MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXV

Yine tavşanın hilesi ve gitmede gecikmesi.

1107. Tavşan, arslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı.

1108. Bir hayli geciktikten sonra arslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü.

1109. Akıl diyârında nice âlimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir!

1110. Bizim şu şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kâseler gibi yüzer.

1111. İçi suyla dolu olmadıkça kap, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar.

1112. Akıl gizlidir; ortada bir âlem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından, yâhut ıslaklığından ibârettir.

1113. Suret, o deniz olmak için neyi vesîle ittihâz ederse etsin, deniz, sureti, o vesîle yüzünden daha uzağa atar.

1114. Gönül, kendisine sır söyleyeni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe;

1115. Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur!

1116. O yiğit, atını kaybolmuş sanır. At ise onu yel gibi koşturmuştur!

1117. O sersem bağırır, arar tarar, kapı kapı dolaşır, her tarafı ara, sorar.

1118. “Atımı çalan nerde, kimdir?” “Efendi, şu uyluğunun altındaki mahlûk ne?”

1119. “Evet, bu attır; fakat bu at nerde?” Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!

1120. Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile doludur da, dudakları kupkuru bir küp gibidir.

1121. Kırmızı, yeşil, sarı… bu üç renkten önce ziyâyı görmezsen bunları nasıl görürsün?

1122. Fakat senin aklın renkler içinde kaybolduğundan o renkler senin nuru görmene perde oldu.

1123. Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp anladın.

1124. Haricî nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal rengi de böyledir.

1125. Dış renkleri güneş ve Sühâ yıldızının nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.

1126. Gözünün nurunun nuru da gönül nurudur. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir.

1127. Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Tanrı nurudur.

1128. Geceleyin nur yoktu, renkleri görmedin. Nurun zıddıyla sana sabit oldu ki,

1129. Önce nur görünür, sonra renk. Bunu da nurun zıddıyla tereddütsüz olarak bilirsin.

“Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibârettir” der Hazreti Mevlâna ve Fîhi Mâ-Fîh isimli eserde şöyle buyurur: “Tanrı, pek yakındır sana. Ne düşünsen, ne kursan seninle beraberdir o. Çünkü düşünceyi, kuruntuyu var eden de odur, sana eş eden de o. Yalnız, pek yakın olduğundan göremezsin. Ne şaşılacak şey ki, yaptığın her işte aklın, seninle; onunla girişiyorsun giriştiğin işe. Fakat aklı hiç göremiyorsun, ancak eseriyle görüyorsun; asıl aklı görmene imkân yok. Meselâ, birisi hamama gider. Kızışır. Hamamın içinde nereye gitse ısı kendisiyle beraberdir. Ateşin ısısının tesiriyle kızışmıştır ama ateşi göremez. Hamamdan çıkar da ateşi gözüyle görürse anlar ki hamam da ateşle kızışmadadır, hamamdakiler de; bilir ki hamamdaki ısı, ateşlenmiş. İnsanın varlığı da büyük bir hamamdır. Orda aklın, canın, nefsin ısısı hep vardır. Fakat hamamdan dışarıya çıktın da öbür dünyaya yüz tuttun mu aklın da kendini görürsün, nefsin de, canın da. Anlarsın ki bu buluş, bu anlayış, aklın ışığındanmış; o düzenler, nefistenmiş; yaşayış da canın eseriymiş. Her birinin özünü görürsün o vakit; fakat hamamda oldukça ateşi gözünle görmene imkân yok, ancak eseriyle görebilirsin. Yâhut da hiç akar su görmemiş birinin gözlerini bağlasalar da suya atsalar ıslak bir şeyin gözüne vurduğunu, bedenini kapladığın duyar, fakat o nedir, bunu bilmez. Gözlerini açtılar mı apaçık görür bilir ki suymuş o. Önce eserleriyle bildi, şimdi kendisi gördü. Şu hâlde Tanrı’ya karşı yoksulluk göster, ihtiyacın neyse ondan iste; bu isteyiş hiç mi hiç yitmez. ‘Beni çağırın, icâbet edeceğim size.’

Şimdi bir düşün, kıyas et… ne biçim bir akıl, ne biçim bir hüner gerek ki, şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün bu varlıklar Akl-ı Küll’ün gölgesi. Cüz’î aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll’ün gölgesi olan varlıklar da kendisine göre. Tanrı erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine görünmez; pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip gitmişlerdir.”

Hasan Dede, “Bir kişi, kendisini imansızlığa, sapıklığa götüren akıldan, fikirden kurtulunca birçok menziller aşar, mest olur. Kendinden, kendi varlığından vazgeçer” der, “Benlik ve kendine tapmak kötü bir huydur, hoşa gitmez bir hâldir. Neûzübillâh, bu hâle düşünce insanlık elden gider de kişinin imanı bile kendisine inkâr kesilir… Aşıkların ders gördükleri yer, yine aşktır. Onlara mânen ders veren de yüce Allah’tır. Bizler öğrenciyiz, O’nun aşkı da, tekrarlayıp durduğumuz bilgidir.”

Şiir:

“Şu akıl ermeyen insan cisminde, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

O can tohumunun sade birinde, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

Deme kişi çözemez bu esrârı, 

Bu ancak bilgin bir düşünür kârı, 

O gönül denilen var ya Tanrı pazarı, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

Hele biraz düşün bütün varlığı, 

Bak neye bağlarsın aşikârlığı, 

İdrâk etsen bu pazarlığı, 

Gör ne sanat ne düzen insanda gizlidir…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXIV

Tavşanın geç gelmesinden arslanın incinmesi.

1091. Arslanla pençeleşen o tavşan gibi. Onun ruhu, nasıl olur da küçücük cüssesine lâyık olur?

1092. Arslan, hiddetle: “Düşman, aldatıcı sözlerle gözümü kapattı.

1093. Cebrîlerin hileleri beni bağladı, tahta kılıçları vücudumu yordu.

1094. Bundan sonra ben artık o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şeytanların, gulyabanîlerin sesleri!

1095. Ey gönül; durma, onları parçala, derilerini yüz. Zaten onlar deriden başka bir şey değildir!” diyordu.

1096. Deriden maksat nedir? Renk renk lâflar… su üstündeki, durmalarına imkân olmayan menevişler gibi.

1097. Bu söz deri gibidir, mânâ onun içi; bu söz ceset gibidir, mânâ can.

1098. ‘Kötü iç’in ayıbını deri örter; ‘iyi iç’i de gayret dolayısıyla gayb âlemi.

1099. Kalemin rüzgârdan, kağıdın sudan olursa ne yazarsan derhâl yok olur.

1100. Mânâsız söz, su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefâ umarsan iki elini ısırarak dönersin.

1101. Rüzgâr, insandaki hevâ ve arzudur. Hevâ ve hevesten geçersen Tanrı’nın haberi kalır, ondan haber alırsın.

1102. Tanrı’nın haberleri çok hoştur; çünkü baştan sona kadar ebedîdir.

1103. Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri, ululukları, adları, sanları değişir, bâkî kalmaz.

1104. Çünkü padişahların kuvvetleri hevâdandır.  Peygamberlerin icâzetnâmeleri ise ululuk sahibi Tanrı’dandır.

1105. Paralardan padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyâmete kadar nakşederler.

1106. Ahmed’in adı, bütün peygamberlerin adıdır. Yüz, elimizde olunca doksan da bizde demektir.

Tavşan, cüssesi itibâriyle küçük görünüyordu, fakat ruh bakımından arslanla pençeleşip onu yenmeye muktedîrdi. Zîrâ, insan da cüsse itibâriyle küçük görünse de, nefsine gâlib gelerek, aslında ne kadar yüce bir varlık olduğunun hakîkatine ermeye muktedîrdir ki, Hazreti Mevlâna bu teşbihle insanın mânâsına işâret etmektedir.

