MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXX

Ava giden arslan, kurt ve tilki hikâyesi. 

Bir arslan, bir kurt, bir tilki avlanmak için dağlara düşmüşler.

Birbirlerine yardım ederek av hayvanlarını adamakıllı yakalamayı, onların yolunu kesmeyi kurmuşlardı. 

Üçü de beraberce o geniş ovada birçok av elde etmek niyetindeydiler.

3010. Arslan, onlarla beraber avlanmaktan utanmaktaysa da yine onları ağırladı, onlara yoldaş oldu.

Böyle bir padişâha mâiyetindeki asker, ancak zahmettir. Fakat o “Topluluk rahmettir” deyip onlara uydu.

Böyle bir ay, yıldızlarla beraber gezmekten utanır. O, yıldızların içinde ancak onları parlatmak, onlara ihsân etmek için bulunur.

Reyine, tedbîrine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbîr bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “Şâvirhum” emri geldi. 

Terâzide arpa, altınla arkadaş olmuştur. Fakat bununla arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icâb etmez. 

3015. Rûh, şimdilik kalıba yoldaş olmuştur (kalıp, rûhu korumaktadır). Nitekim köpek de bir zaman için kapıyı korur.

Bunlar; kudretli, şevketli arslanın mâiyetinde dağa doğru gittikleri zaman,

İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar.

Savaşçı arslanın mâiyetinde giden kişinin kebabı, gece olsun, eksik olmaz.

Ölmüş yaralanmış, kan içinde bulunan avlarını dağdan çeke çeke ormana getirince, 

3020. Kurt ve tilki padişâhlara lâyık bir adâletle av hayvanlarının paylaşılmasına tamâhlandılar.

İkisinin de tamâhı, arslana aksetti, o tamâhın sebebini anladı. Sırların arslanı ve beyi olan, kalpten geçenleri bilir.

Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzûrunda kötü düşüncelerden sakın! 

O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.

Arslan, onların vesveselerini anladıysa da açmadı, bir şey söylemedi, onları korudu.

3025. Fakat kendi kendine “Yoksul hasîsler sizi! Ben, sizin cezanızı veririm, size gösteririm ben!

Size benim hükmüm kâfi gelmedi mi? Benim ihsânım husûsunda zannınız bu mu? 

Sizin akıllarınız, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsânlarımdandır. 

Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır. 

Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, ârı asıl sizsiniz.

3030. Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. 

Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun” dedi.

Arslan bu düşünceyle açıkça gülüyordu. Arslanın gülümsemelerine emîn olma. 

Dünya malı, Tanrı’nın gülümsemeleridir. Bizi bu sûret sarhoş, mağrûr ve perişan etmiştir.

Ey kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihâyet tuzağını kurar, seni düşürür! 

Bu hikâyede arslandan maksat, Hakk’ta fâni ve Hakk ile bâki olan mürşid-i kâmildir. Kurttan maksat, benliğini terk edemeyen, kendi ilmine ve kuvvetine mağrûr olan sâlik; tilkiden maksat, mürşid-i kâmilin hakîkatini idrâk etmiş olup, kendi irâdesini ona teslîm eden sâlik; ava çıkmaktan maksat, mürşid-i kâmilin  seyr-i sülûkları esnasında müridlerinin istidâdlarını sınaması; ve avdan maksat ise Hakk’ın tecellîsidir. 

Hikâyenin başlangıcında, mürşid-i kâmil, kendisi seyr-i fillâh içinde bulunduğundan, yani Allah’ın isim ve sıfatlarında fânî olmuş olduğundan, her ne kadar, müridleriyle birlikte yolculuk etmesine lüzûm olmasa da ve, Hazreti Pîr’imizin yukarıdaki beyitlerde buyurduğu üzere, böyle bir padişâha mâiyetindeki asker, ancak zahmet verecek olsa da, “Topluluk rahmettir” diyerek onlara uyar.

Mürşid-i kâmil, bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan “Allah” ismine mazhâr olması sebebiyle, ay gibidir ve ancak yıldız mesâbesinde bulunan müridlerden ona âr vardır. Fakat onların arasında bulunması, “Allah’ın sizi vâris kıldığı şeylerden (mal, akıl, istidâd gibi) infâk edin” (Hadîd, 7) emri gereğince ve baştan başa cömertlik ve lütuf olması sebebiyle, onlara infâk içindir, yani onları mânen besleyip geliştirmek içindir.

Nitekim, Hazreti Pîr Mevlâna’nın işâret ettiği üzere; reyine, tedbîrine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbîr bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “Şâvirhum” emri geldi. 

Yani, insan-ı kâmil olan Hazreti Peygamber’in yüce görüşlerinden ziyâde bir başka görüş dahî bulunmadığı hâlde, Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmran sûresi, 159. âyeti ile kendisine, “Onlar ile müşâvere et, onların görüşlerini al” emrinde bulundu.

Terâzide, arpa ile altın birbirine yoldaş olduysa da, bundan dolayı, arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icâb etmez. Arpa arpadır, altın ise altın.

Nitekim hikâye, kurt ve tilkinin, kudretli ve şevketli arslanın mâiyetinde dağa doğru gitmeleriyle devam eder.

Burada dağdan maksat, kalbdir. Yani, sâlikler, Allah isminin mazhârı olan mürşid-i kâmilin huzûrunda, mânen kalb tarafına yönlendirildiler.

İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar. Zîrâ, savaşçı arslan olan mürşid-i kâmilin himâyesinde giden kişinin kebabı, yani ilâhî tecellîler, gece bile olsa, yani ortalık karanlık bile olsa, eksik olmaz.

Fakat ne zaman ki, kalbe teveccüh etmektense, yani bu tecellîlerin, mürşid-i kâmilin himâyesi ve terbiyesinde gerçekleştiğini unutarak, kendi zanlarına teveccüh ettiler, yani kendi sayelerinde gerçekleştiği yanılgısına düştüler, işte o zaman kendilerine pay biçerek tamaha düştüler.

Kalblerden geçeni bilen mürşid-i kâmilin kalbine, onların bu durumu yansıma yaptı ve tamahlarının sebebinin onların benliğe düşmeleri olduğunu anladı.

Nitekim, hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi; “Müminin ferâsetinden sakınınız, zîrâ o Allah’ın nûruyla nazar eder.”

“Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzûrunda kötü düşüncelerden sakın! O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.”

Hikâyede mürşid-i kâmili temsîl eden arslan kendi kendine dedi ki: “Ey nefsinde yaşayan, benliğine yenik düşmüş hasîsler, yoksul varlıklar! Ben size bu zebûnluğunuza lâyık olan mertebeyi fiilen göstereyim. Ben sizi kalbime aldım, bu size kâfî gelmedi mi? Benim bu ihsânım husûsunda zannınız bu mu? Sizin akıllarınız da, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsânlarımdandır. Bakınız ki, nakış nakkâşa karşı nasıl bir zanda bulunuyor? Nakış, nakkâşın eseri olduğu hâlde o nakış, benlik ve varlık dâvâsına kalkışıyor; hâlbuki zanlar ve görüşler dahî o nakış mesâbesinde olan sâliklerin kalbine mürşid-i kâmillerden bahş olunur; zîrâ mürşid-i kâmil, sâliklerin kalblerinde tasarruf sahibidir, yani onların kalblerini çekip çevirendir. Ey Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun.”

Mürşid-i kâmil, bunları düşünürken bir yandan da sâliklerin içine düştükleri tavırlara karşı bir şey söylemeksizin gülümsüyordu. Fakat bu önemli bir sırdır ki, mürşid-i kâmil zâhiren sana gülümser ve iltifat ederse sakın aldanma ve seni beğendiği için iltifat ettiğini zannetme; bilâkis böyle bir durumda yapman gereken kendi bâtınını ve sıfatını gözden geçirmektir!

Dünya malı da aynen bu misâl gibi, Tanrı’nın gülümsemeleridir. Bizi bu sûret sarhoş, mağrûr ve perişan etmiştir. Ey kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihâyet tuzağını kurar, seni düşürür!

