir.’”

‘Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir.’

Aslında dinimizde her şeyin ortasını bulmak daha makbûldür. Zîrâ çalışmak da ibâdetten sayılır, çünkü çalışan insanın hem kendisine hem de çevresine faydası dokunur. Önemli olan, bizlere bahşedilmiş olan ömrümüzde, dünya üzerinde yürürken, dünyayı gönüle koymamaktır. Asıl gaflet insanın kendi içindeki kudretten, yâni içindeki Rabbinden haberdâr olmamasıdır. 

Yine Hasan Dede’den bir menkîbe dile getireyim:

“Hasan-ı Basrî, çok çalışkan. Hep Peygamber Efendimizin meclisinde bulunuyor. Kardeşi ise beş vakit namazla meşgul oluyor, çalışmıyor. Hasan-ı Basrî hem kardeşine bakıyor, hem kardeşinin çocuklarına bakıyor ve çok da üstü başı temiz geliyor meclise. 

Hazreti Ali Efendimizle de çok dostlukları vardı. Tasavvufun Pîri Hazreti Ali Efendimizdir, Hasan-ı Basrî de ikinci Pîr sayılır.

Hasan-ı Basrî düşünmüş taşınmış, ben çalışıyorum bu kadar demiş, ölüm var, ölüp gideceğim, hayatım hep dünyalıkla geçiyor, âhireti kaybedeceğim. Ben de bırakayım işi, kardeşimin havasına gireyim, beş vakit namaz kılayım. Başlamış bütün gününü ibâdetle geçirmeye. 

İyi ama, şimdi kardeşini de aç bırakıyor, çalışmıyor ya gönderemiyor dünyalık oraya. Sonra geliyor meclise, üstü başı tozlu, eski.

Hazreti Resulallah soruyor, ‘Hasan-ı Basrî, bu hâlin nedir?’

‘Düşündüm taşındım kardeşimi daha haklı gördüm, bıraktım işi, ibâdetle meşgul oluyorum yâ Resulallah.’

Peygamber Efendimiz, ‘Derhâl’ diyor, ‘işine sarıl, ibâdetle uğraşma. Senin işin, çalışman da ibâdet sayılır, çünkü senin kazancından çok kişi faydalanıyor. O faydalanan kişiler daima sana Allah’tan rıza kılıyorlar.’

Hazreti Resulallah Efendimiz, Hasan-ı Basrî’yi böyle tekrar işe yönlendirmiştir. Çünkü çalışmak her şeyin üstündedir, her şeyin üstünde. Eğer çalışmak her şeyin üstünde olmasaydı, Peygamber Efendimizin bir adı da Muhammed Cabbar olmazdı. Cabbar ne demektir? Çalışkan…

Elin dünyada olacak, ama dünyayı gönlüne koymacaksın. Kazandıklarınla da yine insanlara hizmete çıkacaksın. Çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmak bunu gerektirir. O demiştir: ‘Benim dinim ahlâktır. Bir insan hiçbir ilme sahip olmasa bile, insan toplumu için yararlı fikirler üretirse, bu kişi ahlâk sahibidir, bendendir. Bir kişi de ne kadar bilgi sahibi olursa olsun insanlığı ikiliğe, fesada, kavgaya sürüklerse, o benden değildir…’ 

İnsan, bu âlemde Allah’ın halîfesidir. Allah, insana bu kadar güzellikler verdi, hatta kendisini de verdi. Dünyayı insanın ayakları altına serdi. O hâlde bizlerin vazîfesi Hakk’a lâyık bir yaşam sürmeye gayret ederek, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmak olmalıdır.”

Kasîde:

“Neşeyle sözleştik, neşe benim olacaktır. Sevgiliyle sözleştik, sevgili de benim olacaktır. 

Padişah bana, kendi eliyle yazılmış bir fermân verdi. Baht baht oldukça, taht da taht oldukça o benim padişahım olacak. 

Ayık da olsam, mest de olsam, ondan başkası benim elimden tutmayacaktır. Ben, kazayla elimi yaralarsam, ancak o bana dermân olacaktır. 

Kederin, düşüncenin haddine mi düşmüştür ki, benim şehrimin çevresinde dönüp dolaşsın; hakanım o oldukça kim benim mülkümü, saltanâtımı elimden almaya kalkışır. 

Ayın cübbesini yırtarım, padişahın kadehini dökerim, yırtıp döktüğümü bana ödetmeye kalkışırsa, o benim yerime öder. 

Ne sevinilecek şeydir ki, o her yerde hazır ve nâzırdır. Güzel koruyucudur, hoş yardım edicidir. Yarattığı şeylerde, delil olarak kendi varlığını, birliğini, gücünü, kudretini, sanatını gösterdikçe, ben onu inkâr edenleri kolaylıkla yola getiririm. 

Dünyada bir can vardır ki, o şekle bürünmekten utanmada, çekinmededir. Ama insan şekline bürünmede, benim insanım olmada, benim tanıdığım ilâhî sanatlara hâiz ‘insan-ı kâmil’ şekline bürünmede.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLVIII

“Bahar serinliğini ganîmet bilip istifâde edin. Çünkü o, ağaçlarınıza ne yaparsa bedenlerinize de onu yapar” hadîsinin mânâsı.

Peygamber, “Dostlar, bahar serinliğinden sakın vücudunuzu örtmeyin.

Çünkü bahar rüzgârı, ağaçlara nasıl tesîr ederse sizin hayatınıza da öyle tesîr eder.

Fakat güz serinliğinden kaçının. Çünkü o, bağa ve çubuklara ne yaparsa sizin vücudunuza da onu yapar” dedi.