Sözler kabuk gibidir. Kabuk örtücüdür, aynı cevizin kabuğu gibi… cevizin kabuğundan içini göremeyiz, ancak kabuğu kırmak gerekir ki içi iyi midir değil midir o zaman meydana çıkar. Mânâ taşımayan sözler insana sıkıntı verir; fakat mânâ dolu sözler insana ferahlık verir, huzura kavuşturur.

Nitekim, ’bu söz deri gibidir, mânâ onun içi; bu söz ceset gibidir, mânâ can. ‘Kötü iç’in ayıbını deri örter; ‘iyi iç’i de gayret dolayısıyla gayb âlemi.’

Söz, derinin örtücülüğü gibi kötü mânâyı örter, ayıbını meydana çıkarmaz. Fakat iyi mânâyı da örter ki, sebebi Tanrı’nın gayretidir, mânâdan anlamayacak olanlardan korumak içindir; sedefin inciyi koruduğu gibi…

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle seslenir: 

“Her ne söylediysen, ne duyduysan, onların hepsi de kabuk gibidir, mânâsız sözlerdir. Çünkü aşkın içi, özü açıklanacak, anlatılacak bir şey değildir! Hakîkati hisseden, tecellîlere mazhâr olan özlü kişi deriye, kabuğa bakar mı?..”

Hasan Dede, “Aşksız hiçbir varlık yoktur” der, “Ancak, aşkı yerinde sarfedemiyoruz, her birimiz bir yere harcıyoruz da onun için Allah’ı bulamıyoruz. Allah’tan başka her şey ölüdür. Ölüye sarfedilen aşk da ölüp biter. Aşkın geldiği yeri bulursak, aşkımızı oraya sarfedersek; o zaman aşkımız gittikçe artar, ne biter, ne de tükenir. Aşık zaten, daima yok olmak isteyen insandır. Yokluğu ve hakîkati istemeyen bir insana, bu ilim söylenir mi? Hakîkati, yücelere çıkan görür. Aşkı olan, diridir; aşkı olmayan ise, ancak bir gölgedir. Aşk büyüdükçe, anlayış değişir. Bütün zevklerin sonu, bu zevktir. Bu zevk ölmez, ebedîdir.”

‘Hevâ ve hevesten geçersen Tanrı’nın haberi kalır, ondan haber alırsın. Tanrı’nın haberleri çok hoştur; çünkü baştan sona kadar ebedîdir.’

Hasan Dede yine şöyle buyurur, “Allah’ın adı aşk, cismi ise Muhammed’dir… Hazreti Muhammed Efendimizden zuhûra gelen bütün o güzel kelâmlar Tanrı’nın kelâmıdır. O, Allah’ın aletiydi, Hakk ondan işliyordu. Bu devirde de Peygamber Efendimizi kendisine bende etmiş, onun varlığına bürünmüş ve tamamen o olmuş bir insan-ı kâmili bulup, ona bağlanmak, hakîkatte Hazreti Muhammed’i bulmak, ona bağlanmaktır. ‘10’ yazarsın ‘1’ çıkar öne, ‘100’ yazarsın ‘1’ çıkar öne, ‘1000’ yazarsın yine ‘1’ çıkar öne… Sen o ‘1’ i buldun mu, hepsini buldun demektir.”

‘Paralardan padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyâmete kadar nakşederler. Ahmed’in adı, bütün peygamberlerin adıdır. Yüz, elimizde olunca doksan da bizde demektir.’

Dünya saltanâtı, hevâ ve hevesler padişahlar gibi gelip geçicidir; ilâhî aşk ise Ahmed’in adı gibi kıyâmete kadar bâkîdir. ‘Ahmed’ adının altında bütün nebîlerin ve velîlerin adları anılır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Şûrâ sûresinin 13. âyetinde buyrulduğu gibi, “O, dine ait hükümlerden, Nuh’a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiklerimizi ve İbrahim’e, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiklerimizi, size de gidilecek yol olarak bildirdi, açıkladı; dine yapışın ve o hususta hiçbir ayrılığa düşmeyin. Onları, inanmaya çağırdığın şey, müşriklere pek büyük, pek ağır gelmede. Allah, dilediğini kendisine seçer ve kim, ona dönerse doğru yolu gösterir ona.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXIII

Sineğin gevşek tevîlinin değersizliği.

* Senin ahvâlin o tuhaf sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı.

* İçmeden kendi kendine sarhoş olmuş, zerresini güneş görmüş.

* Doğan kuşlarının övüldüğünü işitmiş; “Şüphe yok ki ben vaktin ankâsıyım” demişti.

1082. O sinek, eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp,

1083. “Ben, deniz ve gemi hikâyesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm.

1084. İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyetli, rey ve tedbîr sahibi bir kaptanım” dedi.

1085. Deniz üstünde salını sürüp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla göründü.

1086. O sidik, sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte, onu olduğu gibi görecek göz nerede?

1087. Onun âlemi kendi görüşüne göre olur. Gözü, bu kadardır, denizi de ona göre!

1088. Bâtıl tevîlci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevîl ve tasavvuru saman çöpüdür.

1089. Eğer sinek kendi reyiyle saplandığı tevîlden geçse, baht o sineği hümâ yapar.

1090. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu, surete lâyık olmayacak derecede yüksek bir zât olur.

Sultan III. Murat devrinde yaşamış olan Şeyhülislâm Yahyâ Efendi şöyle buyurmuş:

”Mescidde riyâ pîşeler etsün ko riyâyı,

Meyhâneye gel ne riyâ var ne müraî.” 

Tercümesi; ‘Mescidde riyâyı huy edinenler, bırak etsinler riyâkarlığı; sen meyhâneye gel, orada ne riyâ var ne de riyâkâr.’ 

İranlı Hâfız Şirâzî de bir beyitinde şöyle der: 

“Eğer Pîr-i mugân sana seccâdeni şarap küpüne daldır derse, tereddüt etmeden seccâdeni şarap küpüne daldır.”

Hazreti Mevlâna ise bir şiirinde, “Ben şunu bunu bilmem, ben ilahî aşk kadehiyle mest olmuşum” diye seslenir.

Bu sözler bâtınî sözlerdir ve herkes kendi kâbiliyeti ve idrâki miktarınca anlar veya anlayamaz, yanlış yorumlar. 

‘Onun âlemi kendi görüşüne göre olur. Gözü, bu kadardır, denizi de ona göre!..’

“Denizde damla, iz, ırmak, nehir aranır mı? Bunlar kara için geçerlidir. Denize atom bombası atıyorlar da tesir etmiyor. Hâlbuki eşek izindeki suya bir taş atsan, hiçbir şey kalmaz içinde” der Hasan Dede, “Bizim kitabımız, aşk ve zevk kitabıdır; herkes okuyup anlayamaz. Bu kitap seviyeye hitâb eder… Bizim sohbetlerimiz zâhirî değildir. Bizim sohbetlerimiz bâtınîdir. Zâhirî muhabbetlerde, zâhirî kişilerde Allah’ı göremezsin. Zâhire göre, adı üstünde, Allah insanın dışındadır. Ama tasavvuf ehli insanın dışına çıkmaz, Allah’ın varlığını insanda görür. Allah’ın bulunduğu yerde de, Allah’tan başka kimseye yer yoktur.

İşte koca Mevlâna şöyle buyurur: ‘Ne kadar bilgin olursan ol, bir mürşid-i kâmile baş kesmedin mi, edindiğin o bilgiyle sen ancak meyvanın kabuğuna varırsın, ama tadını alamazsın.’

Hakk’a yakınlık ancak benliğinden kurtulup O’nda var olmakla mümkündür. Aşikâr olanı görmemize engel olan cehâlet perdesidir. O hâlde amacımız; varlığımızdaki noksan yönlerimizi iman, akıl, irâde ve bilginin yardımıyla terbiye etmek ve özümüzde varolan iyiliği güzelliği ortaya çıkartarak, çoğaltmak olmalıdır. 

