MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXIII

Sineğin gevşek tevîlinin değersizliği.

* Senin ahvâlin o tuhaf sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı.

* İçmeden kendi kendine sarhoş olmuş, zerresini güneş görmüş.

* Doğan kuşlarının övüldüğünü işitmiş; “Şüphe yok ki ben vaktin ankâsıyım” demişti.

1082. O sinek, eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp,

1083. “Ben, deniz ve gemi hikâyesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm.

1084. İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyetli, rey ve tedbîr sahibi bir kaptanım” dedi.

1085. Deniz üstünde salını sürüp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla göründü.

1086. O sidik, sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte, onu olduğu gibi görecek göz nerede?

1087. Onun âlemi kendi görüşüne göre olur. Gözü, bu kadardır, denizi de ona göre!

1088. Bâtıl tevîlci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevîl ve tasavvuru saman çöpüdür.

1089. Eğer sinek kendi reyiyle saplandığı tevîlden geçse, baht o sineği hümâ yapar.

1090. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu, surete lâyık olmayacak derecede yüksek bir zât olur.

Sultan III. Murat devrinde yaşamış olan Şeyhülislâm Yahyâ Efendi şöyle buyurmuş:

”Mescidde riyâ pîşeler etsün ko riyâyı,

Meyhâneye gel ne riyâ var ne müraî.” 

Tercümesi; ‘Mescidde riyâyı huy edinenler, bırak etsinler riyâkarlığı; sen meyhâneye gel, orada ne riyâ var ne de riyâkâr.’ 

İranlı Hâfız Şirâzî de bir beyitinde şöyle der: 

“Eğer Pîr-i mugân sana seccâdeni şarap küpüne daldır derse, tereddüt etmeden seccâdeni şarap küpüne daldır.”

Hazreti Mevlâna ise bir şiirinde, “Ben şunu bunu bilmem, ben ilahî aşk kadehiyle mest olmuşum” diye seslenir.

Bu sözler bâtınî sözlerdir ve herkes kendi kâbiliyeti ve idrâki miktarınca anlar veya anlayamaz, yanlış yorumlar. 

‘Onun âlemi kendi görüşüne göre olur. Gözü, bu kadardır, denizi de ona göre!..’

“Denizde damla, iz, ırmak, nehir aranır mı? Bunlar kara için geçerlidir. Denize atom bombası atıyorlar da tesir etmiyor. Hâlbuki eşek izindeki suya bir taş atsan, hiçbir şey kalmaz içinde” der Hasan Dede, “Bizim kitabımız, aşk ve zevk kitabıdır; herkes okuyup anlayamaz. Bu kitap seviyeye hitâb eder… Bizim sohbetlerimiz zâhirî değildir. Bizim sohbetlerimiz bâtınîdir. Zâhirî muhabbetlerde, zâhirî kişilerde Allah’ı göremezsin. Zâhire göre, adı üstünde, Allah insanın dışındadır. Ama tasavvuf ehli insanın dışına çıkmaz, Allah’ın varlığını insanda görür. Allah’ın bulunduğu yerde de, Allah’tan başka kimseye yer yoktur.

İşte koca Mevlâna şöyle buyurur: ‘Ne kadar bilgin olursan ol, bir mürşid-i kâmile baş kesmedin mi, edindiğin o bilgiyle sen ancak meyvanın kabuğuna varırsın, ama tadını alamazsın.’

Hakk’a yakınlık ancak benliğinden kurtulup O’nda var olmakla mümkündür. Aşikâr olanı görmemize engel olan cehâlet perdesidir. O hâlde amacımız; varlığımızdaki noksan yönlerimizi iman, akıl, irâde ve bilginin yardımıyla terbiye etmek ve özümüzde varolan iyiliği güzelliği ortaya çıkartarak, çoğaltmak olmalıdır. 