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde şöyle buyurur: “Her kim kendi yüceliğini isterse zelîl ve itibârsız olur ve her kim Allah’ın yüceliğini göstermekle uğraşır ve âlemde lütuf ve kahır namına yaptığı şeyi, kendisi için yapmayıp Allah, için yaparsa kendi şahin gibi olan tabîatını bırakır ve sultan için av avlarsa elbette Allah, sultanın bileğini onun tahtı yapar ve sultanın inâyeti de onun bahtı olur. Bunun tersine olarak, kendileri için avlanan şahinler ise, dâima murdâr, zelîl ve açtırlar. Sonunda, her adımda bir tuzağa tutulurlar. O hâlde gerçekte şâh için avlanan doğan, kendisi için avlanmış demektir. Peygamberler ve evliyânın adı, kıyâmete kadar azîz kalır. Bu âlemde ve o âlemde, bu âciz benlikten kurtuldular ve buna karşılık yüce bir benlik buldular ve sayılı olan ömrü Allah’ın taât ve kulluğuna fedâ edip sayısız ve sonsuz bir ömür kazandılar.” 

Kasîde: 

I. “Gel, biz bugün padişâha av olduk. Ne başımızı, ne de âlemi düşünürüz.

Cüssemizin sivrisinek gibi inceliğine bakma! Biz himmetimizle gururun kanını dökeriz.

O mânâ arslanının elindeyiz, ağlıyoruz, sızlanıyoruz. Ama arslanlara da, fillere de üstünüz.

Develer gibi eğri büğrü yaratılmışız ama, deve gibi Kâbe yoluna düşmüş gidiyoruz.

İki günlük devlete gönül bağlamadık, ölümsüz devlete erdik. O sayede muradımıza kavuştuk.

Güneşle ay gibi hem birbirimize yakınız, hem de uzağız. Aşk ve gönül gibi hem gizliyiz, hem de açığız, meydandayız. 

Kanlar içen zâlim aşkın köpeklerine azık olmak için dârağacındayız.”

II. “O hocanın kulağı pek keskin ama kendisi pek kavgacı, kendini de ağıra satıyor. 

Ben onun gülüşüne baktım da, aldandım. O susuyor. Sessiz gördüm de emîn oldum, içim rahat etti. 

Dikkat et! Aklını başına al! O saman altında su yürütüyor. Saman altında coşup köpüren bir deniz gizli. 

Nereye gidersen git akıl anahtardır! Her kapıyı açar. Fakat burada ne yapabilirsin ki akıl anahtarlığı bırakmış, kilit olmuştur. 

O senin yüzüne bakar da güler, bu bir yüz örtüsüdür. Bu gülüşe sakın aldanma! 

Onun eline düşen her gönül hiç durmadan çeng gibi coşar, ağlar durur. 

Bütün bunlara rağmen rûhlar, anlar gibi onun etrafında uçuşur dururlar. Çünkü çok az, çok ender bulunur mânevî bir bal’dır. 

O öyle bir mânâ arslanıdır ki gam onun heybetinden kör bir fare gibi mezar kovuğuna gizlenir.” 

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXIX

Vücuduna arslan resmi döğdürmek isteyen, fakat iğne acısından dolayı pişman olan Kazvinlinin hikâyesi.

Rivâyetçiden şu hikâyeyi de dinle: Kazvinlilerin âdetleridir;

Vücutlarına, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeksizin iğne ile mavi dövmeler dövdürürler.

Bir Kavzinli, tellâğın yanına gidip “Bana bir dövme yap; fakat canımı acıtma” dedi.

Tellâk “Söyle yiğidim; ne resmi döveyim?” diye sorunca “bir kükremiş arslan resmi döv” dedi;

2980. “Tâlihim arslandır, onun için arslan resmi olsun. Gayret et, dövmeyi adamakıllı yap!”

Tellâk “Vücudunun neresine döveyim?” dedi. Kavzinli “İki omzumun arasına” dedi.

Tellâk, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlayıp, “Aman usta, beni öldürdün gitti. Ne yapıyorsun?” diye bağırdı.

Usta “Arslan yap dedin ya” dedi. Kazvinli sordu:

“Neresinden başladın? Usta “Kuyruğundan” dedi. Kazvinli dedi ki: “Aman iki gözüm, bırak kuyruğunu.

2985. Arslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı.

Arslan, varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenâlık geldi, bayılacağım.”

Usta, Kavzinliyi kayırmadan, merhametsizce arslanın bir başka tarafını dövmeye başladı.

Yiğit yine bağırdı “Burası neresi?” Usta: “Kulağı” dedi.

Kazvinli “Bırak, kulaksız olsun. Orasını da yapma” dedi.

2990. Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryâd etti:

“Bu üçüncü iğne de neresini dövüyor?” Usta: “Azîzim, karnı” dedi.

Kazvinli “Fenâ acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun” deyince,

Tellâk şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı.

İğneyi yere atıp “Âlemde kimse böyle bir hâle düştü mü ki?

2995. Kuyruksuz, başsız, karınsız arslanı kim gördü? Tanrı bile böyle bir arslan yaratmamıştır” dedi.

Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın.

Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da.

Vücudunda nefsi ölen kişinin fermânına güneş de tâbîdir, bulut da.

Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.

3000. Tanrı; doğması, batması muayyen olan güneş hakkında “Doğduğu ve battığı zaman onların mağaralarına vurmaz; o mağara hiç güneş yüzü görmezdi” demiştir.

Bir cüzü, külle ulaşırsa o cüz’ün yanında diken bile, gül gibi baştanbaşa letâfet kesilir.

Tanrı’yı ululamak, yüceltmek, nasıl olur? Kendini, varlığını horlamak, toprak mesâbesinde tutmakla.

Tanrı’yı tevhîd etmeyi öğrenmek nedir? Kendini tek Tanrı önünde yakıp yok etmek.

Gündüz gibi şûlelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!

3005. Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimyâ içinde eritir yok eder gibi erit, yok et (de altın ol).

Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmışsın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar işte bu ikilikten meydana çıkıyor.

Ahmed Avni Konuk, bu hikâyenin şerhini şöyle yapıyor: “Bu hikâyede, Kazvinli’den maksat, sâlik; tellâktan maksat mürşid-i kâmil; iğneden maksat, riyâzat ve nefsle mücâhede; arslan resminden maksadın, hakîkat bilgisi; iğnenin acısıyla meydana gelen feryâd ve figândan maksadın da, sâlikin nefsinin kıvranmasıdır.

Nitekim, Hazreti Pîr buyurur: “Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın. Varlıklarından kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de ay da. Vücudunda nefsî ölen kişinin fermânına güneş de tâbîdir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş kişiyi güneş bile yakamaz.”

Bakın Hasan Çıkar Dede de, selâm olsun üzerine, bu konuyla ilgili neler söylüyor:

“Kimliğine eren kişi, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını bilir. Kendindeki her şeyin yaratıcıya ait olduğunu bilir. Yoklukta durup Allah’ın varlığını kendi vücudunda seyreder. Allah bize hem dünyayı hem de kendini verdi. Bundan daha büyük güç daha büyük bir zenginlik de yoktur.

Korkunun kaynağı, kimliğini unutup nefste kalıştır, cesaret ise imandan gelir. Eğer sen sıdk-ı bütün bir imanla yola koyulmuş isen seni yolundan kimse çeviremez. Ama imanın zayıfsa korkularla yaşarsın. Nefsi susturup korkulardan kurtulmaya ancak bilgi ile ulaşılır. Hakîkat bilgisi ile dolmaya, donanmaya başlayan insan korkularını teker teker yenilgiye uğratır.”

Hüdâvendigâr Mevlâna şöyle der: “Şu dünyada gördüğümüz güzellikler, şekiller, sûretler; kendisini gizleyen büyük bir sanatkârın, bir ressamın varlığını ispat etmektedir. Biz kem gözden gizli, izi belirmeyen ressama varalım. İnsanlık yolu, hakîkat yolu belâlarla dolu bir yoldur. Fakat yol gösterenimiz aşk olduğu için bizim korkumuz yok! Çünkü aşk, bu yolda nasıl gideceğimizi bize öğretir.” 

Kasîde:

“Şems-üd Din kemâlin nûrudur…

Ey sabah rüzgârı! Şems-üd Din’in yanaklarındaki benlerden, sakalındaki tellerden bize bir koku getir; o Hûten miskinin nefesini Çin’den Maçin’den getir… Eğer onun tatlı dilinden bize bir selâm varsa, bildir. Onun misk kokulu gönlünden  bize bir haber varsa, söyle… Şems-üd Din’in ayağına baş nedir ki, fedâ edeyim? Sen Şems-üd Din’in sade adını söyle, canımı sana saçayım…

Gönlüm onun aşkından en hayırlı bir esvâbın hilâtini giyinmiştir. Şems-üd Din’in aşkı benim giyeceğim, Şems-üd Din’in aşkı benim belirten alâmetimdir. Ben daha konuşmadan, Şems-i Din’in kokusuyla sarhoş oldum. Biz Şems-i Din’in kadehinden mestiz. Sâkî! Şarab getir… Biz aklımızı Şems-i Din’in kokusuyla güzel kokulandırmışız; ödağacının, amberin, Tataristan miskinin kokularından geçmişiz.