Kur’ân-ı Kerîm’i ele alalım; Kur’ân, insana insanı söyler, insanın hakîkatini dile getirir. Kur’ân’ın dış yüzüne bakarsak, zâhirî bilgilerle yola çıkarsak, Kur’ân’ın bizlere sunduğu bilgilerin ancak kabuğuna varırız, derinlerinde yatan mânâsına eremeyiz.”

Hazreti Mevlâna, Kur’ân’ı bir geline benzetir ve, “Kur’ân’ın mânâsını, ancak Kur’ân’dan, yâhut da hevâ ve hevesini ateşe vurmuş, Kur’ân’ın huzurunda alçalmış, kurbân olmuş; ruhu, Kur’ân kesilmiş kişiden sor” der.

Nitekim Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde, insan-ı kâmili işâret ederek şöyle buyurmaktadır: “İman-ı kâmil sahibi o mümindir ki güzel ahlâk sahibi olup, ehline lütfu ziyâde olur.”

“Her insanın içinde bir Âlim vardır ki o, zâhir ilmin âlimlerinin bilmediklerini de bilir. O, faaliyete başladı mı, her şey aşikâr olmaya başlar” der Hasan Dede ve ne güzel buyurur… “Biz ne şeyh, ne tarîkatçi, ne evliyâyız. Biz, aşıkın maşuku, maşukun da aşıkıyız. Biz ilâhî bir gâye ile sevmek ve sevilmekten başka bir şey bilmiyoruz.”

Kasîde:

“Ey aşk imamı! Sen, mâdemki Allah aşkı ile mest olmuşsun, kendinden geçmişsin, sevgili ile mânen buluşmak için namaza dur! Niyet et, tekbir getir ve bir ölü gibi iki elini yanına sal! Şu dünya hayatını, varlığını artık düşünme; onlardan usanç getir, yaka silk! Benlikten de vazgeç, kurtul!.. 

Namaz kılmak için vakti bekliyordun, acele ediyordun; işte namaz vakti geldi! Haydi kalk; neden oturuyorsun? 

Aslında sen; ‘Gerçek kıbleyi, Hakk kıblesini bulurum!’ ümidi ile yüzlerce varlığa yöneldin, kendine yüzlerce kıble icâd ettin; o güzelin aşkı ile yüzlerce puta tapmadasın; bundan haberin yok!

(Neyzen Tevfik de aynı fikirde. Allah’a hitâb ederek diyor ki: “Değil binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanlar senin hep gölgeni sevmiş, özünden bîhaber gitmiş!”)

Ey can! Şu fânî varlıklara gönül vererek yerlerde sürünme; aşk kanadını aç da, birazcık yüksel, uç! Çünkü ay, yerde değildir, yücelerdedir; gölge ise aşağılardadır! 

Dilenciler gibi her kapıyı çalma, her kapıdan bir şey bekleme! Aklını başına al, yer kapılarını çalma da gök kapısını çal! Korkma; sen, üstün bir varlıksın! Elin göklere kadar uzanır; gök kapısını çalabilirsin! 

Gökyüzü şarabıyla mest olup bu hâle geldiğin için, artık kendinden kurtul, kendini bırak, kaç ve şu fânî dünyada bir yabancı gibi yaşa! 

Ben sana; ‘Nasılsın, nicesin?’ diye soruyorum! Soruyorum ama, göze görünmeyen, nasıl olduğu, niceliği, niteliği bilinmeyen üstün bir varlığa bu soruları kim sorabilir? 

Ey gönlümüzün içinde gizli resimler yapan, bizi çeşitli hayallere düşüren eşsiz ressam! Senin, aydan başka, daha yüzlerce, binlerce resimlerin var! 

Allah’ım! Sen, bir kapıyı kaparsan yüzlerce kapı açarsın; bir gönlü kırarsan, yüzbinlerce can, yüzbinlerce gönül bağışlarsın! 

Ben, deli oldum; ne söylersem, deliliğimden söylüyorum! Elest dostu, elest âlemi mahremi isen, yürü sen; benim akıl almaz delice sözlerime; ‘Evet, evet!’ de!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXII

“Ey kendisine canımın kul köle olduğu Şemseddin, ey Ruh’ul-Emîn!..” Mevlâna

1066. Akıl; Cebrâil gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım!

1067. Sen beni bırak, bundan sonra sen ileri yürü. Ey can Sultanı! Benim haddim, bu kadardır” der.

1068. Tembellik yüzünden şükürden ve sabırdan mahrûm kalan, ancak şunu bilir: Ayağını ‘cebîr’ tutmuştur.

1069. Cebîr iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihâyette hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.

1070. Peygamber, “Şakacıktan hastalanış gerçekten hastalık getirir ve o adam nihâyet mum gibi söner gider” dedi.

1071. Cebîr ne demektir? Kırık sarmak, yâhut kopmuş damarı bağlamak.

1072. Mâdemki bu yolda ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını niye sardın?

1073. Çalışma yolunda ayağı kırılana derhâl Burak geldi, ona bindi.

1074. Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi… Fermân kabul ediciydi, makbûl oldu.

1075. Şimdiye kadar padişahın fermânını kabûl eder, fermâna uyardı, bundan sonra o, askere fermân verir!

1076. Şimdiye kadar tâlih yıldızı ona tesîr ederken bundan sonra o zât yıldızı üzerine emredici olur.

1077. Eğer sen bundan şüphelenirsen o hâlde ‘şakkü’l-kamer’den de şüphelisin.

1078. Ey gizlice hevâ ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın.

1079. Hevâ ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü hevâ, iman kapısının kilididir.

1080. Bâkir sözü tevîl etmişsin; sen kendini tevîl et, Kur’ân’ı değil.

1081. İsteğine göre Kur’ân’ı tevîl ediyorsun. Yüce mânâ, senin tevîlinden aşağılandı, aykırı bir şekle girdi!

Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’nın, Cebrâil’in, Sidret’ül-Müntehâ’ya kadar Hazreti Muhammed ile beraber geldiği fakat oradan ileri geçemediği, bir iğne yordamı geçersem yanarım dediği kıssayı dile getirdiği, 1066 ve 1067. beyitlere istinâden, “Hukemâ, yaratıcı kudretin, aktif tecellîsine ‘Akl-ı Küll’ yâni tüm akıl derler. Sufîlere göre tüm akıl olgun insanın, bağlardan, kayıtlardan kurtulmuş aklıdır ki Tanrı bilgisine mazhârdır. Mevlâna da bu beyitlerde aklı, Cebrâil’le beraber anmaktadır. Sidret’ül-Müntehâ da akılla anlaşılan şeylerin sınırıdır, son çizgisidir. Ondan öteye akılla değil, ancak aşk refrefiyle gidilir; tam birlikse vehimden doğan varlığın kökünden yok olmasıyla gerçekleşir” yorumunu yapar.

Hasan Dede, Cebrâil ile ilgili olarak, “Bizim aklımız cüzî akıl, Hazreti Muhammed’in aklı Küllî Akıl’dır. Onun başındaki aklın ismi Cebrâil’dir” der ve, “Hazreti Muhammed, insanları pişirmek için akılla yola çıktı. Fakat, dünya ömrü biteceği zaman aşkı ortaya çıkardı. Evet, Cebrâil’den maksat akıldır, ama Cebrâil ismi ancak Muhammed’in aklına verilir. Neden? Çünkü Hazreti Muhammed, selâm olsun üzerine, kendi içinden başka bir yerden kimsenin aklına kulak vermedi, kimseden bilgi almadı, ne doğduysa kendi iç âleminden cebretti, bilgileri kalbinden aldı ve Muhâkeme-i Kübrâ’dan geçirdi, yâni bunun mânâsı düşünceden geçirdi. Düşünceden geçirdikten sonra o sözü önce kendine hitâb etti. Bunu yaparken, kendine yüksek sesle hitâb ederdi. Eğer hitâb ettiği söz kulağına hoş gelir, gönlüne yatarsa hemen karşı tarafa yazdırırdı.”