2045. Bu hadîsi rivâyet edenler, zâhirî mânâsını vermişler ve yalnız zâhirî mânâsıyla kanaat etmişlerdir.

Onların, hâlden haberleri yoktur. Dağı görmüşler de dağdaki mâdeni görmemişlerdir.

Tanrı’ya göre güz, nefs ve hevâdır. Akılla cansa baharın ebedîliğinin ta kendisidir.

Eğer senin gizli ve cüzî bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara!

Senin cüzî aklın, onun küllî aklı yüzünden küllî olur. Çünkü aklı küll, nefse zincir gibidir.

2050. Binâenâleyh hadîsin mânâsı tevîlle şöyle olur: Pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.

Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme, çünkü o sözler, dirinin zâhiridir.

Sıcak da söylese, soğuk da söylese hoş gör ki sıcaktan, soğuktan ve cehennem azâbından kurtulasın.

Onun sıcağı, hayatın ilkbaharıdır. Doğruluğun, yakînin ve kulluğun sermâyesidir.

Çünkü can bahçeleri, onun sözüyle diridir. Gönül denizi, bu cevherlerle doludur.

2055. Eğer gönlün bahçesinden cüzî bir zevk ve hâl eksilse aklı başında olan kişinin gönlünü, binlerce gam kaplar.

Makalât’ta, “Mevlâna’da, ledûn ilminden sözler vardır… Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhâmı olan bir hâlim vardır. Birini sözle terbiye edersem kendi benliğinden kurtulur, daha fazla ilerler” diye buyuran Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, Mevlâna’yı sayısız sefer imtihana tutmuştur. Hattâ belki, Mevlâna’nın gönlüne hoş gelmeyecek sözler de sarfetmiştir. Fakat Şems her ne söylerse söylesin, her nasıl söylerse söylesin, Mevlâna, Şems’ten yüz çevirmemiştir ve, “Şems’i niye bu kadar büyütüyorsun, putlaştırıyorsun? Dinde insanı putlaştırma yoktur” dediklerinde Mevlâna, “Şükürler olsun o puta! O put olmasaydı, bu güzelliklere kavuşamazdım. Allah’ın nurunu o putta gördüm” diye cevap vermiştir. Çünkü Mevlâna, Tanrı’yı Şems’de görmüş ve bir an dahî Şems’in dışına çıkmamıştır ve bu yüzden hep korkusuz konuşmuştur.

Hazreti Şems, yine Makalât’ta, kemâl mertebesinin tamamen lütuftan ibâret olmadığını şöyle izâh eder: “Bir alay öğrencilerim vardı, onlara sevgi ve öğüt verme yolu ile ağır sözler söylüyordum. O zaman, biz onun çocuklarıyız, o size sövmüyor, ama belki de sevdalıdır, diyorlardı. Benim de onlara karşı beslediğim sevgi azalıyordu. Çok kuvvetli bir ihtimalle, Allah’ın has kulları onlardı… Bazı şeyler var ki, söyleyemem. Bunların üçte birini söylesem işi büyütür, falan adam hep lütuftur, safî lütuftur, derler. Sanırlar ki, kemâl mertebesi hep lütuf hâlinde olmaktır. Hâlbuki iş öyle değildir. Hep lütuftan ibâret olan kimse eksiktir. Hattâ Allah hakkında da safî lütuftur demek yaraşmaz. Çünkü ondan kahır sıfatını kaldırmış olursun. Belki hem lütuf gerektir hem kahır, işte bu sıfatlar tam yerli yerinde olmalı. Bilgisizler için kahır da, lütuf da lâzımdır. Ancak yersiz, yolsuz olmamalı.”

Mürşid-i kâmillerin, Allah’ın ruhânî hekimleri olduğunu söyleyen Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle buyurur: “Mevlana, ‘Hayalî Allah’ı sevmek kolay, Allah’ın elçisini sevmek zordur’ der. Peki elçiyi sevmek neden zor? Çünkü Hakk insan suretine bürünmüş, elçi sıfatına girmiştir. Oradan yüzünü gösterir, senin ne yaptığını görüp ikâz eder. O, ikâz eden Allah’tır, ondan gören Allah’tır. Seni menfaatsiz seven, doğruluğa kavuşturan O’dur. Elçi, tebliğ eder, reçete verir. Tanrı’ya yakın olmak için bunları uygula, der. Onları yapmak kişinin işine gelmediğinden uygulamak istemez, oraya kulak asmaz, nefsini sever, nefsinde yaşar, bu yüzden sonunu getiremez. Ama burası boşluk kabul etmez. Tövbe kapısı, ikrârdan sonra kapanmıştır. Bu ne kadar zahmetli bir yol ise de, bilin ki sonu rahmettir.”

Kasîde:

“Yaşayışın rahatı, huzuru o güzelle beraber bulunmadadır. Ondan ayrı düşersen, o güzel rahatı da, huzuru da alır götürür. Sen de rahattan ve huzurdan ayrı düşersin. 

Senin sevgin eteğimi tutmuş da bana diyor ki: ‘Benim bu sevgim, o sevgilinin sevgisinden; aslında bu sevgi benim sevgim değil, gerçek sevgilinin sevgisidir.’ Sana bu sevgiyi lütfettiği için ona şükret! 

Yeni yeni ateşlere düşen, yanan yakılan benim, artık o eski dostlarla ne alış verişim var? Gönlüm de sevgilinin canı gibi kararsız bir hâlde feryâd edip duruyor. 

