MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXVII

“Aşk kıyısı, dibi bulunmayan büyük bir denizdir. O denizin suyu baştan başa ateştir, dalgası da incidir.” Mevlâna

Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkânına koştu, fakat ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi.

Birisi, gezip eğlenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu.

Kuyudan su çekerken Yusuf’un yüzünden âb-ı hayat içen bedevî gibi…

Musa ateş elde etmek için gitti, öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti.

2785. İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı.

Buğday başağı, Âdem’in tuzağı oldu da bu suretle varlığı, insanlara başak oldu; bütün insanlar ondan var oldu.

Doğan kuşu, karnını doyurmak üzere tuzağa tutulur, fakat bu yüzden devlet ve kuvvet bulur, padişahın kolu, durağı olur.

Çocuk, babası lütfedecek, kendisine kuş alacak ümidiyle, fakat hakîkatte hüner sahibi olmak için mektebe gider.

Mektepten çıkınca yücelir, en yüksek mevkîye sahip olur. Hocaya aylık verirken âlemi aydınlatan bir bedir hâline gelir.

2790. Abbas, kin güderek eski dinin öcünü almak ve Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmişti.

Öyle olduğu hâlde o ve evlâtları, hilâfet makâmında kıyâmete dek dine arka oldular, o makâma şeref verdiler.

Ben, bu kapıya bir şey dilemek için geldim; daha dehlizde başköşe oldum, yüceldim.

Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim; ekmek kokusu, beni tâ cennetin başköşesine kadar çekti, götürdü.

Ekmek, bir Âdem’i cennetten sürdürdü; beni ise cennetliklerle kaynaştırdı.

2795. Melek gibi sudan da vazgeçtim, ekmekten de. Bu kapıda gök gibi ihtiyârsız dönmekteyim.

Âşıkların cisimlerinin, âşıkların canlarının dönmesinden başka dünyada garezsiz bir dönüş yoktur. 

Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır.”

Ahmed Eflâkî Dede’nin eseri, Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet edilmiştir:

“Bir gün Mevlâna Hazretleri bilgiler sa­çarken: Balıkların içinde bulundukları bu ırmağın suyuna ekmek kırıntıları atmadan balıklar başlarını dışarı çıkarıp o ekmek kırıntılarına üşüşmezler. Tıpkı bunlar gibi, bizim ruhumuzda akan hikmet ırmağına da doğruluğu, talebi, dürüst inancı ve riyâsız bir samîmiyeti dökmeden bizim mânâ balıklarımız, işitmek isteyenlerin ve arayanların himmetleri nispetinde başlarını bu ırmaktan dışarı çıkarmazlar ve hiçbir avcının oltasına düşmezler. O hâlde çok zillet göstermek ve fakîrlik lâzımdır. Çünkü ıstırap ve zarûret bir şeyi hak etme­ğe vesîledir. ‘Sıkıntıda olan kimse dua ettikte ona icâbet eden kimdir?’ (Neml, 62) 

Şiir: 

Tanrı gökleri yarattıysa ihtiyaçları def etmek için yarattı. 

Yerden biten her şey, bir muhtacın ihtiyacını def etmek 

ve her tâlibin aradığı şeyi, bulması için biter.”

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fîhi Mâ-Fîh’de, “İnsanın ayırt etme hassâsını her türlü garazdan temizlemesi gerekir. Bunun için de, dinden yardım istemelidir. Siz hep vücudunuzu besliyorsunuz ama onda ayırt etme hassâsı yoktur” der.

Dinden yardım almaya misâl, Hazreti Muhammed Efendimize, Yüce Pîr Mevlâna’mıza gönüllerimizde en güzel yeri vermemizdir. Onların yaşamlarını örnek alarak yaşamak, onların hâllerine bürünmemizdir. İnsanı iç huzuruna kavuşturacak olan ancak mânevî bir dosttur.

Yüce Pîr Mevlâna ve gönlünün başköşesi, efendisi Hazreti Şems’den şöyle bir misâl verelim: Mevlâna, Şems Hazretlerinden önce, babası Sultan’ül-Ulemâ Hazretlerinin eğitimde yetişti, ondan bir sürü ilim tahsil etti. Fakat ne zaman ki Şems ile buluştular, Mevlâna’da büyük bir değişiklik zuhûr etti, bambaşka bir Mevlâna oldu. Câmiyi terketti, vaaz vermeyi bıraktı ve kendini tamamen sevgiye, aşka, muhabbete verdi. 

Mürşid-i kâmilin muhabbeti, ekmek arayan yolcuyu ekmekçiye âşık eder; onun gülbahçesine giren kendini kaybeder; mürşid-i kâmilin muhabbeti âb-ı hayattır; Musa gibi ateş elde etmek için gidilen yerde ateşten de vazgeçirir; İsa gibi düşmanlardan kaçarken, dördüncü kat göğe çıkarır; mürşid-i kâmil, buğday başağı gibidir, o başaktan nasiplenen kendisi başak kesilir; doğan kuşu gibi onun tuzağına tutulan, bu yüzden devlet ve kuvvet bulur, padişahın kolu onun durağı olur… mürşid-i kâmilin kapısına bir şey dilemek için gelen, daha eşikten geçerken başköşe olur, yücelir… melek gibi sudan da vazgeçer, ekmekten de; o kapıda başını verir de, gökkubbe gibi döner durur. 

Zîrâ, “Âşıkların cisimlerinin, âşıkların canlarının dönmesinden başka dünyada garezsiz bir dönüş yoktur.” 

Kasîde:

“Bizimle beraber oturanların akıllarını, fikirlerini kapıp götüren birisi var. O bir ay mıdır? Uğurlu bir haber midir? Acayip bir dert midir? Acayip bir devâ mıdır? 

Bizimle beraber oturanların arasında öyle bir saf yaran var ki, onun bakışından acayip bir nur, bir ışık gönül penceresinden parıldıyor. 

Bu nasıl bir candır ki, canım ona; ‘Sonsuz ol, ebedî olarak yaşa!’ demek için sonsuzluğun ta kendisinden başını dışarı çıkardı, seslendi. 

Gönüllerinde gam karanlığından, ızdıraptan bağ, köstek bulunanlar, onun himmeti sayesinde acayip bir çözüm yolu bulurlar. 

Topraktan yaratılmış bu ten kalıbından, bu bedenden nasıl oldu da böyle göz kamaştıran bir ay parladı. Onun güzelliği karşısında gönül yerinden fırladı. Acayip bir yere gitti. 

Gönül hadiselerin vehm ve hayal evinden dışarı çıkınca acayip bir sarayı gördü. 

O sarayın duvarlarında, kapısında ruha ruh bağışlar bir şekilde sekiz cennet parıl parıl görünüyordu. 

Ey Şems-i Tebrizî; bu kadar korku ve ümitten bizi kurtar da görülmemiş bir korku ve ümit, yokluktan çıksın ve görünsün!”