Tabî ki Hazreti Muhammed’in cebretmesiyle, nefsine uyan ve ‘gizlice hevâ ve hevesini tazeleyen kimsenin’ cebretmesi bir olamaz. ‘Cebîr iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihâyette hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.’ 

Hazreti Muhammed, bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurur: “Hazreti Musa, Cenab-ı Allah’a sordu: Yâ Rabbi, insan, sana nasıl şükür eylesin? Cevâben buyruldu ki: Nâil olduğu nimetin, benden olduğunu bilirse, şükür etmiş olur.”

“Sabır sıkıntının anahtarıdır! Şükür de Allah’tan razı olmanın anahtarıdır!” der Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde.

Sabır ve şükürle elde edilen güzellikleri korumanın anahtarının da yokluğa bürünmek olduğunu söyler Hasan Dede ve “Hakk’ın güzellikleri insanda varlığını zuhûra geldiği zaman, şükretmesi ve daha da yokluğa bürünmesi gerekir. Kendisini ne kadar yokluğa bırakırsa, o nispetle Hakk varlığını ondan gösterir ve her işi âsân olur. Çünkü biz yokuz, O var” der.

Nitekim, yine Mevlâna buyurur, “Aşk birçok hizmetlerle, çabalarla ispat edilse dahî, aşığın bütün bu hâllerin üstünde yapması gereken hâl: Yokluğa bürünmektir.”

‘Çalışma yolunda ayağı kırılana derhâl Burak gelir, ona biner.’ Fakat şüphe tuzağına düşenler, ‘şakkü’l-kamerden de şüphe eder.’ Şakk’ül-kamerden şüphe eden, Hazreti Muhammed’den şüphe ediyor demektir. Oysa imanda şüpheye yer yoktur. Şüphe içinde olan kişi iman ettim dese bile, bunu ancak diliyle söylemiştir, kalben iman etmiş sayılmaz.

Öyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’de, Kamer sûresinin 1 ve 2. âyetlerinde, “Yaklaştı kıyâmet ve yarıldı ay. Ve onlar, bir delil gördüler mi yüz çevirirler de sürüp giden bir büyüdür derler” diye buyrulmaktadır.

Oysa, Hazreti Muhammed’den bir an dahî yüzünü çevirmeyen Hazreti Ali’nin buyurduğu üzere, “İman, dil ile şehâdet etmek, kalb ile tasdiklemek ve beden ile amel etmektir.”

Kasîde:

“Bu gidişle menzile, varacağın yere nasıl varacaksın? Bu tembellikle, bu huyla dilediğine nasıl ulaşabileceksin? 

Bu sırrı çözmek, bu sırra mahrem olmak sana nasîb olmamış, müşkül sırrı açmayı nasıl başaracaksın? 

Su gibi, şu çamur içinde hapsolup kaldın! Bedeninin aslı olan bu balçıktan ne vakit tertemiz, arınmış olarak çıkıp kurtulacaksın?

O lütûf ve ihsân denizinin yardımı olmadıkça, bu kirlilik, bu günâh dalgasından nasıl kurtulup mutluluk sahiline varacaksın? 

Aşk burağı, Cebrâil’in gayreti, kılavuzluğu olmadıkça, Hazreti Muhammed Efendimiz gibi nasıl olur da o en yüksek makâma yükselebilirsin? 

Sen tutuyor, fânî varlıklara güveniyorsun, sığınacağı olmayanlara sığınıyorsun. Devlet ve ikbâl sahibi padişahlar padişahına nasıl sığınacaksın?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXI

Tavşanın arslana oyun edip onunla başa çıkması.

1055. Tavşan, arslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli arslanın yanına gitti.

1056. Arslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremekteydi.

1057. “Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham, ahîretleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim.

1058. Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar?

1059. Tedbîrsiz emîr, adamakıllı âciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.

1060. Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Kitaplarda da mânâ kıt.

1061. Sözler, kitaplar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler, bizim ömrümüzün suyunu emen kumdur.

1062. İçinden su kaynayan kum ise pek az bulunur; yürü, onu ara!

* Ey oğul! O kum, Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır.

* Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.

* Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.

* Hâkim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın.

1063. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.

1064. Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfûz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır.

1065. Akıl önce ona muâllim iken, sonra akıl ona şakirt kesilir.

Hazreti Mevlâna’nın, bu hikâyede kullandığı tavşan metaforunun, hakîkat arayışına giren ve kimliğini öğrenme yolunda yürümeye karar veren akl-ı meadı temsîl ettiğine deyinmiştik. 

Arslan metaforuna gelince; Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de anlattığı diğer hikâyelerde de sıkça bu metaforu kullanmıştır. Bazen herkesin anladığı mânâda, arslan, padişahı ve genellikle de mürşid-i kâmili temsîl etmekte, bazen de farklı mânâlarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ aynı hikâye içinde iki farklı anlama işâret ettiği de olmuştur.

Bu hikâyede ise, arslandan maksat nefs-i emmâredir ki, ‘arslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremektedir.’

Nitekim, Hasan Dede, nefsine tâbî olan kişiler hakkında, “Kimliğinden habersiz bir kişi etrafına zarar verir, hiddet eder, kendi küçük aklıyla kendini başkalarından büyük görür” diye bahseder.

‘Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Kitaplarda da mânâ kıt.’

İnsan, hakîkatte, Allah’ın sırrını ihtivâ eden bir kitap gibidir; fakat kendinden haberi olmayınca mânâsı yoktur.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle seslenir Yüce Allah, Hazreti Muhammed’in dilinden:

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 14)

Bir gün, Mevlâna’ya sormuşlar: “Yâ Mevlâna, bu kadar kitap okudun, peki ne öğrendin?”

Mevlâna, “Söyleyeyim” demiş, “bu kadar kitap okudum, sonunda adımı öğrendim.”

“Neymiş adın yâ Mevlâna?” diye sormuşlar.

“Benim adım ‘İnsan’…” demiş.

İnsan, insanlık ilmini yine bir insandan, yâni kâmil insandan, mürşid-i kâmilden öğrenir. Hazreti Mevlâna’nın buyurduğu üzere, o, ‘içinden su kaynayan kum gibi olan Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır. Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.’

Bakın Hasan Dede nasıl bir dil sarfediyor ve diyor ki:

“Allah’a giden yol çetin ve zor bir yoldur. İnsanın önüne bu yolda bir çok engeller çıkar, ki bunlar, insanın çabasının, isteğinin ve imanının ne kadar güçlü veya ne kadar güçsüz olduğunu meydana çıkaran imtihanlardır. Ancak bütün bu imtihanlara göğüs gererek pes etmeyen kişi Allah’ın hakîkatine ulaşır, kurtuluşa erer. Kişi ne kadar saf ve temiz bir niyetle ve hiçbir karşılık beklemeden ibâdet eder ve nefsiyle mücâdeleye girişip, nefsine tamamen hâkim olursa o kadar Allah’a yakınlaşır ve Allah da o kadar ona yaklaşır. Nefsine gâlib gelerek, kendini bilen kişi, Rabbini de bileceği gibi, kâinattaki her türlü sır ve mânâyı da kavrayıp, öğrenir ve anlar. Çünkü nefsini yenen ve benlikten kurtularak kemalâta eren insan-ı kâmil, hava ne kadar rüzgârlı olursa olsun alevi sabit duran bir mum gibidir.

Kur’ân-ı Kerîm, Hazreti Ali’nin burhânıdır ve O demiştir ki: ‘Resûlallah’a inmiş olan bütün nurların şahidiyim, çünkü bir an dahî O’ndan ayrı değilim.’

Kur’ân’ın sırrına ermek ve Kur’ân’ı daha iyi anlayabilmek için, Hazreti Muhammed’i kendine bende etmiş, Hazreti Ali’yi kendinde ruh etmiş, onların varlığına tamamen bürünmüş bir mürşid-i kâmile büyük bir imanla bağlanmak ve onun sohbetlerinden feyizlenmek gerekir. Çünkü onun dilinden konuşan Hakk’tır, ondan zuhûra gelen o güzel kelâmlar Hakk’ın kelâmlarıdır.”