Can, aşktan kendisinin de yaralı olduğunu, gönlüne diken battığını bilmez de sevdiği hâlde seni hırpalar, yaralar, onu hoş gör! Çünkü o da bir aşk hastasıdır. 

Sen aşk ırmağına dalmışsın, orada bulunan, kendisini göstermeyen gizli bir diken seni yaralamaktadır.

Sen o dikenden kaç, güle git, gül bahçesine git! Gül de, gül bahçesi de Tebrizli Şems’in gönlündedir. Çünkü Tebrizli Şems baştanbaşa bir bahardır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLVII

Hâkim Senaî’nin “Can elinde cihan göklerine iş buyuran gökler var. Can yolunda nice inişler, nice yokuşlar, nice yüksek dağlar ve denizler var” beyitlerinin tefsîri.

Gayb âleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi vardır.

Fakat o, ancak havassa görünür, diğerleri “Öldükten sonra tekrar yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler.”

Yağmur vardır, âlemi beslemek için yağar. Yağmur vardır âlemi perişan etmek için yağar.

Bahar yağmurlarının faydası, şaşılacak bir derecededir. Güz yağmuruysa, bağa sıtma gibidir.

2035. Bahar yağmuru, bağı nâz ü nâim ile besler, yetiştirir. Güz yağmuruysa bozar, sarartır.

Kış, yel ve güneş de böyledir; bunların tesîrleri de zamana göre ve ayrı ayrıdır. Bunu böyle bil, ipin ucunu yakala!

Tıpkı bunun gibi gayb âleminde de bu çeşitlilik vardır. Bazısı zararlıdır, bazısı faydalı. Bazı yağmurlar berekettir, bazıları ziyân.

Abdalın bu nefesi de işte o bahardandır. Canda ve gönülde bu nefes yüzünden yüzlerce güzel şeyler biter.

Onların nefesleri, tâlihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı tesîri yapar.

2040. Fakat bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı ayıplama!

Rüzgâr, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesîrini candan kabul etti.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Müminler ölmez, bir evden bir eve taşınır.” 

Evden maksat vücutlardır. Mümin, Allah’ın isimlerindendir. Velhâsıl, kimliğini bulmuş olan iman sahipleri, gün gelir bu vücuttan çıkar, başka bir vücutta varlığını gösterir ve yine oradan Allah’ı dile getirmeye devam eder.

Onların sözleri, Yüce Pîrimizin buyurduğu üzere, bahar yağmuru gibidir; yağdığı gönüllere hayat bağışlar.

Fakat kendini bilmeyen, Allah’ı kendinde bulamamış kişilerin de sözleri, güz yağmuru gibidir, gönülleri diriltmek bir yana, akılları da mahveder.

Bakın Yunus Emre, selâm üzerine olsun, bizlere nasıl bir seslenişte bulunur: 

“Ey yârenler işidin: Aşk bir güneşe benzer! 

Âşık olmayan gönül, misâl-i taşa benzer. 

Taş gönülde ne biter, dilinde ağû tüter. 

Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer. 

Aşkı olan gönül yanar, yumuşanır muma döner. 

Taş gönüller, kararmış, sarp, katı kışa benzer. 

Ol Sultan kapısında, Hazretin tapusunda, 

Âşıkların yıldızı, her dem çavuşa benzer. 

Geç Yunus endişeden, gerekse bu pişeden, 

Ere aşk gerek önce, sonra dervişe benzer…”

Hasan Dedemiz, selâm üzerine olsun, çok güzel söyler: “Cenneti görmek isterseniz, bahar ile yaza bakın. Bahar, yazı müjdeler. Âşıkların dilinden sevgi, birlik, coşku dile geldiği için onların muhabbetlerinin sureti bahar ile yaz mevsimi gibidir, cenneti andırır. Çünkü aşıklar hep Sevgiliden konuşurlar. Küfürbâzların da sohbeti sonbahar ile kışa benzer, cehennemi andırır. Çünkü onlar da hep dünyadan konuşurlar. 

Bu âlemde herkes sevgisini nereye vermişse, oradan dil döker ve öldükten sonra oraya gider. Birbirlerini büyük bir imanla sevenler, öldükten sonra yine birbirleriyle buluşurlar. Fakat kim sevgisinde sahî değilse, dili ile söylemiş ama kalbinde sevgilisine yer vermemişse, o kişinin gideceği yer, yalancılar mahallesidir. Doğru olan budur, kim bunun aksini söylerse yalan söylemiş olur.”

Mevlâna’mız da, selâm olsun üzerine, buyurur der ki: “Diken ekersen, gül devşiririm mi dersin? Gül dikmezsen, hiçbir fidan gül vermez sana. Dereler buğdaydır âdetâ, bu dünya ise değirmen; fakat değirmene kerpiç götürürsen ancak toprak elde edersin.”

‘Bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı ayıplama! Rüzgâr, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesîrini candan kabul etti.’

Kasîde:

“Sen, hem mumsun, eriyorsun, yanıyorsun, ağlıyorsun ama, çevreni aydınlatıyorsun! Sen, hem gönül alıcı bir güzelsin, hem de güzelliğin ile insanları sarhoş eden bir şarapsın, kış ortasında bir bahar gibisin! 

Her taraf, aşkından yanmış yakılmış; güneş ve güneş gibi yüzbinlerce varlık da, senin ateşinle yanmış, kül olmuş! 

Senin ateşin, dâima kuru kamışlara düşer ve onları cayır cayır yakar! Şeker bu hâli görmüş de, senin ateşinle yanmak arzusu ile gelip kamışın içine girmiş, gizlenmiş!