Şems-i Din rûh-ı revândır, Şems-i Din canın rahatlığıdır. Şems-i Din göz aydınlığıdır, Şems-i Din sevgili yârdır. Güzellerin ayı Şems-i Din’dir, parlak güneş Şems-i Din’dir. Can incisi Şems-i Din’di, gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din kemâlin tıpkısıdır. Şems-i Din kutlu bir faldır. Şems-i Din karar evidir. Yalnız ben Şems-i Din, Şems-i Din, diye terennüm etmiyorum; bağdan bülbüller, dağdan keklikler, “Şems-i Din, Şems-i Din” diyerek terennüm ediyorlar…

Şems-üd Din’in aşkı yanan mum gibidir, âşıklar da pervâne gibidirler. Onun aşk mumu önünde, her gün yüzbinlercesi kendilerini yok ediyorlar… Aydınlık gün Şems-i Din’dir, parlak ay Şems-i Din’dir. Can incisi Şems-i Din’dir. O, inciler saçan bir incidir…

Güzellerin güzelliği Şems-i Din’dir. Cennet ehlinin bağı Şems-i Din’dir. İnsanın tıpkısı Şems-i Din’dir, gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din gönülde oturandır, Şems-i Din mezedir, şaraptır. Şems-i Din tek bir incidir, Şems-i Din büyüklerin iftihârıdır…

Şems-i Din çengdir, rebabdır. Şems-i Din lezzetli meze ve şaraptır. Şems-i Din ışıktır ve yıldızdır. Şems-i Din şarabın neşesi ve humârıdır; fakat onun humârı gam ve tasa arttıran bir humâr değil, Şems-i Din’in humârını Tanrı’nın levhi ve kalemi say. Şems-i Din’i meleğin güzelliği, Şems-i Din’i feleğin lütfu bil…

Şems-i Din İsa nefeslidir. Şems-i Din Yusuf yanaklıdır. Şems-i Din âşık okşayan, Şems-i Din düşman eriten, Şems-i Din ümmetin başı, Şems-i Din huzur evidir…

Benim aklım, şuurum Şems-i Din, benim gözüm, kulağım Şems-i Din, benim dilime gelen hep sayısız Şems-i Din’dir. Allah’tan isterim ki, bir gece gizlice o Hazretle buluşayım; canım ortada, Şems-i Din kucağımda…

Ey âşıkların kılavuzu, ey âşıkların Peygamberi, Şems-i Tebrizî! Sakın benden el çekme.

Ben daha ne vakte kadar gizlenip Şems-i Din, Şems-i Din, diyeceğim. Şems-i Din Hazreti Muhammed’in nûrudur, iki cihanda da meşhûrdur…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXVIII

Peygamber’in –sallâllahu aleyhi vesellem – Ali’ye –Tanrı ondan razı olsun – “Herkes bir çeşit ibâdetle Tanrı’ya yaklaşmayı diler, sen akıllı ve Tanrı’ya ulaşmış kulla sohbet yüzünden yaklaşmaya çalış ki o kulların en ileri gideni olasın” diye nasihat etmesi.

Peygamber, Ali’ye dedi ki: “Ey Ali! Tanrı arslanısın, kuvvetlisin, korkmazsın, yüreklisin.

Fakat arslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın!

2955. Hiç kimsenin rivâyetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir.

Yeryüzünde onun gölgesi Kâf Dağı gibidir, rûhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta.

Kıyâmete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.

Güneş, insan sûretiyle yüzünü örtmüştür, insan sûretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

Yâ Ali! Sen, Tanrı yolundaki bütün ibâdetler içinde Tanrı’ya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç.

2960. Herkes bir çeşit ibâdete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı.

Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın.

Bu, senin için bütün ibâdetlerden daha iyidir. Bu sûretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun.

Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslîm ol; Mûsâ gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü.

Ey münâfıklık nedir, bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır” Haydi git, ayrılık geldi” demesin.

2965. Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma.

Mademki Hakk, onun eline “kendi elimdir” dedi; “Yedullahî fevkâ eydîhim” hükmünü verdi;

Şu hâlde Tanrı eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.

Bu yolu, nâdir olarak yapayalnız aşan bile yine Pîrlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır.

2970. Pîrin eli, kısa değildir, gaybdekilere de erişir. Onun eli, Tanrı kabzasından başka bir şey değildir ki.

Gaybda bulunanlara böyle bir hilâti verirlerse huzûrda bulunanlar şüphesiz gaybdekilerden daha iyidir.

Gaybdekileri bile doyururlar, onlara bile ihsân ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?

Huzûrlarında hizmet kemeri bağlanan nerede, kapı dışında bulunan nerede?

Pîri seçip ona teslîm oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir hâlde bulunma.

2975. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hazreti Muhammed Efendimizin eğitiminde yetişmiş ve bir ân dahî onun dışına çıkmamıştır.

Mürşidim Hasan Çıkar Dede, Hazreti Ali Efendimizin hakîkatini ve rûhunda tamamiyle Hazreti Muhammed Efendimizin rûhunun ikâmet ettiğini şu sözleriyle açıklar:

“Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hakk’a yürümeden önce Hazreti Ali’ye soyunmuştur ve O’nun rûhu Hazreti Ali’de ikâmet etmiştir. Hazreti Ali Efendimiz de, selâm olsun üzerine, son nefesinde şehâdet getirirken Hazreti Muhammed’e yola çıkmıştır. 

Nitekim, İsrâ sûresinin 71. âyetinde buyrulduğu üzere, “O gün bütün insanları imamları (önderleri) ile çağıracağız.”

Bizlerin de yolumuz, mürşidlerimizin ve Pîrimizin vasıtasıyla, Resûlallah’a çıkar. Yolcu, bir mürşid-i kâmile varmadan, Resûlallah’a varamaz.

Okuduğumuz beyitlerde geçen Kaf Dağı’ndan maksat Kutbu’l Aktâb olan mürşid-i kâmildir ve onun rûhu Simurg gibi yükseklerde uçmakta ve yücelerde dolaşmaktadır.

Fusûsu’l-Hikem’i şerh eden Abdullah Bosnevî Hazretlerinin buyurduğu üzere, Kutbu’l Aktâb olan mürşid-i kâmilin terbiyesinde yetişen sâlik “ayn”a isâbet eder ve ayn’el yakîn mertebesine nâil olur. Nitekim Hazreti Pîrimiz Mevlâna da onlardandır ve efendisi Hazreti Şems’in nazârıyla ayn’el yakîn mertebesine ulaşmış olduğundan, “Kıyâmete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.Güneş (Şems), insan sûretiyle yüzünü örtmüştür, insan sûretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir” diye buyurarak bu sırrı beyân etmektedir.

Ey Ali yolunda yürüyen yolcu, “Sen, Tanrı yolundaki bütün ibâdetler içinde Tanrı’ya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibâdete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı. Sen akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın.”

Mürşid-i kâmile intisâb ettin mi artık onun sözünden dışarı çıkma, tamamiyle teslîmiyet içinde ol, çünkü o ilm-i ledünde Hazreti Hızır’a benzer, sen de Hazreti Musa gibi onun hükmü altına gir. 

Her ne kadar, Hazreti Hızır, bir çocuğu öldürdüğünde ve bir gemiyi deldiğinde Hazreti Musa itirâz ettiyse de, sen, mürşid-i kâmil senin nazârına uymayan işler yapsa dahî itirâz etme ve sabret ki, o, “Yürü git, senin bu yolda yürümeye istidâdın yok” demesin.

Zîrâ, Tanrı’nın eli, mürşid-i kâmilin eli üzerindedir; şu hâlde Tanrı eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.

Ayna olmak istiyorsan, aynana yüz tut ve ondan başkasını zikretme.

Mürşidim Hasan Çıkar Dede’nin bir şiirinde seslendiği gibi…

“Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost,

Ey Hakk yolcusu,

Mürşidini kendine ayna et,

Toprak beden, kendine gel artık,

Dünyaya meylini bırak ey dost.

Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost,

Ey Hakk yolcusu,

Tertemiz aynandan başka söz etme,

Dâim ondan, Tanrı’dan söz et,

Yeri göğü yaratanın sende özü var…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXVII

Pîr kimdir? Pîrin sıfatları.

Ey Hakk nûru Hüsâmeddin! Bir iki kâğıdı fazla al da Pîrin sıfatlarını anlatayım.

2930. Gerçi vücudun nazik ve çok zayıf, fakat sensiz cihanın işi yoluna girmiyor.

Gerçi ışık (gibi nûrlu, lâtif) ve sırça (gibi ince ve nazik) oldun. Fakat gönül ehlinin başısın, onlara muktedâsın.

Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tâbîdir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsânındır.

Yol bilen Pîrin ahvâlini yaz; Pîri seç, onu yolun ta kendisi bil.

Pîr, yaz mevsimidir; halk ise güz mevsimi… Halk, geceye benzer, Pîr aya…

2935. Genç ve ter ü taze talihe Pîr adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil.

O öyle bir Pîrdir ki ibtidâsı yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur.

Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “Min ledün” şarabı olursa…

Pîri bul ki bu yolculuk, Pîrsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle doludur.

Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın.

2940. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme!

Ey nobrân! Pîrin gölgesi olmazsa gûlyabanînin sesi, seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır.

Gûlyabanî, sana sana zarar verir, yolundan alıkoyar. Bu yolda nice senden daha dahi kişiler kaybolup gittiler.

Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü rûhlu İblis’in onlara neler yaptığını Kur’ân’dan işit!

Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felâkete uğrattı, çırçıplak bıraktı.

2945. Onların kemiklerine, kıllarına (onlardan kalan eserlere) bak da ibret al; eşeğini onların yoluna sürme.

Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür.

Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeyi sever. Gaflet edip de bir ân boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır.

Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir.

Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur.

2950. Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk oldular.

Hevâ hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, hevâ ve hevestir.

Cihanda bu hevâ ve hevesi, yoldaşların gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

Yüce Pîr Mevlâna’nın bu bölümün ilk beyitlerinde beyân ettiği cihetle, Mesnevî’yi kaleme alan, Mevlâna’nın kendisine “Rûhumun mertebesi, Hakk ziyâsı, gözümün nûru” diye hitâb ettiği ve çok değer verdiği dervişi Çelebi Hüsâmeddin’dir.

Çelebi Hüsâmeddin Hazretlerinin, belli ki, riyâzat ve mücâhede ile bedeni zayıf düşmüş, fakat diğer yandan rûhen âdetâ bir güneş gibi parlamaktadır. Bu sebeple Hazreti Pîr, “Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tâbîdir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsânındır” diyerek Mesnevî’nin yazılmasına devam etmesini istiyor ve Pîrin ahvâlini anlatmaya koyuluyor.

Pîr, yani mürşid-i kâmil, yaz mevsimi gibidir, halk ise güz mevsimi gibi; halk geceye benzer, mürşid-i kâmil aya.

Hazreti Mevlâna, sonraki beyitte, “Genç ve ter ü taze talihe Pîr adını taktım” diyor; yani genç ve ter ü taze talihten maksat mürşid-i kâmilin rûhu ve hakîkatidir ki, zaman ve mekâna tâbî olmaksızın ezelî ezelîden Hakk cihetinden kemâlat bulmuştur. Mürşid-i kâmil, hakîkat-i Muhammedîye’dir ve hakîkat-i Muhammedîye’nin ibtidâsı, yani bir başlangıcı yoktur. O, öyle nâdir bir incidir ki, onun şerîki (ortağı) ve nâziri (eşi, benzeri) yoktur.

Nitekim, Yüce Pîr Muhammed Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir kasîdesinde kendi kutbîyetini ifşâ ederek şöyle buyurur:

“Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin. Mustafa yine geldi iman edin.” 

Ve bir başka beyitinde de şöyle seslenir bizlere…

“İlâhî, benim aşkım ayân-ı sâbite mertebesinden beri kemâline idi. Ne gökyüzü, ne de yeryüzü vardı. Benim talebimi işitir idin. Ne bir güneş vardı, ne de bir ay! Ne bir baş ve ne de bir külâh var idi ki, sen beni aşkın için seçilmişler içinden seçtin.”

Hazreti Pîr Mevlâna, sonraki beyitlerinde, bizlere nasihat ediyor ve insanın yolculuğu esnasında bir Pîre, yani bir mürşid-i kâmile intisâb etmesi gerektiğini söylüyor ki, o mürşid-i kâmil onu bu yolun tuzaklarından korusun, yani yolcunun aklını büyütsün, böylece kemâlata ersin, kimliğine vâkıf olsun ve kâmil bir insan olsun. Zîrâ bu yolda korkular, birçok âfetler ve türlü türlü tehlikeler vardır.

Çünkü, “Ey nobrân! Pîrin gölgesi olmazsa gûlyabanînin sesi, seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır. Gûlyabanî, sana sana zarar verir, yolundan alıkoyar. Bu yolda nice senden daha dâhî kişiler kaybolup gittiler.”

Kur’ân-ı Kerîm’de, Nâs sûresinin 5. âyetinde buyrulduğu üzere, gûlyabanî, “İnsanların sâdırlarına vesvese sokar.”

İnsanın nefsi, kendinin düşmanıdır; öyle ki Hazreti Pîr burada nefsi, eşek sıfatında tâbir eder ve, “Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir” diye buyururarak, Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Ey Peygamberim de ki: Yeryüzünde dolaşın da bakın o Peygamberlere yalancı diyenlerin akîbeti nasıl olmuş, görün!” (Enâm, 11) âyetine işâret eder.

“Hevâ hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, hevâ ve hevestir” beyitinde ise;

“Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna tâbî olurlar ve onlar sadece yalan söylerler.” (Enâm, 116) âyetine ve;

“Ey Davud! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümrân kıldık, o hâlde insanlar arasında adâletle hükmet, hevâ ve hevese uyma yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan sapanlara, onlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azâb vardır.” (Sâd, 26)

âyetine işâret edilmektedir.

Kasîde:

“Eğer sen güneşten yararlanmak istiyorsan, geceleri ay ışığını arzu ediyor isen, işte doğudan güneşi gönderen, geceleri ayı göklerde dolaştıranı anla!

Eğer sen ibâdet etmek için seher vaktini düşünüyorsan, sabahı arzu ediyorsan, onları sana lütfedeni tefekkür et; gönlün, minnet ve şükrân hisleri ile dolsun!

Ey Ken’an diyârının Yusuf’u, ey Süleyman’ın canı! Eğer sen taç ve kemer istiyorsan, işte sana bir taç ve kemer bağışlayan eşsiz varlık!..

Ey gâzâ safının Hamza’sı, ey savaşların Rüstem’i! Eğer kılıç ve kalkan istiyorsan, işte sana bir kılıç ve kalkan ihsân eden!..

Ey gül koklayan bülbül, ey hoş konuşan dudu kuşu! Eğer tat ve şeker istiyorsan, işte sana tat ve şeker veren!..

Ey aklın ve zekânın düşmanı, ey âşık öldüren âşık! Eğer kulak ve göz istiyorsan, işte onları sana lütfeden varlık!..

Ey kinle dolu şeytan, ey insanın en eski düşmanı! Eğer sen fitne ve şer istiyorsan, işte sana ilâhî adâleti yerine getirmek için insanların başına fitne ve şer yağdıran!..

Sus; o kadar söylenme! Kalk, yola düş! Eğer yol arkadaşı istiyor isen, işte sana yol arkadaşı yollayan!..

Ey Tebrizli Şemsülhakk! Güzelliğinizden ve gönül alıcı oluşunuzdan ötürü, dertli bir âşık arzu ediyor isen, işte sana dertli bir âşık!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXVI

“Sofinin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar gibi bembeyaz ve temiz gönüldür.” Mevlâna 

Kıyâmet günü her şeyin Tanrı’ya arz edileceği, Tanrı tarafından görülüp sorulacağı en büyük bir gündür. Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kişi ister.

O görünüş günü; Hindû gibi yüzü kapkara olan kişiye rüsvây olmak nöbetinin gelip çattığı gündür. Yüzü güneş gibi olmayan, ancak yüzünü peçe gibi örten geceyi ister.