Ne güzel buyurur Hazreti Şems… “Ufuklardaki âyetler, Ay’ın yarılması ve mucizelerdir! Nefislerdeki de, gönül açıklığıdır. Şüphe yok ki o Hakk’tır. Yâni şüphesiz Allah Hakk’tır; Muhammed de Hakk’tır. Ne güzel yorum bu! Ama hakîkat yolcuları ve Allah erleri içindir bu. Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kur’ân’ı onlar bilir. Kur’ân’ın güzelliği onlarda yüz gösterir, onlarla cilveleşir.”

Kâşânî’ye göre, Levh-i Mahfûz, Hazreti Muhammed’in kalbidir. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi olarak tanımlanan Yâsîn sûresindeki 12. âyette de, “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır” diye buyrulmaktadır.

Şiir:

“Her belâya göğüs germek, 

Her erenin harcı değil ey can. 

Ejderha denilen nefsi yenmek, 

Her milletin kârı değil ey can. 

O nefsin zehrini panzehir yapan, 

Hiç Hakk’ı bilir mi nefsine tapan, 

Bir mürşid-i kâmile varıp eteğin tutan, 

Hakîkatte mahrûm kalmaz ey can…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXX

Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları.

1041. Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!

1042. Ey bir arslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!

1043. Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.

1044. Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.

Hasan Dede, “Kalb ile dinleyebilmek için insanın çok saf olması lâzımdır. Her şeyden arınmış olması lâzımdır” diye buyurur ve Hazreti Mevlâna’dan misâl vererek, “Mevlâna’nın çok güzel bir sözü vardır, şöyle seslenir” der, “Ey yolcu! Bir iş yapmak istediğin zaman birkaç bilgine danış, ya da istersen yüzlerce bilgine danış; fakat işe başlamadan evvel mutlaka kalbine danış ve kalbinden gelen ses ile işe koyul… Çünkü kalpteki ses her zaman üstündür. Oradan güzel bir ses gelirse o sese uy. Akıl yenilebilir ama kalb yenilmez, orası tevhid yeridir. Hele o kalbe güzel bir Dost koymuşsan, hiç yenilmezsin.”

Nitekim, ‘Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.’

Tavşanın sırrını onlardan gizlemesi.

1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!

1046. Aynanın berraklığını, yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.

1047. Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.

1048. Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.

1049. Bir iki kişiye söyledin mi, artık o sırra vedâ et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.

1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahpus kalırlar.

1051. Danışanlar, üstü örtülü, güzel bir tarzda konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinâyelerledir.

1052. Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi. Ashâb cevap verir, düşman haberdâr olmazdı.

1053. Düşman ayağı baştan ayırd edemesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misâlle söylerdi.

1054. Bu misâlle muradını anlatmış olurdu. Ağyâr sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

Hazreti Ali, “Akıllı kişi ne sırrını ifşâ eder, ne de başkasının sırrını sorar” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle anlatır ve der ki: “Dostlara ısmarıcım olsun, içyüzden anlam gelinleri size yüz gösterdi, gizli şeyler açıldı mı, sakının sakının, onu yabancılara söylemeyin, anlatmayın; duyduğunuz şu sözlerimi herkese söylemeyin. Çünkü ‘Hikmeti, ehli olmayandan başkasına vermeyin; ona zulmetmiş olursunuz; ehlinden de esirgemeyin, ehline zulmedersiniz’ denmiştir. Eline bir güzel, bir sevgili geçse, ben seninim, beni kimseye gösterme; evinde gizle dese onu çarşılarda pazarlarda dolaştırman, herkese, gel de şunu bir gör demen, yerinde bir iş midir; o sevgilinin de hiç hoşuna gider mi bu iş? Onlara gitmez amma sana da kızar. Ulu Tanrı, bu sözleri onlara harâm etmiştir. Hani cehennemlikler, cennetliklere, nerde verginiz, nerde adamlığınız? Tanrı’nın size verdiği, bağışladığı şeylerden birazcığını sadaka olarak, kulların gönüllerini almak için döküp saçsanız, bize bağışlasanız ne olur ki? Çünkü biz bu ateşin içinde yanıyor, eriyoruz; o meyvelerden birazcığını verseniz, o arı duru, soğuk mu soğuk cennet sularından bizim de canımıza dökseniz ne çıkar ki? diye bağırırlar ya…

‘Cehennemlikler, cennettekilere; sudan, Tanrı’nın size rızk olarak verdiği şeylerden bize de dökün saçın derler; cennettekiler de derler ki: Gerçekten de Allah her ikisini de kâfirlere harâm etmiştir.’

Cennettekiler, onu Tanrı harâm etmiştir size derler; bu nimetin tohumu dünyada ekilecekti; mâdemki orda ekmediniz, ekmeye de çalışmadınız, burada ne biçeceksiniz, ne elde edeceksiniz? Büyüklük etsek de size versek bile mâdemki Tanrı, onu size harâm etmiştir, boğazınızı yakar, boğazınızdan aşağıya gitmez o. Bir keseye koysanız kese yırtılır, dökülür gider. İşte tıpkı bunun gibi. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafa’nın yanına, münâfıklardan, yabancılardan bir topluluk geldi. Sahâbe, gizli şeyleri anlatmada, Mustafâ’yı övmedeydi. Peygamber, üstü kapalı olarak sahâbeye buyurdu ki: ‘Kaplarınızın ağızlarını kapatın.’ Yâni testilerin, kâselerin, tencerelerin, kapların kacakların, küplerin ağızlarını örtün; örtülü tutun; pis, zehirli hayvanlar vardır; testilerinize düşerler. Tanrı esirgesin; siz de bilmeden o testiden su içersiniz; size ziyânı dokunur. Mustafa, böylece onlara, yabancılardan hikmeti gizleyin; yabancıların önünde ağzınızı dilinizi kapatın; çünkü onlar farelerdir; bu hikmete, bu nimete lâyık değildir onlar buyurdu.”

Kasîde:

“Ey Hakk’ın sırlarını öğrenmek isteyen! Haydi gel, bu aşk bahçesinde gezinmeye bak ki, aşk sırlarıyla sevinesin. 

Bizim gül bahçemiz şarap kadehleri devreden bir aşk bahçesidir. Bu gül bahçesi, bülbüllerin yuvasıdır, cihan farelerine lâyık bir yer değildir.

Burada tûti kuşlarına şekerler, susayanlara âb-ı hayat vardır. Sanki bu, nisan yağmurudur. Bazen zehir gibi acı, bazen kıymetli inci olur. Müttekîler sedef gibi inci ile dolarlar. Şakîler yılan gibi zehirle dolarlar. 

Tevhid ilmi, tasavvuf ehline, hâl ehline nasiptir; fıskdan, fücûrdan uzaklaşmayan kimse, mürşitlerin sözlerinden uzak kalır…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXIX

Tavşanın bilgisi, bilginin fazîleti ve faydaları.

1027. Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver, tavşan hikâyesini anla!

1028. Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!

1029. Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve arslanı mağlûb edişini gör!

1030. Bilgi, Süleyman mülkünün hatemidir; bütün âlem cesettir, ilim candır.

1031. Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.

1032. O yüzden kaplan, arslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzden ovada, dağda bütün vahşî hayvanlar gizlenmişlerdir.

1033. O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekân tutmuşlardır.

1034. İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur, ihtiyâta riâyet eden kişi, akıllıdır.

1035. Bizden gizli; güzel, çirkin nice maklûkat vardır ki onlar, daima gönül kapısını çalıp dururlar.

1036. Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir.

1037. Gerçi diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcûdiyetini anlarsın.

1038. Vahîy ve vesveselerin ıstırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil.

1039. Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hâllolur.