Aşkın ile, yüzbinlerce kişinin başını kestin! Hiçbir can, cesaret edip de ‘Hey! beni niye kesiyorsun, ben ne suç işledim?’ diyemedi! 

İnsanın aşkını artırarak, onu Hakk’a ulaştırmayan bilgiden beter işkence yoktur! ‘İyi, kötü’ diye insanları ayıranlara, ayrı görenlere yazıklar olsun! 

Mısır’daki kadınlar, Yusuf Aleyhisselâmın güzelliğini gördüler de, kendilerinden geçtiler, ellerini doğradılar ve; ‘Of!’ bile diyemediler! 

Mîraç gecesinde Peygamber Efendimiz, ilâhî aşk ile kendinden geçti de yüzbinlerce yıllık yolu aşıverdi! 

Ey Tebrizli Şems; sen de bizi aşkla yok et! Çünkü, sen bir güneşsin; biz de gölgeleriz!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLVI

“Ayağının tozuna cihanı verseler, almam yâ Resûlallah. Saçının bir teline, yedi kat göğü değişmem yâ Resûlallah. Senin teşrîfinin, tertemiz sulbünden geleceğini duyunca Hazreti Âdem; bir habbeye, cennetleri değişti yâ Resûlallah.” Şems-i Tebrizî

Peygamber, mezarlıktan dönünce Sıddıkâ’nın yanına giderek konuşup görüşmeye başladı.

Sıddıkâ’nın gözü, Peygamber’in yüzüne ilişince önüne gelip elini onun üstüne,

2025. Sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.

Peygamber, “Böyle acele acele ne arıyorsun?” dedi. Ayşe, “Bugün hava bulutluydu, yağmur yağdı.

Elbisende yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki üstünü, başını yağmurdan ıslanmamış görmekteyim” dedi.

Peygamber, “O sırada başına ne örtmüştün, baş örtün neydi?” diye sordu. Ayşe, “Senin ridânı başıma örtmüştüm” dedi.

Peygamber dedi ki: “Ey yeni yakası tertemiz hâtun! Tanrı onun için temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.”

2030. O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka bir göktendir.

Ridâ, hırka demektir ve dervişliğin sembolüdür ki, Yüce Pîr Mevlâna’nın, “Bir an derviş ol! Dervişlik hırkasına bürün de gönülleri diri olan velîleri gör. O zaman üstündeki atlas elbiseleri atarsın da bizimle beraber hırka giyersin. Tohum yere düşünce, toprak da canlanır; biter, boy atar, bir fidan olur. Bu remzi, bu ince sözü anlarsan, sen de bize uyarsın, sen de gururu, benliği bırakır, bizimle beraber yerlere düşer, topraklara karışırsın” diye buyurduğu üzere, yokluğa bürünmek mânâsına gelir.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde, Hazreti Muhammed Efendimize şöyle hitâb eder: “O, öyle bir varlıktır ki, varlığının güneşi balçık doğusundan doğmadan önce ışığının parıltıları sabah gibi âlemi nura gark etmişti.” 

Bir menkîbede, “El fakru fahrî” hitâbının mazhârı Hazreti Muhammed Efendimizin henüz çocuk yaşlarındayken gösterdiği yüce keremleri şöyle anlatılır:

Kâinatın nuru, iki cihanın serveri Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun, henüz peygamber değilken, daha çocuk yaşlarında iken, Mekke’de bir kıtlık meydana gelmişti. 

Halk, “Birisi gerek ki rahmet kapısının halkasını oynatsın, kazâ ve kader kapısını çalsın ki, üzerimizden bu felâket kalksın, bu kıtlık halkın tozunu savurdu, ne hayvan kaldı, ne bitki, ne de insan. Yaşayış bitmek tükenmek üzere, ne yapalım, ne edelim?” diye Abdülmuttalib’in kapısına gelmişti. 

Abdülmuttalib, selâm olsun üzerine, onlara, “Benim ne gökyüzüne yüz tutup yalvaracak yüzüm var, ne de yeryüzüne” diye cevap verdi ve “Ancak Muhammed’in alnında öyle bir nur parlamaktadır ki, O’nu getirin de O’nun hürmetine Tanrı’ya dua edelim, dileğimizi dileyelim. Belki o zaman O’nun yüzü hürmetine Allah’ın rahmetine nâil olur da bu dertten kurtuluruz” diye seslendi. 

Bu söz üzerine Hazreti Muhammed’i getirdiler. Abdülmuttalib, O’nu görünce ayağa kalktı, O’nu alıp bağrına bastı, şefkatle okşadı, dizlerine oturttu ve sonra O’nun alnında parlamakta olan nuru öperek, “Yâ Rabbi” dedi, “Bu senin kulun Muhammed’dir” diye devam etti fakat kendisini tutamayarak ağlamaya başladı. 

Hazreti Muhammed, nurlu yüzünü gökyüzüne çevirerek nazâr edince, lütuf padişahı merhamete geldi. Rahmet denizi coşup köpürdü. Yerden bir dumandır koptu ve göğe ağdı. Bulutun yüzüne vardı ve yağmur yağmaya başladı. Çevredeki bütün kuyular, çukurlar doldu. Bitkiler suya kandı. Ölmüş âlem dirildi. O’nun kutlu zâtı yüzünden, puta tapan inkârcılar da belâdan kurtuldular. 

Bu kıyâmet şefaatçisi henüz çocuk yaşta rahmet denizini böylesine coşturuyorsa, şefaat kemerini beline kuşanıp şefaate girişince o sonu olmayan, sınırları bulunmayan rahmet nasıl olur da iman edenleri dertte, belâda bırakır!..