2915. Dikeninde bir gül yaprağı bile bulunmadığından baharlar onun sırlarına düşman kesilmiştir.

Fakat bahar, baştan ayağa kadar gül ve süsen olana iki aydın gözdür.

Mânâdan mahrûm olan diken, gül bahçesiyle bir arada bulunabilmek için güz mevsimini ister güz mevsimini! 

Çünkü güz, hem gülün öğünecek hâlini, hem dikenin ayıbını örter. Bu sûretle sen de onun rengiyle bunun hâlini görmezsin.

Şu hâlde güz, dikenin hayatıdır, baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür.

2920. Ama bahçıvan, gülü güzün de görür. Bu bir kişinin görüşü yok mu? Yüzlerce cihanın görüşünden iyidir. 

Zaten cihan o bir kişiden ibârettir. Geri kalanlar, hep onun tâbîleridir, hep onun yüzünden geçinenlerdir. 

Onun için bütün güzel çiçekler “Müjde, müjde; işte bahar gelmekte” deyip dururlar.

Çiçekler, akarsu zinciri gibi parlamak, meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler.

Baharda çiçek dökülünce meyve baş gösterir. Ten de harâb olunca can görünür.

2925. Meyve mânâdır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! 

Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür. 

Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu? 

Helile, ilâçların arasında kırılıp ezilmedikçe, ilâçlar nereden sıhhati arttıracak?

Evet… Meyve mânâdır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar.

Hüdâvendigâr Mevlâna, “Ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek değil mi?
Tanrı nûruyla gören, sondan önden âgâh olan şeyh; âhiri gören gözü Tanrı uğrunda yummuş, menzîle ulaşma husûsunda sonu gören gözü açmıştır. Hasetçiler ise kötü ağaçtır. Yarattıkları acı, bahtları kötüdür” diye buyurur ve yine şöyle devam eder: “Bahçıvan nerede meyveli bir ağaç görürse onu dadı gibi besler, yetiştirir. Fakat nerede bir acı ve kuru ağaç görürse fışkı, miskten kurtulsun diye keser. Kuru ağaç, bahçıvana, ‘Yiğit, suçsuz, günâhsız niye benim başımı kesiyorsun?’ der. Bahçıvan der ki: ‘Sus, kötü huylu. Kuruluğun suç olarak yetmez mi?’ Kuru ağaç ‘Ben doğruyum, eğri değil. Niçin suçum yokken beni kesiyorsun der?’ der. Bahçıvan der ki: ‘Kutlu bir şey olsaydın da keşke eğri olsaydın, fakat yaş olsaydın! Öyle olsaydın âb-ı hayatı çeker, dirilik suyu ile karışır, hayat bulurdun. Tohumun kötüymüş, aslın kötüymüş, güzel bir ağaca ulaşamamışsın. Güzel bir ağaç dalı, kötü bir ağaca aşılansa o güzellik, kötü ağacın tabîatını da güzelleştirir.” 

“Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir. Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hattâ ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi âb-ı hayattır! Sen sûrete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânâyı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut! Hulâsa o öyle şeydir ki yüzbinlerce eseri var. En aşağılık hassâsı, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır. Tektir ama binlerce eseri, nişânesi var. O bire sayısız adlar gerek.”

“İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur. Ağacın yaprakları, çiçekleri kökten haber verir. İnsanın sözleri, davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir” der Hasan Çıkar Dede ve şöyle devam eder; “Misâl olarak diyelim ki, bahçemizde bir meyva ağacı var, meyva da veriyor fakat, yabanî olduğu için meyvalarının tatları ekşi, yenmiyor. Çare olarak hemen işinin ehli bir bahçıvan bulup aşı yaptırıyoruz. Bir sene sonra da bakıyoruz ki, o yabanî ağaç tatlı meyvalar veren güzel bir ağaca dönüşmüş. Bunun gibi insanın da aşıcısı yine insandır. Hakîkatte bütün varlık âleminin aşıcısı insandır. Bir insan, başka bir insandan aşı almazsa, isterse sayısız bilgilere sahip olsun, ancak meyvanın kabuğuna gelir ama meyvanın tadına varamaz.” 

Kur’ân-ı Kerîm’den şu iki âyete kulak verelim…

“Görmez misin, Tanrı nasıl misâl getirir? Temiz söz, kökü yerinde durur, dalları, yaprakları göklere çıkan temiz bir ağaç gibidir.” (İbrahim, 24)

“Meryem, Rûhülkudüs’ten gebe kalıp doğum zamanı gelince, bana şimdi ne diyecekler? Keşke ölüp gitsem, unutulsaydım da başıma bu iş gelmeseydi diye bir sahrâya gitmiş ve orada bir hurma ağacına yapışmıştı. Kendisine ağacı silk de hurma ağacından yaş ve taze hurmalar dökülsün diye ses geldi. Ağacı silkince hakîkaten hurmalar döküldü.” (Meryem, 22-25)

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde der ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibâdetten daha üstündür. Onun yanında oturmak, gölgesinin yanında oturmak, Tanrı’nın yanında oturmaktır.” 

Mevlâna’mız yine çok güzel buyurur: “Tûba gölgesini gör de güzelce uyu… o gölgeye baş koy da serkeşlik etmeden uykuya dal! Nefsi aşağılama gölgesi, güzel bir yatılacak yerdir… o ârılığa istidâdı olana hoş bir uyku verir. Bu gölgeyi bırakır da benlik tarafına gidersen çabucak âsî olur, azar, yolunu kaybeder gidersin! Şu hâlde yürü şeyhin emrinin gölgesi altına git; sus emre uy! Böyle yapmadın mı istidâd ve kabiliyet sahibi bile olsan kâmillik davasına kalkıştığından değişir, çarpılır, istidâd ve kabiliyetini kaybedersin!” 

Kasîde:

“Ey aşk sûfîleri, hırkalarınızı yırtınız! Güller bile seher vakti esen rüzgâr sabâ rüzgârının tatlılığına dayanamazlar da yüzlerce elbiseler yırtarlar. 

Çünkü gül, sevgiliden ayrıldığı için dikene bağlanıp kalmamak talihsizliğine uğradı. Hem sevgiliden ayrı düşmek, hem dikenin acılarına katlanmak; bu dert yüzünden gülün sabrı, kararı kalmadı. 

Gayb âleminden biri göründü, yüz gösterdi. Bizi davet etti, sonra çekilip gitti. O görünür görünmez yolumuz kısaldı. ‘Ayağın bile yoksa, ayaksız olarak yürü git!’ dedi. 

Ben de sustum, sonra kendim gülün arkasına düştüm. ‘Benden reyhana, lâleye selâm söyleyin, onlara saygılarımı arz edin!’ dedi. 

Gönül sözlerle dopdolu, fakat söylemeye imkân yok. Ey sûfîlerin canları, siz dudaklarınızı açın da, başımızdan geçenleri siz söyleyin! 

Onun henüz belirip meydana çıkmadığını, kendini göstermediğini siz söyleyin. Çünkü, geçmiş zamandan bahsetmek sûfîlerin huyu değildir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXV

“Derd-i aşkı gayrıdan sorma ne bilsin çekmeyen; ânı yine âşık-ı nâlâna söylen söylesin.” Bakî

(Aşk derdini başkalarından sormayın. Aşkı çekmeyen onun ne olduğunu ne bilsin? Siz onu yine inleyen âşığa sorun ki, size hepsini bir bir anlatıversin.)

O bedevîyi, oraya yoksulluk çekiyordu. Nihâyet o kapıyı, o devleti gördü. O penâhı olmayan yoksula padişâhın ihsânını hikâye etmiştik.

2875. Âşık, aşk diyârında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur.

Fıkîhtan bahsetse ağzından hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk kokusu gelir.

Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dâir söz söylese sözleri, yakîni anlatmış olur. Eğri söylese doğru görünür. O ne güzel eğridir ki doğruyu süsler.

Doğruluk denizinden zuhûr eden o eğri köpük, ferîdir. Sâf asıl, o feri de sâflıkla bezemiştir.

2880. O köpüğü sâf ve makbûl bil. Sevgilinin dudağından çıkan azarlayış say.

Âşığın, pek de istemediği o azar, sevgilinin yüzünün hatırı için hoş görülür.

Şekeri, ekmek şekline sokar, pişirirsen tadınca yine onda şeker lezzeti vardır, ekmek lezzeti bulunmaz. Bir mümin, altından yapılmış bir put bulsa hiç onu Şâmânlara bırakır mı?