1040. O vakit kimlerin sözlerini reddetmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin, görürsün.

Hakîkate kulak vermeyen ve hakîkatten anlamayan kimselere, Mevlâna’nın hitâbı çok açıktır: “Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!”

Çünkü bu kelâmları idrâk edebilmek ve anlayabilmek için nefsinden arınmış, hayvanlıktan kurtulmuş olmak gerekmektedir. 

Abdülbâki Gölpınarlı, 1030. beyitteki, Mevlâna’nın, “Bilgi, Süleyman mülkünün hatemidir” sözüne istinâden, “Süleyman Peygamber’in, üstünde İsm-i Âzam, yâni Tanrı’nın en ulu adı kazınmış bir mührü varmış. Süleyman, bunun kutluluğu sâyesinde kurda, kuşa, bütün yaratıklara buyruk yürütürmüş” der ve, “Mevlâna, bu yüzüğü, gerçek gâye değil de, yokluğunu anlamaya vâsıta olan bilgi olarak tevîl ediyor” diye açıklar.

Nitekim, “Bir insanın öğrenmesi gereken en yüce bilgi, yokluk bilgisidir” diye buyurur Hasan Dede ve, “Hakk’ın güzelikleri bizde varlığını ne kadar çok gösterirse, biz o kadar alçalırız. İşimiz bu bizim; yokluğa bürünmek! Kendimizi yoklukta tutmak. Hakk’ın büyüklüğünü, güzelliklerini kendi içimizde seyretmek… Başka bir yerde değil!” der.

İşte, ’bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.’

Fakat yine de ihtiyâtı, yâni tedbîri elden bırakmamak gereklidir, çünkü, ‘İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur, ihtiyâta riâyet eden kişi, akıllıdır.’

Hazreti Mevlâna’nın, 1036 ve 1037. beyitlerdeki, ‘derenin dibindeki diken’ teşbîhinden maksat da insanın nefsidir ki, Hasan Dede, şöyle bir menkîbe dile getirir:

Hazreti Muhammed Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra, sahâbesine, “Biz küçük savaştan çıktık, şimdi büyük savaşa gidiyoruz” diye buyurunca, sahâbe sorar: “Nasıl küçük savaş olabilir, yâ Resûlallah? Yaptığımız bu savaş, âdetâ kıyameti andırdı.” 

Peygamber Efendimiz onlara şu cevabı verir: “Oradaki savaşta karşımızdaki düşmanı görüyorduk. Gaflete düşersek düşmana yeniliriz, ama gözümüzü dört açarsak düşmanı yeneriz. Büyük savaş ise, görünmeyen düşmana karşı yapılandır; o düşman da nefsimizdir. Onun nereden nasıl saldıracağını bilemeyiz, bu nedenle daima ihtiyâtlı olmalıyız.”

Nitekim, Mevlâna, “Tanrı, bir hâlden bir hâle döndürme esnâsında her şeyi zıddıyla meydana çıkararak seni hâlden hâle döndürür durur” der, “Bu suretle de Ashâb-ı Şimâlden olmaktan korkar durur, erler gibi de Ashâb-ı Yemîn’in lezzetini umarsın.”

Şiir:

“Düşündüm âlemde vardır hikmetler, 

İnsanlar bir fayda bulsunlar diye. 

Yaratılmış nice nice âlemler, 

Görüp de bir ibret alsınlar diye. 

Yaratmış insanı bir de ruh vermiş, 

Her biri birine iyi görünmüş, 

Onsekizbin âlem insanda sırlanmış, 

İnsanlar o sırra ersinler diye. 

Resûller yarattı kendi nurundan, 

Nice velîler geldi Hakk’ın sırrından, 

Âdem’i yarattı balçıktan nurdan,

İlim, irfân verdi bilsinler diye. 

İyiler verdi, zâlim de verdi, 

Nice peygamberler peşpeşe geldi, 

Çıktı Muhammed mîraca erdi, 

Binlerce yıl geçince uçsunlar diye. 

Hasan, daim Hakk’ı Hakk bildi, 

Nice canlar Hakk’tı kâfir sayıldı, 

Dünya yedi kere ıssız kılındı, 

Yaşarken kıymetini bilsinler diye…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVIII

Tavşanın av hayvanlarına cevabı.

1008. Tavşan, “Dostlar, Hakk bana ilhâm etti. Hakîkaten zayıf birisi, kuvvetli bir rey ve tedbîre nâil oldu.

1009. Hakk’ın arıya öğrettiğini, arslan ve ejderha bilemez.

1010. Arı terûtaze balla dolu petekler yapar. Tanrı, ona, o ilimde kapı açtı.

1011. Hakk’ın ipekböceğine öğrettiğini hiç bir fil bilir mi?

1012. Toprağa mensûb insan Hakk’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlattı.

1013. Tanrı’ya şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin adını, sanını unutturdu.

1014. Altıyüzbin yıllık zâhidin, o buzağının ağzını bağladı.

1015. Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp dolaşmasına mâni oldu.

1016. Duygu ehlinin, yalnız zâhire îtibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt emenler için ağız bağıdır.

1017. Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere, feleklere bile verilmemiştir.

1018. Ey surete tapan! Niceye dek suret kaygısı? Senin mânâsız canın suretten kurtulmadı gitti.

1019. Eğer insan, suretle insan olsaydı Ahmed’le Ebûcehil müsâvî olurdu.

1020. Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer. Bak, suret bakımından nesi eksik?

1021. O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü, o nâdir bulunur cevheri ara.

1022. Ashâb-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün arslanların başları alçaldı.

1023. Canı, nur denizinde garkolduktan sonra ona, kötü ve çirkin suretin ne ziyânı var?

1024. Kalemler sureti övmezler. Kitaplara da adamın suretine ait vasıflar değil, ‘âlim, adâlet sahibi’ gibi zâtına ait vasıflar yazılır.

1025. Bilgi ve adâlet sahibi… Hep mânâdır, onları önde, artta… bir yerde bulamazsın.

1026. Zâta ait sıfatlar Lâmekan elinden cana şule vermektedir; can güneşi göklere sığmaz” dedi.

Hazreti Mevlâna, 1009 ve 1010. beyitlerde, “Ve Rabbin balarısına, dağlarda, ağaçlarda ve çardak kurulan yerlerde kovan yapın diye emretti” (Nahl, 67) âyetine işâret etmektedir.

Arının cüssesi küçüktür fakat Allah’tan aldığı emirle, şifâlarla dolu bal yapar. Kim bu baldan yese, hastalıklarına şifâ olur.

İnsan da bu âlemde küçük bir varlık gibi görünür, fakat bir kâmil mürşidin eğitiminde yetişip feyz aldıktan sonra hakîkatlere vâkıf olur ve aslında insanın ne kadar yüce bir varlık olduğu sırrını anlar.

Bir Mevlevî olan Sakıb Dede, arıyı, tenden kurtulmaya ve Hakk’a ulaşmaya çalışan bir dervişe benzetir. Derviş, ezel meclisinin hasretiyle inler ve ten kafesine kapatılmış çırpınan bir arı gibi dönüp dolaşmaktadır. Yaratan’ın hasretiyle yanıp tutuşan dervişin amacı, tenden kurtulup Hüsn-ü Mutlak’a kavuşmaktır. Ve der ki…

“Nâlân-ı şevk-i bezm-i ezeldür ebed yine,

Zenbûr-veş bu cilve-geh-i mâ’ü tînde.”

Kovan ise çokluk ve kalabalık oluşu nedeniyle vahdetteki tekliğe işâret eder.

Nitekim Mevlâna bir beyitinde, “Şu dünya küpünün içinde, bir arı gibi vızıldar dururum. Fakat sen, sadece benim bu sızlanmalarıma bakma, benim balla dolu bir kovanım var!” diye buyurur.