Gönüllerimizin nuru Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bakın bir şiirinde Hazreti Muhammed Efendimize nasıl bir seslenişte bulunuyor…

“İki cihanın serveri, kâinatın nuru, 

Nebîler nebîsi, âhir zaman Nebî’si, Sensin yâ Resûlallah… 

Duydum Seni bilmeyenlere bile, hayatsın yâ Resûlallah… 

İki cihanda mücrime, berâtsın yâ Resûlallah… 

Vücudun eşref-i mahlûktur, çünkü levlâke levlâksın, 

Hem herşeyin evvelisin, hem mûcib-i eflaksın, 

Hem ‘El fakru fahrî’ dedin, hem Hakk’ler içre Hakk’sın, 

Anlaşılmaz bir muamma suretsin yâ Resûlallah… 

Sendedir cümle vâridat, hem Sendedir feyzi necât, 

Sen şefaatkânîsin, Sensin âlemlere hayat, 

Seni seven aşıklara, hiç erer mi mevt u memât, 

Onlar için bir mücellâ mîraçsın yâ Resûlallah… 

Eşin yok ins ü melekte, hep felekler hayran Sana, 

Yedinci kat gökler oldu, serbeser seyrân Sana, 

Şu aşıklar eylemez mi, canlarını kurban Sana, 

Önlerinde bir emsâlsiz sırâtsın yâ Resûlallah… 

Sen mahrûm etme, şefaat kıl bu zayıf ümmetine, 

Çünkü aldanıp kaldık biz, bu dünya zinnetine, 

Dede der, cüdâ etme, Ehlibeyt’in hürmetine, 

Sen maksûd-u muradsın, yâ Resûlallah…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLV

Ayşe’nin -Tanrı ondan razı olsun- Mustafa sallallahu aleyhi veselleme “Bugün yağmur yağdı. Sen mezarlığa gittiğin hâlde niçin elbisen ıslak değil?” diye sorması.

Mustafa, bir gün, dostlarından birinin cenazesiyle ve dostlarla mezarlığa gitti.

Onun mezarına toprak doldurdu, tohumunu yer altında diriltti.

2010. Bu ağaçlar, toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan çıkarıp,

Halka doğru yüz türlü işaretlerde bulunurlar; duyana söz söylerim.

Yeşil dilleriyle, uzun elleriyle toprağın içindeki sırları anlatırlar.

Kazlar gibi başlarını su içine çekmişler… Karga gibiyken tavus hâline gelmişlerdir.

Tanrı, onları kış vakti hapsetmişse de baharda o kargaları tavus hâline getirir.

2015. Kışın onlara ölüm vermişse de bahar yüzünden yine diriltip yapraklandırır, yeşertir.

Münkîrler der ki: “Eskiden beri olagelmiş bir şey. Neden bunu kerem sahibi Tanrı’ya isnâd edelim?”

Onların körlüğüne rağmen Tanrı, dostların gönüllerinde bağlar, bahçeler bitirmiştir.

Gönülde kokan her gül, küllün sırlarından bahisler açar.

Onların kokuları, münkîrlerin burunlarını yere sürtmek için perdeleri yırtarak dünyanın etrafını dönüp dolaşırlar.

2020. Münkîrler, o gönül kokusuna karşı kara böcek gibidirler; dayanamzlar. Yâhut davul sesine tahammül edemeyen beyni zayıf kimseye benzerler.

Kendilerini meşgul ve müstağrak gösterirler. Şimşek parıltısından gözlerini yumarlar.

Göz yumarlar ama, onların bulundukları makâmdaki göz, zaten göz değildir ki. Göz odur ki bir sığınak görsün.

İnsan, kâinattır; kâinat da insan. Ne varsa âlemde, hepsi insanda vardır.

Bir gün Hazreti Mevlâna’ya sordular: “Allah ne kadar büyüktür?” 

Mevlâna, selâm olsun üzerine, şu cevabı verdi: “Allah, insanın boyu kadar büyüktür!” 

Herkes şaşkınlık içerisinde, “Aman yâ Mevlâna, sen insanın Hakk olduğunu mu söylüyorsun?” 

İşte Mevlâna buyurdu, dedi ki: “Evet, insanın Hakk olduğunu söylüyorum. Çünkü insan olmasaydı, Allah bilinmeyecekti, Allah’ın güzellikleri de dile gelemeyecekti.”

Bir yerde yine şöyle der Mevlâna: “Ben insanı anlatmaya kalksam, kıyâmete kadar anlatamam.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de de, “Varlığımızın delillerini, kâinattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53) diye buyrulmuştur.

Mürşid-i kâmiller, insanı insana söylerler ve müridlerine insanlık tohumu ekerler. Onların sözleri, hoş nefesleri insanı diriltir, can verir. Tohum toprağa ekildiğinde iyi bakılırsa, gün gelir o tohumdan çok güzel bir suret doğar.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, insanın güzelliği hakkında şöyle bir sır verir: “Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu âlemde, Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır. Cenâb-ı Allah buyurur, der ki: ‘Ben insanı en güzel surette yarattım.’ Allah’ın cemâline en yakın olan, insan yüzüdür. Hiçbir şeye benzemez, ama her şeye benzer. 

Hakîkatte insanın cemâlinde Ehlibeyt vardır. Kulaklar, Hazreti Muhammed Efendimizi temsil eder; gözler, İmam Hasan ve İmam Hüseyin Efendilerimizi; burun, İmam Ali Efendimizi; ağız ise Hazreti Fatma Annemizi temsil eder.