Kur’ân-ı Kerîm’i ele alalım; Kur’ân, insana insanı söyler, insanın hakîkatini dile getirir. Kur’ân’ın dış yüzüne bakarsak, zâhirî bilgilerle yola çıkarsak, Kur’ân’ın bizlere sunduğu bilgilerin ancak kabuğuna varırız, derinlerinde yatan mânâsına eremeyiz.”

Hazreti Mevlâna, Kur’ân’ı bir geline benzetir ve, “Kur’ân’ın mânâsını, ancak Kur’ân’dan, yâhut da hevâ ve hevesini ateşe vurmuş, Kur’ân’ın huzurunda alçalmış, kurbân olmuş; ruhu, Kur’ân kesilmiş kişiden sor” der.

Nitekim Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde, insan-ı kâmili işâret ederek şöyle buyurmaktadır: “İman-ı kâmil sahibi o mümindir ki güzel ahlâk sahibi olup, ehline lütfu ziyâde olur.”

“Her insanın içinde bir Âlim vardır ki o, zâhir ilmin âlimlerinin bilmediklerini de bilir. O, faaliyete başladı mı, her şey aşikâr olmaya başlar” der Hasan Dede ve ne güzel buyurur… “Biz ne şeyh, ne tarîkatçi, ne evliyâyız. Biz, aşıkın maşuku, maşukun da aşıkıyız. Biz ilâhî bir gâye ile sevmek ve sevilmekten başka bir şey bilmiyoruz.”

Kasîde:

“Ey aşk imamı! Sen, mâdemki Allah aşkı ile mest olmuşsun, kendinden geçmişsin, sevgili ile mânen buluşmak için namaza dur! Niyet et, tekbir getir ve bir ölü gibi iki elini yanına sal! Şu dünya hayatını, varlığını artık düşünme; onlardan usanç getir, yaka silk! Benlikten de vazgeç, kurtul!.. 

Namaz kılmak için vakti bekliyordun, acele ediyordun; işte namaz vakti geldi! Haydi kalk; neden oturuyorsun? 

Aslında sen; ‘Gerçek kıbleyi, Hakk kıblesini bulurum!’ ümidi ile yüzlerce varlığa yöneldin, kendine yüzlerce kıble icâd ettin; o güzelin aşkı ile yüzlerce puta tapmadasın; bundan haberin yok!

(Neyzen Tevfik de aynı fikirde. Allah’a hitâb ederek diyor ki: “Değil binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanlar senin hep gölgeni sevmiş, özünden bîhaber gitmiş!”)

Ey can! Şu fânî varlıklara gönül vererek yerlerde sürünme; aşk kanadını aç da, birazcık yüksel, uç! Çünkü ay, yerde değildir, yücelerdedir; gölge ise aşağılardadır! 

Dilenciler gibi her kapıyı çalma, her kapıdan bir şey bekleme! Aklını başına al, yer kapılarını çalma da gök kapısını çal! Korkma; sen, üstün bir varlıksın! Elin göklere kadar uzanır; gök kapısını çalabilirsin! 

Gökyüzü şarabıyla mest olup bu hâle geldiğin için, artık kendinden kurtul, kendini bırak, kaç ve şu fânî dünyada bir yabancı gibi yaşa! 

Ben sana; ‘Nasılsın, nicesin?’ diye soruyorum! Soruyorum ama, göze görünmeyen, nasıl olduğu, niceliği, niteliği bilinmeyen üstün bir varlığa bu soruları kim sorabilir? 

Ey gönlümüzün içinde gizli resimler yapan, bizi çeşitli hayallere düşüren eşsiz ressam! Senin, aydan başka, daha yüzlerce, binlerce resimlerin var! 

Allah’ım! Sen, bir kapıyı kaparsan yüzlerce kapı açarsın; bir gönlü kırarsan, yüzbinlerce can, yüzbinlerce gönül bağışlarsın! 

Ben, deli oldum; ne söylersem, deliliğimden söylüyorum! Elest dostu, elest âlemi mahremi isen, yürü sen; benim akıl almaz delice sözlerime; ‘Evet, evet!’ de!..”