1014. beyitte geçen ‘Altıyüzbin yıllık zâhid’den maksatsa insanın yaratılışından bu yana savaşıp durduğu İblis, yâni nefsidir. Öyle ki Hasan Dede, “Terk edeceğimiz nefsimiz bizden daha yaşlı, daha tecrübeli ve daha kuvvetlidir. Onun yaşı, Âdem’den bu zamana kadar kaç bin sene geçmişse o kadardır. Hâlbuki biz onun karşısında çocuk yaşta sayılırız. Binlerce sene yaşı olan bir kuvvet, kendisine nazaran henüz çocuk denecek yaşta birisinden korkar mı? Onu ancak aşk korkutur. Aşk gelince o korkar, kaçar” der ve bir şiirinde şöyle seslenir…

“Cihan Kutbu yüce Mevlâna’m,

Bir aşk ile gönlüme geldin oturdun, 

Yüceliğinden bir nebze yükünden sundun. 

Herkesin derdine ortak kıldın, 

Hem yoğurdun hem oldurdun. 

Seçtin fakîri hem sevginde yoğurdun, 

Gönlüme dost muhabbeti doldurdun. 

İsm-i Âzam’ını özüme kondurdun, 

Kur’ân’ı okutan sırrı noktada buldurdun. 

Muhammed Mustafa’da Hakk lisânı oldurdun, 

Aratmadın kendini, Hasan’ında buldurdun. 

İlim ile irfânını kerem sahibi Şah Ali’mden okuttun, 

Cihan Kutbu Mevlâna’m, 

Ezeldeki makâmını gönlüme oturttun…”

‘Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere, feleklere bile verilmemiştir.’

Kur’ân-ı Kerîm’de, “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık” (İsrâ, 70) diye buyrulmaktadır.

Hasan Dede, “Hakîkati arayın ve bilin ki, hakîkat sizi özgür kılsın. Hakîkat, ilâhî güzelliktir; mevcuttur ama varlığı yoktur. Bütün ruhunla arınman gereklidir. Tam bir özgürlük içinde aramazsan bulamazsın” der, “Kimsin sen? Neden yaşıyorsun? Yaşamanın amacı nedir? Kâinat nedir? Niye varoldum? Hayatımı nasıl yaşamalıyım? Neredeyim? Nereye gidiyorum? Bu sorular bir insanda zuhûr eder de cevaplarını bulmaya çaba sarfederse insan gelişir, değişir ve özgürleşir. Bu güne kadar içinde bulunduğumuz kalıplardan kurtulmak ve içimizde saklı olan hakîkatleri bulmak için çaba sarfetmemiz gereklidir… İnsana bahşedilmiş olan en büyük, en yüce mânâ aşktır. Aşk, karanlıksız, gecesiz bir gündüzdür. Gündüz bile karanlık vardır da, aşkta yoktur. Gündüzün bir mağarada karanlık vardır ama, aşkın ışığına hiçbir şey engel olamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVII

Çalışmanın tevekküle tercihi.

992. Arslan bu yolda birçok deliller getirdi. O cebrîler arslanın cevabına kandılar.

993. Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebrîliğe inanışı ve dedikoduyu bıraktılar.

994. Bu biâtte ziyâna düşmemek için kükremiş arslanla ahitlerde bulundular.

995. Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, arslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.

996. Kur’a kime isâbet ederse günü gününe arslanın yanına sırtlan gibi o koşar, teslîm olurdu.

997. Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan bağırdı: “Niceye dek bu zulüm?”

Arslana gitmekte geciktiğinden av hayvanlarının tavşana itirâz etmeleri.

998. Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamandır biz ahdimize vefâ ederek can fedâ ettik.

999. Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebep olma, arslan da incinmesin. Yürü, yürü; çabuk, çabuk!”

Tavşanın av hayvanlarına cevabı.

1000. Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle siz de belâdan kurtulun.

1001. Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile, çocuklarımıza miras kalmasın.

1002. Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti.

1003. Peygamberler, halk nazârında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi.

1004. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”

1005. Hayvanlar ona, “Ey eşek, kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma!

1006. Bu ne lâftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırlarına bile getirmezler.

1007. Ya gururlandın, yâhut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu lâf, senin gibisine nereden yaraşacak?” dediler.

Hazreti Mevlâna’nın anlattığı bu hikâyede tavşan, akl-ı meadı temsîl etmektedir ki, diğer hayvanların da temsîl ettikleri akl-ı meaştır.

Akl-ı meaş sahipleri, kendi hakîkatlerini sorgulamadan, kaza ve kadere razı gelerek varlıklarını sürdürürler. Akl-ı mead olanlar ise, hakîkat arayışına girerler ve kimliklerini öğrenme yolunda yürümeye karar verirler.

Nitekim, ‘kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan, ‘Niceye dek bu zulüm?’ diye bağırır.’

Hasan Dede, akl-ı meaşın ve akl-ı meadın henüz maddeden kurtulamadıklarından dolayı yine sıkıntı içinde olduklarını dile getirirken, tevhid ehlini bunların dışında tutarak, “Onlar huzur içinde yaşamlarını sürdürmektedirler” diye açıklar.

Zîrâ, Hazreti Mevlâna hikâyenin devamında peygamberlerden misâl verir ve, “Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti” diye belirterek, “Peygamberler, halk nazârında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı” der.

Nitekim, Hazreti Ali de, “Derman sende fakat senin haberin yok. Derdin sende fakat sen görmüyorsun. Kendini küçük bir beden sanıyorsun. Oysa ki koskoca bir âlem dürülmüş içinde senin. Öylesine apaçık bir kitapsın ki, gizli şeyler onun harfleri ile meydana çıkmada. Dışarıya ihtiyacın yok senin. Gönlünde yazılmış yazılar, her şeyden haber verir sana” diye seslenir ve şöyle buyurur: 

“Ey insan! Şurasını iyi bil ki, gönül büyük bir şehristandır. O şehirde iki tane padişah bulunur. Her padişah kendi işinin hâkimidir ve kendi işinin gâlib gelmesine bakar; aralarındaki mücâdele sonucunda hangisi diğerine gâlib gelirse orada onun hükmü yürür. Bu iki padişahtan birisi akıldır; diğerinin adı ise tabiat dediğimiz şeytandır. Burada hangisinin mücâdelesi diğerine gâlib gelirse hüküm onundur. İnsanda olan şeytanî sıfatlar sırasıyla şunlardır: Tamah, hırs, intikam, kibir, kin, cimrilik, hased, gurur, gazap, düşmanlık, gıybet, inkâr, yalan, doyumsuzluk, gaflet. İnsanda olan aklın sıfatları da şöyledir: Kalp huzuru, kanaat, doğruluk, itimat, tevekkül, ilim, güzel huy, tevazû, sabır, şefkat, merhamet, cömertlik, ikrâr, saygı, teslîmiyet ve Allah aşkı.”

Kasîde:

“Gönül ehlinden, canın ölümsüzlüğünden başka bir rivâyet gelmemiştir! Aşkın verdiği rahatlıkların da, aşk gibi, sonu yoktur! 

Bu topluluk ne kadar hoştur! Hepsinden de şükürler duydum! Sen, kendine gel de, aşktan şikâyet edenin şikâyetine kulak asma! 

Her seher vaktinde, başka bir tatlılık, başka bir güzellik vardır; her tarafta bir başka terûtazelik vardır! Sanki her şey, yeniden yaşamaya başlamıştır! Her adımda bir şaşılacak şey, her nefeste bir başka lütûf, bir başka kerem hissedilir! 

Canın güzelliği haddi aşınca, Hakk’tan ona yardım üstüne yardım gelir! Fakat, hasedin kötü gözü kurumaz ki!.. 

Gökyüzü, her zaman aşkı arayıp durduğu için, sırtı, aşıkların sırtı gibi bükülmüştür! Çünkü, onun güzelliği, eşsiz ve örneksiz bir güzelliktir! 

Seher vakitleri güneşin mızrak çekmesi, sabahın bayrak açması, aşkın yüzünün parıltısıdır! 