İnsan, çok mukaddes bir varlıktır. Fakat malesef insanların çoğu kayıplardadır. Çünkü kimliksiz yaşamaktadırlar. Her zaman bir mürşid-i kâmile yüz tutmaları gerek ki, ondan insanın kim olduğunu, insanın nasıl bir varlık olduğunu öğrensinler, kimliklerini bulsunlar. 

Bir gün Mevlâna’ya bir soru soruyorlar: ‘Yâ Hüdâvendigâr Mevlâna, sen müridlerine nasıl bir mükâfatta bulunuyorsun? Hizmetlerine karşılık onlara ne mükâfat veriyorsun?’ İşte Mevlâna’nın, bu soruya verdiği cevap: ‘Tanrı’lık..!’ İnsan bundan daha güzel, daha büyük bir mükâfat daha bulabilir mi? Bulamaz…”

Kasîde:

“Kıyâmet davulunu çaldılar, mahşer sûrunu, yeniden dirilme sûrunu üflediler. Ey ölüler! Vaad edilen yeniden dirilip kalkma vakti geldi. ‘Kabirdekiler dirildiler çıktılar, gönüllerindekiler açığa çıktı’ âyeti bilindi. Sur sesi geldi. Can da maksadına erişti. 

Dün gece, gökyüzünde parlayıp duran yıldızlardan bir gürültü duyulmuştu. Neşeli bir ses şöyle haykırıyordu; ‘Yıldızı pek kuvvetli olanların en kuvvetli olanı kâinatı şereflendirdi.’ 

Kalk, devrân bizim devrânımızdır. Aşk padişahı başkasının değil bizimdir! Mâdem ki, onun bakışı bizim canımızdır. Bize müeyyed, sonu olmayan bir ömür geldi ulaştı. 

Sakî, renk vermeden, lâf söylemeden, sonu gelmez şarabı döktükçe döktü de Kaf Dağı bile deve gibi oynamaya başladı. Zîrâ âlemde yeni bir yaşayış, yeni bir âlem kuruldu. 

Yine ruh Süleymanı bizi sabah şarabı içmeye çağırdı. Belkıs’ın sınandığı billur döşenmiş saray bize de göründü. 

Din cesetçilerinin inadına, rahmet kapısından kovulmuş şeytanın körlüğüne rağmen, ağrıyan gözlerimize gönül ve can sürmesi geldi. 

Mahrem olmayanlar anlamasınlar diye dilime kilit vurdum. Ey çalgıcı, kalk, ‘Sonsuz işret vakti geldi!’ diye sen haber ver, sen söyle!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLIV

“Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda yüz binlerce inci vardır.” Mevlâna

O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan melâhat kazanmış, o yüzden melîh sözü fâsih olmuştur.

2000. Bu tuz, bu melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul!

Vârisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerde senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerde önü sonu düşünen can?

Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrûmsun.

Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nuranî olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir.

Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pak padişahın nuruyla aç!

2005. Sen mâdemki zâhirî önü, sonu düşünmektesin… Ancak ve ancak bu gam ve neşe âlemindesin. 

Ey hakîkatte yok olan! Yok olan, nerde ön, nerde son?

Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil, Tanrı yağmurlarından.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle sesleniyor: “Herkes yarasına tuz ekilince feryâd eder. Bense onun tuzluğundan uzakta kaldığımdan ötürü, gönül yaram onun tuzundan mahrûm kaldığı için feryâd ediyorum.”

Hazreti Pîr, bu beyitinde tuzdan misâl vererek, zâhîri ve bâtıni görüşe işaret eder, zîrâ O, Hazreti Muhammed’in bendesi olarak, O’nun dışında bir nefes dahî almış değildir.

Tuzdan maksat, Hakîkat-i Muhammedîye’dir. O tuza gark olan, erir gider; onun için ne ön kalır ne art, ne alt vardır, ne üst…

Nitekim bir başka kasîdesinde şöyle buyurur: 

“Senin ayağını bastığın toprağın tozu, bizim gözümüze sürmedir; senin derdin, gönüle rahatlık getirir! Ey insan yaratan padişah; Senin eşin, benzerin yoktur! 

Seni tanıdığımdan beri tuz gibi eridim; zaten ben, zandan ve şüpheden ibâretim! Zan ve şüphe, insan ‘yakîn’e, yâni tam imana ulaşınca yok olur gider!..

Aşk, Senin yüzünden can gibi olmuştur; akıl, Senin yüzünden okumaya başlamıştır! Mâden de, mekân da Senin kırıntılarını aramadadır! Deniz bile Senin yüzünden inci taneleri devşirmededir! 

Senin mestin olan boşboğazdır, söylenip durur! O, iki dünyadan da usanır! Aşık, Senin peygamberin olmuştur; her yerin baş tacıdır!”

İnsan, zâhirî görüşe sahipse, daima zan ve şüphe içindedir, mekâna tâbîdir; oysa zandan ve şüpheden kurtulan kişinin bakışı bâtına, yâni cana yöneliktir, ârifânedir; onların meskeni cihetsiz olan gönül âlemidir, aradıkları o yâri gönüllerinde bulmuşlardır.

Kıyısı olmayan ummân Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bakın ne güzel dile getirmiş bir şiirinde…

“Sevgilim canan olur bu gönülde. 

Yanmayız yakarız cihanı biz, 

Görürüz her adımda asumânı biz. 

Pîr aşkına dem hazanını, 

Severiz yâr ile cem baharını. 

