MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXI

“Aşk davaya benzer; cefâ çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki!” Mevlâna

Feryâd edeyim, çünkü feryâd ve figânlar, hoşuna gidiyor. İki âlemden de ona ancak feryâd ve figân lâzım.

Onun macerasından acı acı nasıl feryâd etmeyeyim ki sarhoşlarının halkasına dahil değilim.

1770. Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından mahrum bir hâldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?

Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. O gönül inciten sevgilime canım fedâ olsun!

Nâziri olmayan tek padişahımın hoşnut olması için ben, hastalığıma da aşığım, derdime de.

İki deniz gibi olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını gözüme sürme gibi çekmekteyim.

Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır.

1775. Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim.

Gönül, “Ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifâkına gülmekteyim.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Hakk’ın güzel yüzünü görmek için, Hazreti Şuayb’ın döktüğü gözyaşlarını ve yakarışlarını şöyle dile getirir:

“Şuayb’ın sesi, inleyişi, çiy taneleri gibi gözyaşları döküşü haddi aşınca, seher vakti gökten şu nidâ geldi: ‘Eğer suçluysan cömertliğimle bağışladım suçundan seni, affettim. Eğer cennet istiyorsan, verdim. Sus; bu yalvarışı bırak.’ 

Şuayb şu cevabı verdi: ‘Ne bunu isterim, ne onu. Hakk’ın güzel yüzünü apaçık görmek isterim. Yedi deniz ateş olsa, o yüzü görmek için kendimi içine atarım. O görüş yerinden eğer beni kovarsan, başım, gözüm kovulmuş olur; bana cehennem yaraşır, cennet asla yaraşmaz. O’nun nur yüzüyle parlamayan cennet bana cehennemdir, bana düşmandır. Ben o ruhsuz renkten, o sevimsiz kokudan yandım. Bana o güzel yüzün nurlarındaki parlaklık gerek. O nerede? Ben onu isterim.’ 

Dediler ki: ‘Bari az ağla ki, görüş kuvvetin elden gitmesin. Ağlayış, pek haddi aşarsa göze ziyândır, bu göz görmez olur.’ 

Şuayb cevap verdi: ‘Eğer iki gözüm akîbet O’nu görecekse benim vücudumun her cüzü, bir göz olur, ben görmemezlikten ne tasalanayım? Eğer bu gözüm akîbet O’nu görmekten mahrum olacaksa, o göz varsın görmez olsun; çünkü dosta lâyık değildir’…”

Ne güzel buyurur Hazreti Şems…

“Bir kimsenin davasını onun mânâsı için, bir kimsenin mânâsını da, davası için öğrenmek isterim.”

Şiir:

“Sevgilim, 

Korkmam senden şiddet, kahır gelmesinden, 

Canımdan öte seviyorum seni ben,

Kahrın hoştur semâ ve ney sesinden,

Cefân daha hoştur nimet vermenden,

Canımdan daha hoştur öç alman benden… 

Cihan nurum, 

Ateşin bu ise nurun nasıldır? 

Derdin zevk verirse lütfun nasıldır? 

Letâfet saklıdır zulmünde bile, 

Sevgilim, 

Seni kimse bilmez tam hakkı ile… 

Aşıkım Yârimin her türlü kahrına, 

İsterim gark olmak Sevgilimin sonsuz baharına. 

Feryâtla inlesem olsam bir bülbül, 

Bulup da koklasam hoş kokulu gül…

Rabbim, bu bülbül yansa da aşkı azalmaz, 

Acıdan zevk alır ötmekten kalmaz.

O Küll’e aşıktır, Küll gerçekte o, 

Kendine aşıktır bilmemekte o…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXX

Hâkim Senaî’nin “Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman… Seni dosttan uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel… İkisi de birdir” sözü ve Peygamber sallallahu aleyhi vessellemin “Sa’d, çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı ise benden de kıskançtır. Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir” hadîsi.

Hakk, kıskançlıkta bütün âlemden ileri gittiği içindir ki, bütün âlem kıskanç oldu.

O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

Kimin namazında mihrâb ve kıblesi Ayn olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.

1760. Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.

Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.

Bir kimseye padişahın elini öpme fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.

Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.

Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.

1765. Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır.

Kıskançlıkların aslını Hakk’tan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının feridir.

Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercaî sevgilinin cefâsından şikayet edeyim…

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Allah o kadar kıskanç ki, hep O sevilsin ister. Her şey O’na ait olduğu için başka bir yere bakarsan yine O’nunla bakmanı, O’nun sevgisi ile sevmeni ister” der ve şöyle devam eder:

“Hazreti Muhammed, bizim iman ettiğimiz yerdir. Hazreti Muhammed’in her sözüne inandık, iman ettik. O, her zaman Allah’ın büyüklüğünden, güzelliklerinden dil döktü, insanların gönüllerini fethetti, kendini sevdirdi. Bazılarını da kendisine aşık etti. O’na, ‘İmanım’ dediler. Hem dinim, hem imanım. Yâni O, sonsuz Sevgilim benim. Artık ben O’nun dışına çıkmam. Bakın iman ettiği yer onun mihrâbı artık. Allah’ın güzelliklerini orada görüyor, her şeyini O olarak görüyor. Gördüğü içindir ki oraya iman ile bakıyor. Her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!”

Selâm üzerlerine olsun, Hazreti Muhammed’in arslanı Hazreti Ali Efendimiz de çok güzel buyurur: “Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turâb, oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam ancak Allah içindir, vermem de… Tamamı ile Allahınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim. Zîrâ ben Rabbimi kalbimle gördüm…”

Ahmed Eflâkî Dede, selâm olsun üzerine, Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet eder:

“Arkadaşların en gözdeleri rivâyet ettiler ki: Selçukoğulları devletinin yıkılmasının ve yok olmasının sebebi şu idi: Sultan Rükneddin, Mevlâna Hazretlerine mürid olup onu kendine baba yaptıktan bir zaman sonra eşi benzeri olmayan büyük bir toplantı (iclâs) yaptırdı. Derler ki o zamanda Şeyh Baba-yi Merendî denilen ihtiyar bir adam vardı. Riyâzet sahibi, zâhid ve bilgin (müteressim) bir adamdı. İnsan yüzlü bir takım şeytanlar bu şeyhle arkadaş olmuşlardı. Bunlar, sultanın yanında bu şeyhi o kadar övdüler ki sultan onun sohbetini büyük bir arzu ile istedi. 

Nihayet emretti, sarayın holünde (Taşthâne) bir semâ tertib edip tam bir ikrâmla Şeyh Baba-yi Merendî’yi getirdiler. Bütün büyükler onu karşılayarak çok izâz ve ikrâmla başköşeye oturttular. Sultan da bir kürsü koyarak kendi tahtının yanında oturdu. O sırada Mevlâna içeri girdi, selâm verip bir köşeye çekildi. Kur’ân-ı Mecid’in okunmasından sonra muarrifler, fasıllar okudular. İslâm sultanı, Mevlâna Hazretlerine bakarak: ‘Hüdâvendigâr’ın, ulu şeyh ve bilginlerin malûmu olsun! Bu hâlis kul, şeyh Baba hazretlerini baba edindi, o da beni oğullu­ğa kabul etti,’ dedi. Orada bulunanların hepsi: ‘Aferin, mübârek olsun,’ dediler. 

Hüdâvendigâr Hazretleri, kıskançlığından; ‘Gerçekten Sa’d çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı da benden daha kıskançtır. Eğer sultan onu baba edindi ise, biz de kendimize, başka birini oğul ediniriz,’ dedi ve nârâ atarak yalınayak çıkıp gitti.

Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri rivâyet etti ve dedi ki: Mevlâna Hazretleri dışarı çıkınca sultanın tarafına baktım, sultanın başsız oturduğunu gördüm. Hemen darbe yedi. Bilginler ve şeyhler, Mevlâna’nın arkasından koş­tularsa da o dönmedi.”

Beyit: 

“O gönül bekçisi, o cana şerefler veren eşsiz varlık, pek kıskançtır! Onun kıskançlığına karşılık siz de yüzünüzü ondan başkasına, yabancılara çevirmeyiniz!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXIX

“Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun altının üstünden daha iyi olmayacağını?’’ Şems-i Tebrizî

Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.

Mademki aşık odur, sen sus artık. Mademki o, kulağını çekmekte, sen tamamiyle kulak kesil!

Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harâb eder, her tarafı yıkar.

1740. Fakat harâb olmaktan niye gamlanayım? Harâbenin altında padişah hazinesi var!

Hakk’a dalan kişi daha ziyâde dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.

Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyâde gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?

