MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXX

Ava giden arslan, kurt ve tilki hikâyesi. 

Bir arslan, bir kurt, bir tilki avlanmak için dağlara düşmüşler.

Birbirlerine yardım ederek av hayvanlarını adamakıllı yakalamayı, onların yolunu kesmeyi kurmuşlardı. 

Üçü de beraberce o geniş ovada birçok av elde etmek niyetindeydiler.

3010. Arslan, onlarla beraber avlanmaktan utanmaktaysa da yine onları ağırladı, onlara yoldaş oldu.

Böyle bir padişâha mâiyetindeki asker, ancak zahmettir. Fakat o “Topluluk rahmettir” deyip onlara uydu.

Böyle bir ay, yıldızlarla beraber gezmekten utanır. O, yıldızların içinde ancak onları parlatmak, onlara ihsân etmek için bulunur.

Reyine, tedbîrine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbîr bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “Şâvirhum” emri geldi. 

Terâzide arpa, altınla arkadaş olmuştur. Fakat bununla arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icâb etmez. 

3015. Rûh, şimdilik kalıba yoldaş olmuştur (kalıp, rûhu korumaktadır). Nitekim köpek de bir zaman için kapıyı korur.

Bunlar; kudretli, şevketli arslanın mâiyetinde dağa doğru gittikleri zaman,

İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar.

Savaşçı arslanın mâiyetinde giden kişinin kebabı, gece olsun, eksik olmaz.

Ölmüş yaralanmış, kan içinde bulunan avlarını dağdan çeke çeke ormana getirince, 

3020. Kurt ve tilki padişâhlara lâyık bir adâletle av hayvanlarının paylaşılmasına tamâhlandılar.

İkisinin de tamâhı, arslana aksetti, o tamâhın sebebini anladı. Sırların arslanı ve beyi olan, kalpten geçenleri bilir.

Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzûrunda kötü düşüncelerden sakın! 

O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.

Arslan, onların vesveselerini anladıysa da açmadı, bir şey söylemedi, onları korudu.

3025. Fakat kendi kendine “Yoksul hasîsler sizi! Ben, sizin cezanızı veririm, size gösteririm ben!

Size benim hükmüm kâfi gelmedi mi? Benim ihsânım husûsunda zannınız bu mu? 

Sizin akıllarınız, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsânlarımdandır. 

Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır. 

Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, ârı asıl sizsiniz.

3030. Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. 

Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun” dedi.

Arslan bu düşünceyle açıkça gülüyordu. Arslanın gülümsemelerine emîn olma. 

Dünya malı, Tanrı’nın gülümsemeleridir. Bizi bu sûret sarhoş, mağrûr ve perişan etmiştir.

Ey kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihâyet tuzağını kurar, seni düşürür! 

Bu hikâyede arslandan maksat, Hakk’ta fâni ve Hakk ile bâki olan mürşid-i kâmildir. Kurttan maksat, benliğini terk edemeyen, kendi ilmine ve kuvvetine mağrûr olan sâlik; tilkiden maksat, mürşid-i kâmilin hakîkatini idrâk etmiş olup, kendi irâdesini ona teslîm eden sâlik; ava çıkmaktan maksat, mürşid-i kâmilin  seyr-i sülûkları esnasında müridlerinin istidâdlarını sınaması; ve avdan maksat ise Hakk’ın tecellîsidir. 

Hikâyenin başlangıcında, mürşid-i kâmil, kendisi seyr-i fillâh içinde bulunduğundan, yani Allah’ın isim ve sıfatlarında fânî olmuş olduğundan, her ne kadar, müridleriyle birlikte yolculuk etmesine lüzûm olmasa da ve, Hazreti Pîr’imizin yukarıdaki beyitlerde buyurduğu üzere, böyle bir padişâha mâiyetindeki asker, ancak zahmet verecek olsa da, “Topluluk rahmettir” diyerek onlara uyar.

Mürşid-i kâmil, bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan “Allah” ismine mazhâr olması sebebiyle, ay gibidir ve ancak yıldız mesâbesinde bulunan müridlerden ona âr vardır. Fakat onların arasında bulunması, “Allah’ın sizi vâris kıldığı şeylerden (mal, akıl, istidâd gibi) infâk edin” (Hadîd, 7) emri gereğince ve baştan başa cömertlik ve lütuf olması sebebiyle, onlara infâk içindir, yani onları mânen besleyip geliştirmek içindir.

Nitekim, Hazreti Pîr Mevlâna’nın işâret ettiği üzere; reyine, tedbîrine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbîr bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “Şâvirhum” emri geldi. 

Yani, insan-ı kâmil olan Hazreti Peygamber’in yüce görüşlerinden ziyâde bir başka görüş dahî bulunmadığı hâlde, Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmran sûresi, 159. âyeti ile kendisine, “Onlar ile müşâvere et, onların görüşlerini al” emrinde bulundu.

Terâzide, arpa ile altın birbirine yoldaş olduysa da, bundan dolayı, arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icâb etmez. Arpa arpadır, altın ise altın.

Nitekim hikâye, kurt ve tilkinin, kudretli ve şevketli arslanın mâiyetinde dağa doğru gitmeleriyle devam eder.

Burada dağdan maksat, kalbdir. Yani, sâlikler, Allah isminin mazhârı olan mürşid-i kâmilin huzûrunda, mânen kalb tarafına yönlendirildiler.

İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar. Zîrâ, savaşçı arslan olan mürşid-i kâmilin himâyesinde giden kişinin kebabı, yani ilâhî tecellîler, gece bile olsa, yani ortalık karanlık bile olsa, eksik olmaz.