Doldur ey Hasan kaplarını, 

Hakk aşkına aç kapılarını, 

Niyâz eyle yüce Pîr Sultanını, 

Kendinde bul sen Mevlâna’yı…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLIII

“Eğer gök ve yer küfür karanlığı ile dolsa, sevgilim yüz tutunca hepsi nurlanıp aydınlanırlar.” Hasan Dede

Ayıp, câhil mahlûka nispetle ayıptır; makbûl Tanrı’ya nispetle değil.

Küfür bile Yaradana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.

Birisinde yüzlerce fazîletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp, nebâtatın sapı mesâbesindedir.

Terazide her ikisini de beraber tartarlar. Çünkü nebâtat ve sap… ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.

1995. Şu hâlde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır.

Onların sözleri de, nişânı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefsleri de, suretleri de.

Onlara düşman olanların canlarıysa sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibârettir.

Düşman, toprağa girdi, tamamiyle toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamiyle arındı.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de, temiz kişilerin canlarını arı duru suya, yâni bengisuya benzetir ve onun ne kadar pislenmiş gibi görünse de hakîkatte hiç pislenmediğini hattâ bütün dünyanın pisliğini temizlediğini anlatır ve bunu ayırdedemeyenlerin ancak küfürde olduklarını, Musa’nın sopasından misâl vererek şöyle buyurur:

“Ayırdediş, inanmaktır, küfür de ayırdedemeyiştir. Görmez misin, Firavun’un zamanında Musa’nın sopası yılan oldu. Büyücülerin ipleri, sopaları da yılan oldu. Ayırdedemeyen hepsini bir renkte gördü, ayırdedemedi. Ayırdediş kabiliyeti kimde varsa büyüyü gerçekten o ayırdı da bu ayırdediş yoluyla imana geldi. 

Bildik, anladık ya; inanmak ayırdediştir. Şu fıkhın temeli de vahiydi amma halkın düşünceleriyle, duygularıyla, düzüp koşmasıyla karıştı da arılığı kalmadı; şimdi vahyin arılığına nerden benzeyecek? Hani Turut’tan şehre akan bir su vardır; kaynadığı yerde bir seyret de gör, ne de arı durudur, ne de güzel. Fakat şehre girdi de mahallelerden, bağlardan, şehir halkının evlerinden geçti mi, bu kadar halk elini, yüzünü, ayağını, bedenini, elbiselerini, halılarını onunla yıkadı mı, mahallelerin lâğımları, atların, katırların pislikleri akıp da ona karıştı mı, hâsılı o yandan bir yana geçti mi aynı sudur; hani toprağı güllük gülistanlık eden, susuzu kandıran, bozkırı yeşerten sudur amma bulanmış gitmiştir. Yalnız bu suda o arılığın kalmadığını, kötü şeylerle bulanmış olduğunu anlamak için bir ayırdedicinin bulunması gerek. 

‘İnanç ıssı zekîdir, ayırdeder, anlayışlıdır, akıllıdır.’ Bozulmamış, kokmamış su, öylesine bir sudur ki dünyanın bütün pisliklerini temizler de kendisi hiç pislenmez; nasıl arı duruysa, nasıl temizse yine de öyledir o su, midede de bozulmaz, başka bir şeyle karışmaz, kokmaz; bengisudur o.”

Nitekim, hakîkati göremeyen ve ayırdedemeyenler temiz kişilerde ayıp görüp, onlara düşman olmuşlardır. Pîrimizin buyurduğu gibi… “Onlara düşman olanların canları sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibârettir. Düşman, toprağa girdi, tamamiyle toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamiyle arındı.”

Kasîde:

“Ey bizim canımızı tatlılaştıran, bize bizi sevdiren, kendinde olanı, kendini göreni kendinden geçir, kendine yabancı kıl! Kendinden geçeni kendine! Şu dervişe, şu yoksula da bir şey ver! 

Aşıkları şereflendir! Ufukları nurunla aydınlat! Herkesin ilaç sandığı tiryâkı, nefsânî arzuları zehir hâline getir! Şu dervişe de bir şey ver! 

Ay gibi nurlu ve güzel yüzünle, tesirli gözlerinle seni sevenlere bakmak lütfunda bulun! Bizi kendine yol arkadaşı edin! Şu dervişe de bir şey ver! 

Dervişliğin nişânesi, belirtisi nedir? Herkese elinden geldiği kadar iyiliklerde bulunan, yardımcı olan, etrafa inciler saçan cömert kişi; tatlı dilli olup kimseyi incitmeyen, değerli sözler söyleyen seçkin insan derviştir. Yoksa herkesi aldatmak için yüz parçadan dikilmiş yamalı hırka giyen kişi derviş değildir. Sen şu dervişe, yoksula birşeyler ver. 

Ey azîz varlık! Acılar seninle tatlılaşır. Küfür senin yüzünden din olur, diken de; nesrin, ağustos gülü hâline gelir. Sen bu dervişe birşeyler ver! 

Ey benim canım, sevgilim, küfrüm, imanım, padişahlarımın padişahı! Şu dervişe, yoksula bir şey ver! 

Ey fânî olan bedene, maddî güzelliğe gönül verdiği için bir türlü huzur bulamayan, hüzünler içinde kalan kişi! Bedenle uğraşıp durma, bedene bakma! Şu dervişe, yoksula bir şey ver! 