Bırakmadıktan başka alır, ateşe atar. Onun ârîyet şeklini bu sûretle eritip bozar.

2885. Altında put şekli kalmaz. Çünkü sûret, ibâdete mânidir, yol vurucudur.

O putun hakîkati, yani altın; Tanrı’nın bir ihsânıdır. Sonradan put şekline sokulmuştur. Altın, Tanrı ihsânı olup altınlık nasıl bu ihsân için ârîyet bir sûretse put şekli de altın için ârızî bir sûrettir.

Bir pire için yepyeni kilimi yakma. Sineğin verdiği baş ağrısı yüzünden gününü zâyî etme.

Sûrette kalırsan putperestsin. Her şeyin sûretini bırak, mânâya bak.

Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap.

2890. Onun şekline rengine bakma; azmine ve maksadına bak.

Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de. 

Bu hikâye parça buçuk söylendi (araya sözler karıştı, başka hikâyeler girdi.) Âşıkların işi gibi başsız, ayaksız nakledildi.

Fakat hakîkatte başı yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. Sonu da yok. Ebedle eş!

2895. Hattâ su gibidir; her katrası hem baştır, hem ayak… Hem de başsız, ayaksız koşup gider.

Hâşâ, bu hikâye değil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü hâlimizdir, dikkat et!

Kuvvet ve kudret sahibi olan sofîlerin yanında geçmiş anılmaz.

Arap da biziz, testi de biziz, padişâh da biziz, hepsi biziz. Ezelde mahrûm olanlar, bunu anlamaktan mahrûm kaldılar. 

Aklı erkek bil. Kadın da bu nefis ve tabîattır. Bu ikisi zûlmete mensûb ve münkîrdirler; akıl ise ışıktır.

2900. Şimdi dinle, asıl inkâr neden meydana geldi, Şundan: küllün çeşit çeşit cüzîleri vardır.

Bu küllün cüz’ü, cüzülerin külle nispeti gibi değildir (terkip kabul etmez); gülün cüz’ü olan gül kokusu gibi de değildir. (Cüzülenmez; bu cüz ve kül itibârîdir.)

Yeşilliğin letâfeti güldeki güldeki letâfetin (itibârî olarak) cüz’ü olduğu gibi kumrunun sesi de (yine itibârî olarak) bülbül nağmesinin bir cüz’üdür.

Eğer bu husûstaki müşkül şeyleri anlatmaya, onlara cevap vermeye koyulsam susamışlara ne vakit su vereceğim? 

Eğer sen, burada müşkül vaziyete düştüysen sabret. Sabır, gamdan kurtulmak için anahtardır.

2905. Sakın, endişelerden sakın! Fikir arslan ve yaban eşeğidir, gönüller de ormanlıklar.

Perhizler, ilâçların başıdır. Çünkü kaşınma, uyuzluğu arttırır.

Perhiz, şüphe yok ki ilâcın aslıdır. Düşüncelerden perhiz et de can kuvvetini gör!

Sen, kulak gibi bu sözlere kabiliyet kazan da sana altından küpe takayım.

Küpe de ne? Altın madeni olursun Ay’a, Süreyya’ya kadar yükselirsin.

2910. Önce şunu duy ki bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “yâ”ya kadar olan harfler gibi muhteliftir.

Bir yüzden baştan ayağa kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde birbirlerine benzerlik yoktur.

Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden birbirleriyle bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibâret, bir yüzden tamamı ile faydalı ve ciddîdir.

Aşk varlıktaki dönüşümü sağlayan bir güçtür. Ekmeği yediğin zaman sana gıda olur, sende dirilir, sen olur. Onun can buluşundaki hikmet, yaratılmışların hepsinde mevcuttur; aslımıza duyduğumuz özlem, kavuşma arzusudur. 

Hazreti Ali Efendimizin, insana ne güzel bir seslenişi vardır, şöyle der: “Sen ey insan, açıklayıcı bir kitap gibisin. Harfler içindeki gizlilikleri açığa vuran ve beyân eden vasıtalardır. Olgun insan, semâvî kitapların tümü kabul edilmiştir.”

Gayb sırlarının tercümanı Hazreti Ali Efendimiz yine buyurmuşlardır ki: “Aşktan daha feyiz verici, aşktan daha önemli bir hikmet rehberi, hayatın özünü her zerresine kadar gösteren, yollara ışık tutan, rûhun her yüzünde parlayan, aşktan daha üstün bir mürşid yoktur.”  

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVIII

Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi.

2680. Kadın dedi ki: “Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır.

O, Tanrı vekîli, Tanrı halîfesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir.

O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbâl sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?

İkbâl sahiplerinin dostluğu kimyâ gibidir. Onların nazârına benzer kimyâ nerede?

Ahmed’in gözü Ebûbekir’e değince o bir tasdîk yüzünden Sıddık olmuştur.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Allah, bir kuluna hayır vermek isterse kalbinde iki göz açar, o kul o gözlerle gayb âlemini görür” diye buyurur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir gazelinde şöyle seslenir:

“Biz dünya mârekesinden ve Mansûr’un nüktesinden evvel, can âleminin Bağdat’ında ‘Ene’l-Hakk’ nârâsını vurur idik.”

İkbâl sahibi bir Tanrı halîfesinin, yâni insan-ı kâmilin nazârına mazhâr olanlar, o nazârın kimyâsıyla, bakır iken altın hâline gelirler, derviş hırkası giyip, yokluğa ererler ve can âleminin Bağdat’ında canlar güneşini temâşâ ederler. 

Dîvân şâirlerinden Ruhî de, ruhu şâd olsun, ne güzel söyler…

“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra,

Varını, yoğunu yak da gel, derviş!

Ene’l-Hakk uğrunda çekilip dâra,

Mansûr’un camını çak da gel, derviş!

Erenler bağından koku al, koku,

Ârif ol, kitab-ı elesti oku,

Mânâ tezgâhında dîbâlar doku,

Hülleyi sırtına tak da gel, derviş!

Mürşide teslîm ol mevtâlar gibi,

Sükût eyle, görme, âmâlar gibi,

Lâkin zamanında deryâlar gibi,

Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!

Çıkmasın ‘Sekahüm’ remzi dilinden,

Mürşidini Hakk bil çıkma yolundan,

Koku alacaksan mânâ gülünden,

Ruhî’nin kalbine bak da gel, derviş!”

Ve Âriflerin Menkîbeleri’nde, insan-ı kâmilin nazârının vasıfları hakkında, Yüce Pîr Mevlâna’dan şöyle rivâyet edilir:

“Babamın temiz ruhuna yemin ederim ki, hakîki ve doğru şeyh, müridi farkına varmadan onun işini tamamlar, hiç bir mücâhede ve hizmet etmeden onu Tanrı’ya ulaştırır ve yine onu öyle bir mertebeye kavuşturur ki, müridin bakır vücudu baş­kalarının bakır vücudunun iksiri olur. Nihâyet o bakırları altın yapar ve kimyâ hâline getirir. Bu kuvvet ve kudret Muhammed dininden olanların ve ona uyanlarındır. 

Şiir: 

Kimya ile bakırı altın etmek tuhaftır. 

Şu bakı­ra bak ki, her an kimyâ yapıyor…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVIII

Kadınlar akıllı kişiye gâlebe ederler, fakat câhil kişi onlara gâlib olur.

Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kişilere, ehlidil olanlara fazlasıyla gâlib olurlar.

Fakat câhiller, kadına gâlebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.

2430. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabîatlarında, yaratılışlarında hayvanlık üstündür.

Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse… hayvanlık vasfıdır.

Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!

Yeri gelmişken, İslâm’da ve Mevlevîlikte kadının öneminden bahsetmek uygun olacaktır.

Bilindiği üzere, Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, peygamberliği ile yeni bir çağ açılmıştır. Kadınların, kölelerin ve savunmasızların hakları O’nunla korunmaya başlanmıştır. Kadınlar, Hazreti Muhammed Efendimizin devrinde saadete ermiştir. Kur’ân-ı Kerîm, herkesin haklarının korunmasını düzenleyici kurallar getirmiş ve tüm insanlığı doğaya, erkek ve kadın olarak birbirlerine karşı saygılı olmaya çağırmış ve bunu yaparken de tüm bunları yaratan Tanrı’yı daima aklımıza getirmemizi istemiştir. Bütün bu vahiyler, putperestliğin yaygın olduğu sırada, erkek çocukların dünyaya gelişinin aileyi şereflendirdiği, kız çocukların ise diri diri gömüldüğü yüzyılda gelmiştir.