Fakat ne zaman ki, kalbe teveccüh etmektense, yani bu tecellîlerin, mürşid-i kâmilin himâyesi ve terbiyesinde gerçekleştiğini unutarak, kendi zanlarına teveccüh ettiler, yani kendi sayelerinde gerçekleştiği yanılgısına düştüler, işte o zaman kendilerine pay biçerek tamaha düştüler.

Kalblerden geçeni bilen mürşid-i kâmilin kalbine, onların bu durumu yansıma yaptı ve tamahlarının sebebinin onların benliğe düşmeleri olduğunu anladı.

Nitekim, hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi; “Müminin ferâsetinden sakınınız, zîrâ o Allah’ın nûruyla nazar eder.”

“Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzûrunda kötü düşüncelerden sakın! O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.”

Hikâyede mürşid-i kâmili temsîl eden arslan kendi kendine dedi ki: “Ey nefsinde yaşayan, benliğine yenik düşmüş hasîsler, yoksul varlıklar! Ben size bu zebûnluğunuza lâyık olan mertebeyi fiilen göstereyim. Ben sizi kalbime aldım, bu size kâfî gelmedi mi? Benim bu ihsânım husûsunda zannınız bu mu? Sizin akıllarınız da, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsânlarımdandır. Bakınız ki, nakış nakkâşa karşı nasıl bir zanda bulunuyor? Nakış, nakkâşın eseri olduğu hâlde o nakış, benlik ve varlık dâvâsına kalkışıyor; hâlbuki zanlar ve görüşler dahî o nakış mesâbesinde olan sâliklerin kalbine mürşid-i kâmillerden bahş olunur; zîrâ mürşid-i kâmil, sâliklerin kalblerinde tasarruf sahibidir, yani onların kalblerini çekip çevirendir. Ey Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun.”

Mürşid-i kâmil, bunları düşünürken bir yandan da sâliklerin içine düştükleri tavırlara karşı bir şey söylemeksizin gülümsüyordu. Fakat bu önemli bir sırdır ki, mürşid-i kâmil zâhiren sana gülümser ve iltifat ederse sakın aldanma ve seni beğendiği için iltifat ettiğini zannetme; bilâkis böyle bir durumda yapman gereken kendi bâtınını ve sıfatını gözden geçirmektir!

Dünya malı da aynen bu misâl gibi, Tanrı’nın gülümsemeleridir. Bizi bu sûret sarhoş, mağrûr ve perişan etmiştir. Ey kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihâyet tuzağını kurar, seni düşürür!

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde şöyle buyurur: “Her kim kendi yüceliğini isterse zelîl ve itibârsız olur ve her kim Allah’ın yüceliğini göstermekle uğraşır ve âlemde lütuf ve kahır namına yaptığı şeyi, kendisi için yapmayıp Allah, için yaparsa kendi şahin gibi olan tabîatını bırakır ve sultan için av avlarsa elbette Allah, sultanın bileğini onun tahtı yapar ve sultanın inâyeti de onun bahtı olur. Bunun tersine olarak, kendileri için avlanan şahinler ise, dâima murdâr, zelîl ve açtırlar. Sonunda, her adımda bir tuzağa tutulurlar. O hâlde gerçekte şâh için avlanan doğan, kendisi için avlanmış demektir. Peygamberler ve evliyânın adı, kıyâmete kadar azîz kalır. Bu âlemde ve o âlemde, bu âciz benlikten kurtuldular ve buna karşılık yüce bir benlik buldular ve sayılı olan ömrü Allah’ın taât ve kulluğuna fedâ edip sayısız ve sonsuz bir ömür kazandılar.” 

Kasîde: 

I. “Gel, biz bugün padişâha av olduk. Ne başımızı, ne de âlemi düşünürüz.

Cüssemizin sivrisinek gibi inceliğine bakma! Biz himmetimizle gururun kanını dökeriz.

O mânâ arslanının elindeyiz, ağlıyoruz, sızlanıyoruz. Ama arslanlara da, fillere de üstünüz.

Develer gibi eğri büğrü yaratılmışız ama, deve gibi Kâbe yoluna düşmüş gidiyoruz.

İki günlük devlete gönül bağlamadık, ölümsüz devlete erdik. O sayede muradımıza kavuştuk.

Güneşle ay gibi hem birbirimize yakınız, hem de uzağız. Aşk ve gönül gibi hem gizliyiz, hem de açığız, meydandayız. 

Kanlar içen zâlim aşkın köpeklerine azık olmak için dârağacındayız.”

II. “O hocanın kulağı pek keskin ama kendisi pek kavgacı, kendini de ağıra satıyor. 

Ben onun gülüşüne baktım da, aldandım. O susuyor. Sessiz gördüm de emîn oldum, içim rahat etti. 

Dikkat et! Aklını başına al! O saman altında su yürütüyor. Saman altında coşup köpüren bir deniz gizli. 

Nereye gidersen git akıl anahtardır! Her kapıyı açar. Fakat burada ne yapabilirsin ki akıl anahtarlığı bırakmış, kilit olmuştur. 

O senin yüzüne bakar da güler, bu bir yüz örtüsüdür. Bu gülüşe sakın aldanma! 

Onun eline düşen her gönül hiç durmadan çeng gibi coşar, ağlar durur. 

Bütün bunlara rağmen rûhlar, anlar gibi onun etrafında uçuşur dururlar. Çünkü çok az, çok ender bulunur mânevî bir bal’dır. 

O öyle bir mânâ arslanıdır ki gam onun heybetinden kör bir fare gibi mezar kovuğuna gizlenir.”