Ey benim mum gibi nurlar saçan, karanlığı aydınlatan sevgilim! Ben bugün bir şey yapacağım. Senin alevinin etrafında pervâne gibi dolaşacağım ve senin aşk ateşine canımı vereceğim. Sen şu dervişe, şu yoksula bir şey ver!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLII

“Ey uyuyanlar, uyanın uyanın! Sabah, karanlık ordularını münhezim kıldı. Ey uykusunda müstağrak olan kimse, sen uyuyorsun amma Rabbin uyumuyor.” Bilâl-i Habeşî

Can, kemâldir, çağırması, sesi de kemâldir. Onun için Mustafa “Ey Bilâl, bizi dinlendir, ferahlandır.

Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhâdan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt.

Âdem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhâyla sesini yükselt!” buyurdu.

Mustafa, o güzel sesle kendinden geçti. Tarîs gecesinde namazı kaçtı.

1985. O mübârek uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti gelip kuşluk çağı geldi.

Tarîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.

Aşk ve can… her ikisi de gizli ve örtülüdür. Tanrı’ya gelin dediğim için beni ayıplama!

Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi sükût ederdim.

Fakat, “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kazâ ve kaderin zuhûrundan başka bir şey değildir” demekte.

1990. Ayıp, câhil mahlûka nispetle ayıptır. Fakat gayb âleminin pak ruhu, hiç ayıp görür mü?

Hazreti Pîr Efendimiz, selâm olsun üzerine, beyitte geçen ‘tarîs’ kelimesinden ‘arûs’a sirâyet buyurur. Nitekim ‘arûs’, ‘gelin’ mânâsına gelmektedir ve dolayısıyla Hazreti Pîr, bu beyitinde Kur’ân’a, yâni Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatlerine işaret etmektedir. 

Yüce Pîr Mevlâna’nın eseri Mesnevî de, Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatlerini yansıtan Kur’ân âyetlerinin aşkla yapılmış tevîlidir ve insanı insana anlatır. Bu sebeple, ister Mesnevî olsun, ister Kur’ân olsun; her ikisi de dinleyenin ruhuna ferahlık verir ve bambaşka âlemlere sürükler, öyle ki insan o güzelliklerin verdiği vecd hâlinden uyanmak istemez.

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle bir kıssa nakledilir: “Ulu dostlar ve şanlı hür asîl kişiler şöyle rivâyet ettiler: Bir gün Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri, Mevlâna Hazretlerinin hizmetinde, ‘Ben gece rüyada Bilâl-i Habeşî’yi gördüm, Tanrı ondan razı olsun. Tanrı sözü Kur’ân’ı başında tutmuştu, ilk ve son gelen peygamberlerin efendisi, Muhammed Emîn de, Tanrı’nın salât ve selâmı onun ve onun kerîm olan ailesi üzerine olsun, Mesnevî’yi önüne koymuş mütalâ ediyor ve bunun için kerîm olan Ashâba karşı övünüyor ve cevherler saçıyordu’ dedi. 

Mevlâna Hazretleri, ‘Vallahi, bu sizin mübârek gözünü­zün gördüğü gibidir. Hâşâ siz görmediğinizi söylemezsiniz. Dîdârı gören bir göz, nazar sahibi olur ve bütün gayblar ona görünür’ buyurdu. 

Şiir: 

‘Ey Hüsâmeddin Çelebi! Senin gayb gözün, gayba ait işleri ve sırları görmede ve açıklamada gayb gibi ustadır. 

Bu dünya ve bu dünya halkından bu müşâhede ve vergi, eksik olsun. Görmeyen insan, yüzü kara; basîret sahibi olgun insansa yolun aynası olur.

Senin gözbebeğini, ancak dünyada görmeyi artıran göz görebilir.’

Şunu da bilmek lâzımdır ki Kur’ân, güzel yüzlü, lâtif ağızlı, türlü elbiseler ve ziynetlerle süslenmiş, hatadan, kusurdan berî, şüphelerden arı duru bir gelin gibidir; fakat gayret ve ibret peçesi altında gizli kalmıştır. Nitekim buyurmuşlardır. 

Şiir:

‘Kur’ân gelini, yüzündeki peçeyi iman başkentini kavgadan, gürültüden temizlenmiş sakin gördü­ğü vakit açar.’ 

Bizim Mesnevî’miz de böyle mânevî bir dilberdir. Kendi güzellik ve olgunluğunda bir eşi yoktur. Aydın gönüllü nazar sahipleri ve ciğeri yanmış aşıklar için o, süslenmiş bir bağ, lezzetli bir rızıktır. Bu gayp âleminin dilberini görmekle haz duyan, Tanrı erlerinin inâyet nazarına mazhâr olan ve bu suretle ‘…O ne güzel kuldur. O tövbe ve rücû edendi’ âyetindeki Tanrı erlerinin sırasına giren cana ne mutlu’ buyurdular ve bundan sonra, ‘Mesnevî’nin nurlarla dolu sırlarını ve inceliklerini anlamak, âyetlerin, hadîslerin, hikâyelerin tertibinden aralarındaki münâsebeti kavramak için büyük bir itikât, devamlı bir aşk, tam bir doğruluk, selîm bir kalb, son derece bir zekâ, anlayış ve muhtelif ilimleri bilmek lâzımdır ki onun dışında insan seyredebilsin ve onun sırrının sırrına ulaşabilsin. Eğer doğru bir aşıksa bu vasıtalar olmadan da Mesnevî’yi anlamak hususunda, aşkı ona kılavuz olabilir ve bir menzile erişebilir. Tanrı başarı sağlayıcı, doğru yolu gösterici, yardımcı ve insanların idarecisidir’ dedi.

Şiir: 

‘Aşk, parladığı vakit Tanrı’dan başka her şeyi yakan bir şuledir.

Sen de ruhunda aşktan bir ateş parlat, bütün ibâdet ve düşünceleri yak.’”