Diğer birçok şeyin yanında, Hazreti Muhammed Efendimizin peygamberliğinin ilk yıllarında, kadınların toplum hayatının her yönünde aktif olarak yer aldıkları görülmektedir. Kadınlar, Medîne’deki ilk câminin yapımına yardım etmişler ve orada erkeklerle birlikte ibâdet etmişlerdir. Bir tarafta erkekler sıra hâlinde dururlarken, diğer tarafta kadınlar aynı şekilde omuz omuza yer almışlardır. Bazı toplumlar, bugün hâlâ, Hazreti Muhammed Efendimizin Medîne’deki câmisinde bu düzeni muhafaza etmektedirler. 

Hazreti Muhammed Efendimizin, en büyük kızı Zeynep’ten olan torunu Umeynâ’yı nasıl, zaman zaman, Medîne’deki câmiye getirdiği ve onu omuzlarına almak suretiyle nasıl namaz kıldığı konusunda güzel bir hikâye vardır ki, secde etmesi gerektiği zamanlarda, onu yanına koyduğu ve tekrar kıyâma kalktığında onu yine omuzlarına aldığı anlatılır.

Hazreti Muhammed Efendimizin dâr’ül bekâya irtihâl etmesinden sonra onun hadîslerini aktaranlar arasında Hazreti Muhammed’in eşleri de yer almaktadır. Ve en önemlisi, Hazreti Muhammed Efendimizin torunlarının annesi ve İslâmiyet’in bâtınî yönünün tezâhür ettiği ilk kişi kızı Hazreti Fatma Annemizdir, selâm olsun üzerine.

Peygamber Efendimizin ilk eşi Hazreti Hatice, selâm üzerine olsun, peygamberliğinin ilk yıllarında, toplumda birçok kişi kendisine karşıyken Hazreti Muhammed Efendimizin yanında cesurca yer almıştır. Üstelik bunu kendisi ve ailesinin toplum dışı bırakılması ve zorluklara mâruz kalmasına rağmen yapmıştır. Hiçbir zaman Hazreti Muhammed Efendimizi ve vazîfesini desteklemekten vazgeçmemiştir. O, her zaman Peygamber Efendimizin hayat arkadaşı ve en güvendiği kişi olmuş ve yeni filizlenen bu inanç yolunda kendilerini destekleyen tüm insanlara kucağını açmış ve onlara dayanak olmuştur.

Peygamber Efendimizin ciğerparesi, biricik kızı Hazreti Fatma’nın oturuşu, yürüyüşü ve konuşması ile babasını çok fazla andırdığı söylenir.

Peygamber Efendimizin, Hazreti Hatice’den sonra evlendiği hanımı Ayşe, Hazreti Fatma için şunları söylemiştir: “Allah’ın başka hiçbir kulunun, Resulallah’ı, konuşması, sözleri ve oturuşuyla daha fazla andırdığını görmedim. Allah her zaman onunla olsun. Resulallah onun geldiğini gördüğünde, yerinden kalkar onu öper, elinden tutar ve yanına oturturdu; kendisini görmeye geldiğinde, Fatma da O’na karşı aynı şekilde davranırdı; O’nun Fatma’ya karşı özel bir sevgisi vardı. Bir keresinde şöyle demiştir: ‘Her kim Fatma’yı memnun ederse, Allah’ı memnun etmiş demektir ve her kim Fatma’yı incitirse Allah’ı incitmiş demektir. Onu memnun eden her şey beni memnun eder, onu kızdıran her şey beni kızdırır ve onu incitmiş olan herkes beni incitmiş sayılır.’ Bir seyahate gitmeden önce en son olarak Fatma’yı görür ve seyahatten döndükten sonra da ilk olarak Fatma’ya giderdi.”

Sonuş itibâriyle, Hazreti Muhammed Efendimizin verdiği mesaj, ruh ve bedeni, uhrevî ve dünyevî yaşamı, erkek ve kadını bir bütün olarak ele alır. Farklı kültürel yaklaşımlar bu amacın özünden sapmasına neden olmuş olsa da, Kur’ân’da, Tanrı’nın nezdinde erkek ve kadının eşitliği gözler önüne serilmiştir. Yüzyıllar boyunca erkekler kadar kadınlar da aşkın ışığını taşımaya devam etmişlerdir. Bir çok nedenden ötürü, pek çok bölgede kadınlar erkeklerden daha az göze çarpmışlar, daha az seslerini duyurmuşlar ve toplumda kendilerini daha az göstermişlerdir. Fakat bununla birlikte erkeklerle birlikte toplum içerisinde rol üstlenmişlerdir. Yüzyıllar boyunca ortaya çıkan birçok tasavvufî çevrede, kadınlar törenlerde erkeklerle birlikte yer almışlardır. 

Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yolu olan Mevlevîlikte, kadınlara her zaman saygı duyulmuş ve mânevî yolda her şekilde rol almaları için dâvet edilmişlerdir. Hatta sıklıkla, hem kadınlara hem de erkeklere rehberlik eden Mevlevî şeyh hanımefendiler olmuştur. 

Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın birçok kadın müridinin olmasının yanısıra, kadınların semâ âyinlerine katılmaları da teşvik edilirdi. O devirde, genellikle kadınlar kendi aralarında semâ yapmakla birlikte bazen de erkeklerle birlikte sema yaparlardı. 

Hazreti Pîr, sıklıkla kadınlardan güzellikle söz eder ve kadını, Allah’ın dünyadaki yaratıcı gücünün en güzel örneği olarak gösterirken, yukarıdaki beyitlerde de görüldüğü üzere, Mesnevî’sinde bunu, “Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!” sözleriyle dile getirir.

Yüce Pîr Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri’nin eşi Fatma Hatun hakkında, Ahmed Eflâkî Dede’nin kaleme aldığı, Âriflerin Menkîbeleri isimli eserinde şöyle bahsedilmektedir: 

“Fatma, hem bâtınî dünyada, hem de zâhirî dünyada birçok mucizeler gerçekleştirmiştir. Fatma, cennetteki ruhanî varlıkları açıkça görebilirdi ve insanların düşüncelerini de rahatlıkla okuyabilirdi. O, cennetin saf sütü gibiydi. Mürşidi Mevlâna’dan bir an olsun ayrılmak istemezdi ve onun kutsal sohbetlerinden, aydınlanmaya dair muhteşem sırlar öğrenmişti.”

Mevlevîlik yolu, gerçek bir insan olma ve insan gibi yaşama sanatıdır. Erkek ve kadınlar bu ışık altında birlikte ayakta durmalıdırlar. Özellikle yaşadığımız zamanda, eşit derecede paylaşımın önü açılmalıdır. Birbirimizden öğreneceğimiz çok fazla şey vardır. Kadın ve erkekler, kendi içlerinde denge kurmak kadar, dünyada dengeyi sağlamak için de birbirlerini tamamlamalıdırlar. Birbirimizi Tanrı’nın ilâhî bütünlüğüne teşvîk etmek suretiyle, Tanrısallığı birbirimizde görmeye çaba harcadığımız sürece, kalıplardan kurtulabiliriz ve yaratılışın mucizesine tanık olmayı öğrendikçe, öyle bir zaman gelir ki, “Nereye bakarsanız bakın Allah’ın yüzünü görürsünüz. Allah’ın yüzünden başka her şey yok olmaya mahkumdur” (Bakara, 115) âyeti bizlerde tecellî etmeye başlar.

İster kadın, ister erkek olalım, kalblerimizin aynasını parlatmak, her an her dakika ve her nefeste Tanrı’yı anmak çabasında olalım. İçimizde Allah aşkından başka hiçbir aşka veya sevgiliye yer kalmayıncaya kadar sadece mutlak varlık olan Allah ile bir oluncaya kadar her an O’nu analım ve yaşatalım. Aşkın içinde eriyelim ve tamamen aşk olalım…

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLI

“Ârif, sen sustuğun hâlde, senin sırrından bahseden kimsedir.” Mevlâna

Nefs çok övülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçakgönüllü, hor, hakîr ol; ululuk taslama!

Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgân olma!

Yoksa; senin bu letâfetin, bu güzelliğin kalmayınca, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.

Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar.

1865. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler.

Genç oğlan gibi. Ona önce Tanrı adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler.

Fakat kötülükte adı çıkıp da zaman geçince, bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan şeytan bile utanır.

Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen şeytandan da betersin.

Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırır.

1870. Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden şeytan da kaçmaktadır.

Eteğine sarılan kimse de, sen bu hâle gelince senden kaçar!

Âriflerin Menkîbeleri’nde rivâyet edilir ki: “Bir gün İslâm Sultanı İzzeddin Keykavus, Mevlâna Hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat etmeyip bilgiler saçmakla ve nasihatlerle meşgul oldu. 

İslâm Sultanı kul gibi tezellül gösterip: ‘Mevlâna Hazretleri bana bir nasihat versin’ dedi. 

Mevlâna: ‘Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Tanrı seni Sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun’ buyurdu. 

Sultan ağlayarak dışarı çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve, ‘Ey Tanrı, Mevlâna Hazretleri bana sert sözler söyledi ise de, senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçakgönüllülüğü senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki riyâsız sıdkın hürmetine bana merhamet et’ dedi ve şu iki beyiti söyledi: 

‘Nemli olan iki gözümün yaşına, ateş ve gamla dolu olan sineme merhamet et. 

Ey rahmeti her çoktan çok, her azdan az olan ben kuluna merhamet et.’

Mevlâna Hazretleri salına salına dışarı çıktı onun gönlü­nü alıp: ‘Git, yüce Tanrı sana merhamet etti ve seni bağışladı’ buyurdu.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Her kim ki birisinin kendisine kıyâm etmesini isterse, oturmak için kendisine ateşten bir yer hazırlasın” diye buyurur.

“Kıyâm ancak Allah’ın huzurunda yapılır. Kendisine kıyâmda bulunulmasını isteyen kişide kibir vardır. İnsanlıktan çıkmış Firavun sıfatına girmiştir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şu şiiri dile getirir:

“Kendini bil ey insan, bin sır ile Tanrı yüklemiş seni. 

Sen aynasın, O’dur güzelliğin sultanı ey insan. 

Âlemde ne varsa sendedir her ân için, 

Sen sende ara kendini, kendini tanı ey insan. 

Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer, 

Gül bahçesi olurdu gök ile yer, ey insan. 

İnsandan silinsin şu kibir, gör o zaman, 

Her Firavun sanki Musa Peygamber ey insan. 

Dünyada ilk son varlıksın ey insan, 

Allah katında tek varlıksın, 

Halîfe-i Hakk’sın ey insan. 

Yerin göğün tek varlığı, kâinatın nurusun ey insan. 

Âlemler sende zuhûr oldu, sen Hakk’sın ey insan…”

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Firavun, ben Tanrı’yım, dedi, alçaldı. Mansur, ben Hakk’ım, dedi, kurtuldu. O, ‘Benim’ deyişin ardından hemen Tanrı lâneti ulaştı. Fakat ey seven kişi, bu ‘Benim’ deyişin ardından hemen Tanrı rahmeti ulaştı. 

Çünkü o kara taştı, bu akîk. O, nura düşmandı, bu aşık. Bu ‘Benim’ demek, a boşboğaz, hakîkatte ‘O’dur demektir. Fakat iki nurun birleşmesi gibi de değil, bir şeyin bir şeye sızması gibi de değil. 

Çalış da taşlığın azalsın, lâl ol da taşın nurlansın. Savaşmada, zahmet çekmede sabırlı ol da ânbeân yoklukta varlık bul. Sende her zaman taşlık sıfatı azalsın, lâl sıfatı kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak gibi tamamiyle kulak ol da sana lâl küpe takılsın. 

Kuyu kazan adam gibi sen de adamsan şu bedenin kuyusunu kaz da suya ulaş. Fakat duru suyun Rabbinden bir cezbe gelirse kuyu kazmadan da su yerden fışkırır. Yalnız sen buna kulak asma da kazmaya savaş. Yavaş yavaş kuyunun toprağını deş, derinleştir. 

Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır. Peygamber, ‘Rükû ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır’ dedi. Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet başgösterir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXX

Hâkim Senaî’nin “Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman… Seni dosttan uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel… İkisi de birdir” sözü ve Peygamber sallallahu aleyhi vessellemin “Sa’d, çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı ise benden de kıskançtır. Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir” hadîsi.

Hakk, kıskançlıkta bütün âlemden ileri gittiği içindir ki, bütün âlem kıskanç oldu.

O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

Kimin namazında mihrâb ve kıblesi Ayn olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.

1760. Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.

Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.

Bir kimseye padişahın elini öpme fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.

Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.

Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.

1765. Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır.

Kıskançlıkların aslını Hakk’tan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının feridir.

Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercaî sevgilinin cefâsından şikayet edeyim…

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Allah o kadar kıskanç ki, hep O sevilsin ister. Her şey O’na ait olduğu için başka bir yere bakarsan yine O’nunla bakmanı, O’nun sevgisi ile sevmeni ister” der ve şöyle devam eder:

“Hazreti Muhammed, bizim iman ettiğimiz yerdir. Hazreti Muhammed’in her sözüne inandık, iman ettik. O, her zaman Allah’ın büyüklüğünden, güzelliklerinden dil döktü, insanların gönüllerini fethetti, kendini sevdirdi. Bazılarını da kendisine aşık etti. O’na, ‘İmanım’ dediler. Hem dinim, hem imanım. Yâni O, sonsuz Sevgilim benim. Artık ben O’nun dışına çıkmam. Bakın iman ettiği yer onun mihrâbı artık. Allah’ın güzelliklerini orada görüyor, her şeyini O olarak görüyor. Gördüğü içindir ki oraya iman ile bakıyor. Her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!”

Selâm üzerlerine olsun, Hazreti Muhammed’in arslanı Hazreti Ali Efendimiz de çok güzel buyurur: “Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turâb, oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam ancak Allah içindir, vermem de… Tamamı ile Allahınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim. Zîrâ ben Rabbimi kalbimle gördüm…”

Ahmed Eflâkî Dede, selâm olsun üzerine, Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet eder:

“Arkadaşların en gözdeleri rivâyet ettiler ki: Selçukoğulları devletinin yıkılmasının ve yok olmasının sebebi şu idi: Sultan Rükneddin, Mevlâna Hazretlerine mürid olup onu kendine baba yaptıktan bir zaman sonra eşi benzeri olmayan büyük bir toplantı (iclâs) yaptırdı. Derler ki o zamanda Şeyh Baba-yi Merendî denilen ihtiyar bir adam vardı. Riyâzet sahibi, zâhid ve bilgin (müteressim) bir adamdı. İnsan yüzlü bir takım şeytanlar bu şeyhle arkadaş olmuşlardı. Bunlar, sultanın yanında bu şeyhi o kadar övdüler ki sultan onun sohbetini büyük bir arzu ile istedi. 

Nihayet emretti, sarayın holünde (Taşthâne) bir semâ tertib edip tam bir ikrâmla Şeyh Baba-yi Merendî’yi getirdiler. Bütün büyükler onu karşılayarak çok izâz ve ikrâmla başköşeye oturttular. Sultan da bir kürsü koyarak kendi tahtının yanında oturdu. O sırada Mevlâna içeri girdi, selâm verip bir köşeye çekildi. Kur’ân-ı Mecid’in okunmasından sonra muarrifler, fasıllar okudular. İslâm sultanı, Mevlâna Hazretlerine bakarak: ‘Hüdâvendigâr’ın, ulu şeyh ve bilginlerin malûmu olsun! Bu hâlis kul, şeyh Baba hazretlerini baba edindi, o da beni oğullu­ğa kabul etti,’ dedi. Orada bulunanların hepsi: ‘Aferin, mübârek olsun,’ dediler. 

Hüdâvendigâr Hazretleri, kıskançlığından; ‘Gerçekten Sa’d çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı da benden daha kıskançtır. Eğer sultan onu baba edindi ise, biz de kendimize, başka birini oğul ediniriz,’ dedi ve nârâ atarak yalınayak çıkıp gitti.

Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri rivâyet etti ve dedi ki: Mevlâna Hazretleri dışarı çıkınca sultanın tarafına baktım, sultanın başsız oturduğunu gördüm. Hemen darbe yedi. Bilginler ve şeyhler, Mevlâna’nın arkasından koş­tularsa da o dönmedi.”

Beyit: 

“O gönül bekçisi, o cana şerefler veren eşsiz varlık, pek kıskançtır! Onun kıskançlığına karşılık siz de yüzünüzü ondan başkasına, yabancılara çevirmeyiniz!”