Aşk yol gösterince, can rahata kavuşur; başını gökyüzünden çıkarır da; ‘Ne güzel memleket!’ der! 

Allah, aşkına; ‘Senin güzelliğin olmasaydı, ben, varlık aynasına itibâr eder miydim?’ diye buyurdu! 

Ne zamana kadar anlatıp duracaksın? Canın hakkı için, daha fazla söyleme! Gönül, senin dilinden dertlere düşüyor, tasalara batıyor! 

Halvete girenler, yalnızlığı arayan kişiler kaçmışlar, sesin azığını dökmüşler! Çünkü susmak, sarhoş olanlara güçtür, kuvvettir!

Bülbüllerin ötmesi, aşıklara ilaçtır, devâdır! Ama, sen sus da, aşk, sana daha başka bir güç, daha başka bir kuvvet versin!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVI

Yine arslanın çalışmayı tevekküle tercih etmesi ve çalışmanın faydalarını bildirmesi.

971. Arslan dedi ki: “Doğru ama peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.

972. Cefâdan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nâil oldular; Tanrı onların mücâhedesini zâyî etmedi.

973. Onların başvurdukları çareler her hususta lâtif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.

974. Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tamam sayıldı.

975. Ey ulu kişi! Nebîlerin ve velîlerin yolunda çalış!

976. Kaza ve kaderle pençeleşmek mücâhede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.

977. Bir kimse iman ve taat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyân etmişse kâfirim!

978. Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!

979. Dünyayı arayan kişi, olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbâyı arayansa kendine iyi bir hâl aramış oldu.

980. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise câizdir, emredilmiştir.

981. Hile ve çare diye zindanı delip de çıkmaya derler. Yoksa birisi zâten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.

982. Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpûslarız. Zindanı del, kendini kurtar!

983. Dünya nedir? Tanrı’dan gâfil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.

984. Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “Ne güzel mal” demiştir.

985. Suyun gemi içinde olması, geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır.

986. Mal, mülk sevgisini gönlünden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, yoksul adını takındı.

987. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz, bucaksız su üstünde yüzüp gitti.

988. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.

989. Bütün dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şeydir.

990. Şu hâlde kalbini min ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!

991. Çalışma da haktır, devâ da haktır, dert de hak. Münkîr kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.”

Bir kasîdesinde şöyle seslenir Mevlâna… “Ey Hakk yoluna düşen, o yolda yoklukta mahvolan, yok olan aşık! Sen, yokluğu da geride bırak, yokluktan da yola düş; sen, onu da terket! Gönlünden başını çıkar da, gönlün tâ kendisini, özünü seyret!..”

“Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerde bahsettiği terk, son merhâledir” diyor Mithat Bahârî Beytur, “Âriflere göre dört türlü terk vardır: Birincisi, terk-i dünya; dünyayı terketmek. İkincisi, terk-i ukbâ; ahiretteki nimetleri terketmek. Üçüncüsü, terk-i hestî; kendi benliğini, varlığını terketmek. Dördünücüsü, terk-i terk; terki de terketmek, onda yok olmaktır.”

Hasan Dede, Peygamber Efendimizi ve Hazreti Mevlâna’yı örnek göstererek, onların bu yolda çektikleri çileleri ve bu çileler sonucunda kazandıkları ruhanî nimetlerle donattıkları mânevî sofrayı şöyle dile getirir: “Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yâni fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hattâ zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. Cenab-ı Mevlâna ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine baktı, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyordu; hemen içinden bir ses geldi, ‘Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emâneti bak ne hâle getirmişsin.’ İşte Mevlâna şu cevabı verdi: ‘Eğer ben bu emâneti bu hâle getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim.’ Yâni açlık dediğimiz zaman, eğer insan o açlık içinde gönül verdiği yere yönelirse gıdanın en güzelini alır. Onlar, yâni bizim büyüklerimiz, bizler için çileler çektiler, halvetler yaptılar ve bizler için çok güzel bir sofra kurdular. Peki bizlerden ne istiyorlar şimdi? Bizlerden istedikleri sadece bir gönül… Şimdi bizler mâdemki onlara gönlümüzü verdik, artık nefisimize ait hizmetlere koşamayız. Neden? Çünkü sevgilimizi incitiriz. Eğer bizler sevgilimize sunduğumuz aklımızı, gönlümüzü başka yerlere dağıtırsak işte asıl o zaman çilelerden kurtulamayız. Fakat bizler aklımızı da gönlümüzü de devamlı bir yerde tutarsak, oranın güzellikleri bizlerde yansıma yapar ve kurtuluşa erer, sonsuz huzura, hürriyete kavuşuruz.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna… 

“Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir? Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhrân kalmadı. Küfür, iman oldu, küfrân kalmadı. 

Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçti. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır. Kendi huylarından çıkmış tek olmuş… canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir. 

O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir…”

Çalışma, dış âlem için değil; yâni dünya nimetleri, mal, mülk, para için değil; çalışma, iç âlem için; yâni mânevîyat, ruhânîyet, yokluk bilgisi ve kalb huzuru için… Önemli olan dünyaya gönül vermemek, Allah’ın nazargâhı ve sahibi olduğu gönlü dünyadan temizlemektir… 

“İnsan, Allah’ı yaşatmak için gelmiştir bu âleme. Dünya nimetleri için gelmemiştir” der Hasan Dede, “İnsanın yapması gereken; gönlünde mala, mülke, dünyevî her şeye karşı ne sevgi beslemişse, onları gönlünden çıkartması, iç âlemini temizlemesi ve kendini tamamen Allah’a vermesidir. Ama bu demek değildir ki, dünyadan tamamen elini çekeceksin. Elin dünyada olacak, ama dünyayı gönlüne koymacaksın. Kazandıklarınla da yine insanlara hizmete çıkacaksın. Çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmak bunu gerektirir. O demiştir: ‘Benim dinim ahlâktır. Bir insan hiçbir ilme sahip olmasa bile, insan toplumu için yararlı fikirler üretirse, bu kişi ahlâk sahibidir, bendendir. Bir kişi de ne kadar bilgi sahibi olursa olsun insanlığı ikiliğe, fesada, kavgaya sürüklerse, o benden değildir…’ 

İnsan, bu âlemde Allah’ın halîfesidir. Allah, insana bu kadar güzellikler verdi, hattâ kendisini de verdi. Dünyayı insanın ayakları altına serdi. O hâlde bizlerin vazîfesi Hakk’a lâyık bir yaşam sürmeye gayret ederek, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmak olmalıdır. Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. Yarınlar için çalışmayanın, geleceği kayıptır…”

Nitekim, ’Suyun gemi içinde olması, geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır… Şu hâlde kalbini min ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle! Çalışma da haktır, devâ da haktır, dert de hak. Münkîr kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.’

Kasîde:

“Ey gönül! Bu fânî dünyaya, bu toprak yurda neden bağlanıp kalmışsın? Bu ağıldan dışarı çık; çünkü sen, can âleminin kuşusun! 

Sen, naz âleminin sevgilisisin; sen, sır perdesi altında oturanlardansın! Bu fânî yerde, ne diye oturuyorsun? 

Kendi hâline bir bak da, suret âlemine hapsolmaktan kurtul, mânâlar çimenliğine sefer et! 

Sen, kutsal âlemin kuşusun; ünsîyet, dostluk meclisinin nedîmisin! Sen, bu değersiz yerde kalırsan, yazıklar olur! 

Bu cihanda hakîki mutluluk, devlet arama; bulamazsın! İki cihanda selâmeti, ona kul olmaklığından iste! 

Aşk sözünü bırak! Zîrâ o, bir geçit yoludur, bir köprüdür! Sen, elinden geldiği kadar Allah’a kulluk et, iyi bir insan ol! 

Tebriz’in iftihâr ettiği Şems’ten ukbâ saadetini iste! Çünkü o, mânâların ön safında, mârifetler güneşidir!”