Şu hâlde ey gönül! Neşe ve sefâyı, cefâ ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebûn olmuş olursun.

Tutalım, senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik, murat ve maksadı terk etme değil mi?

1745. Onun her yıldızı, yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir!

Biz değeri de bulduk, kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk.

Ey aşık, aşıkların hayatı ölümdedir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.

Yüzlerce naz ü işve ile gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.

“Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma!”

1750. Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkân mı var?

Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın! Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir. Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkı da!

Ben o aşkı kısaca söyledim, tamamiyle anlatmadım. Anlatacak olsam hem dudaklar yanar hem dil!

Leb dersem maksadım lebîderyâdır; Lâ dersem muradım illâdır.

Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden dolayı sükût etmekteyim.

1755. İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın.

Bu söz her kulağa girmesin. Onun için yüz ledûn sırrından ancak birini söylemekteyim.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Ey Allah’ın kulları, sükûn ve ağırbaşlılık ile durunuz. Sabırsız ve telaşlı olmayınız. Zira sükûnet ve ağırbaşlılık, insanı değerli kılar” diye seslenir bizlere…

“Biz dilencilikten ve niyâzdan kurtulduk; ayak vurarak nâz tarafına geldik” diye buyuran Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir kasidesinde de şöyle buyuruyor ve diyor ki: 

“Ey aşık! Hileyi bırak! Aklı terk et, divâne ol, divâne! Ateşin tam ortasına atıl, âdeta gönlüne gir! Pervâne ol, pervâne! 

Kendini yabancı say, kendine yabancı ol! Hem de evini yık, harâb et! Sonra gel; aşıklarla, aynı evde otur, onlarla düş, kalk! 

Git, gönlünü siniler gibi yedi kere yıka, kinden, nefretten temizlen! Sonra gel aşk şarabına kadeh ol! Sevgiliye layık olmak için tamamıyla can hâlini al! Mest olanların yanına gidince sen de mest ol mest! 

Güzellerin taktıkları küpelerin sohbet yeri, buluşma yeri onların yanaklarıdır. Güzel yanaklarla, güzel kulaklarla dost olmak istiyorsan; inci tanesi ol, inci tanesi! 

Düşüncen nereye giderse seni peşinden sürükler, oraya çeker götürür. Sen düşünceden vazgeç de, kaza ve kader gibi en ileride yürü, en öne geç!

Kibire kapılmak, hevâ ve hevese meyl etmek bir kilittir ki, gönüllerimiz onunla kilitlenir. Sen anahtar ol, anahtarın dişi ol! 

Mustafa (sav), Hannâne direğini okşadı. Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin ya, haydi Hannâne direği ol, Hannâne direği! 

Hazreti Süleyman sana; ‘Kuş dilini duy, öğren!’ diyor. Hâlbuki sen öyle bir tuzaksın ki, kuş senden ürker kaçar, sen tuzak olma, yuva ol, yuva! 

Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol! Güzel sana karşı saçlarını serer açarsa, sen ona tarak ol, tarak!

Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini!

Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mademki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!..”

Şiir:

“Nurların özü yâ Muhammed, 

Cehennem senin güzelliğinin baharına nispetle, 

Gülistan oldu, gül bahçesi hâline geldi, 

Uçsuz bucaksız bir deniz oldu. 

Aşkının kıvılcımına karşı, 

Bir katre kandan ibaret bir vücud buldu. 

Bir incim var… 

Gözyaşı mı desem, gönül mü desem? 

O tek ve eşsiz inci açıkça benim, 

Fakat ey yüce Sultan, ey Sevgilim, 

O, gizlice senin. 

Merhametli bir kişi tanırım ki, 

Adı sevgi ve adâlettir…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXVIII

“Her dükkanın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevî de yokluk dükkanıdır oğul. Mesnevîmiz vahdet dükkanıdır. Orada bir’den başka ne görürsen puttur.” Mevlâna

Ben kâfiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey düşünme!

Ey benim kâfiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kâfiyesi sensin.

1725. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı!

Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım!

Âdem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrârı olan sevgili, sana söyleyeyim.

Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrâil’in bile bilmediği gamı,

Mesîh’in bile dem vurmadığı, hattâ Tanrı’nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.”

1730. Biz (ma) kelimesi, lügatte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye delâlet eden bir kelime. Hâlbuki ben ispat değilim; zâtım, varlığım yoktur ki ispat edilebilsin. Nefiy de değilim.

Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa fedâ ettim.

Padişahların hepsi, kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün halk, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.

Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk, umûmiyetle kendi uğrunda ölenin yolunda ölür.

Avcı, onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.

1735. Dilberler; aşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, aşıklara avlanmışlardır.

Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle bir menkîbe dile getirir:

“Bir gün Sultan Veled Hazretleri, Allah’ın cemâlini görmeyi diledi ve babasının huzuruna çıktı. Mevlâna, ona, ‘Eğer benim dediklerimi yaparsan onbeş güne kadar Allah’ın cemâline nâil olabilirsin’ dedi. 

Sultan Veled Hazretleri, babasının emrine tâbi olduğunu dile getirdikten sonra Mevlâna, oğluna şu nasihatleri verdi: ‘Onbeş gün yemeden içmeden arınacaksın ve hep beni düşüneceksin. Gün boyunca biraz su ve bir lokma ekmek yiyeceksin.’ 

Böylece Sultan Veled, hâlvete girdi fakat birinci günün sonunda tekrar babasının huzuruna çıkarak, ‘Babacığım, aklımı devamlı sende tutamıyorum, aklım bir dakika içinde sayısız yere gidiyor, bu iş nasıl olacak?’ diye sordu. 

Mevlâna, onun daha fazla gayret göstermesini istedi. Sultan Veled, yine hâlvete geri döndü, günlerce uğraştı, bir gün, iki gün, üç gün derken vücudu gıdadan kesilince tamamen teslîmiyet hâline büründü ve akıl artık bin yere gidemedi ancak bir yerde durdu. 

Sultan Veled’in aklı artık o bir yerde durduğu için bir hafta sonra Mevlâna’nın yüzünün ardındaki hakîki cemâli gördü. Çilehânede bir ‘Allah’ bağırdı ve sonra koşup babasının boynuna sarıldı, ayaklarına secdeye kapandı. 

Cenâb-ı Mevlâna, oğlunun başını okşadı ve ona, ‘Mestûr et’ yâni ‘Sır et’ diye buyurdu.

Göz, sevgilinin dışında başka birini görmeyecek; kulak, onun sesinden başka birine verilmeyecek; dil de ondan başka birini dile getirmeyecek… Bir kişi yaşamını böyle sürdürürse imanında sahidir ve huzur içinde yaşamaktadır. Ve hiçbir zaman bu kişinin gönlü karışmaz ve bozulmaz. 

O’nu görmek için bu canı vereceksin. Fakat ne fayda ki, fakîr, O’nu göreyim diye, canımı vereyim dedim ama, canımı aradım aradım bulamadım… 

İşte biz candan vazgeçince O, kendi kendini görecek. Bu sözler, söylenirken sese, yazılırken de harfe tâbidir. Hâlbuki, bu hâli anlatmak için söz kâfi gelmez. İşte bu, bir sırdır. Öte tarafı sessiz, sözsüz, hâlî konuşmadır.”

Beyit:

“Şems-i Tebrizî’nin tılsımlarında, bir hazine mevcuttur ki, onun sırrı gizlidir. Senin sefer ettiğin vakitten beri, balmumu gibi tatlılıktan ayrı olduk.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXVII

“Aşık oldum sana ey gonca dehen,

Sönmez ateşlere yaktın beni sen…” Mehmet Sâdi Bey

Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan arındım.

Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi varlığından kesilmek hayaliyledir.

Tanrı’nın gayretiydi bu, Tanrı buyruğuna çare bulunmaz; bir gönül göster ki Tanrı buyruğundan yüzlerce parça olmamış olsun!

Kıskançlık da, gayret de, her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese sığmayan Tanrı gayretidir. (Kendisinden başka her şeyi kıskanır.)

1710. Ah, keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım!

Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı!

Rızkını vereyim, vermeyeyim… benim enîsimdi. İlk söylenen sözlerden onu hatırlarım, benimle ezelî bir aşinâdır.

O öyle bir duduydu ki sesi, vahiyden gelirdi; varlığı, varlık meydana gelmeden önceydi.

O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, bunun ve onun üzerinde, onun aksini görmüşsün.

1715. O kuş, senin neşeni alır, fakat yine sen ondan neşelenirsin. Onun yaptığı zulmü, adâlet gibi kabul edersin.

Ey ten uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın.

Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlesin, yaksın!

Kav, ateş alma kabiliyetindedir, şu hâlde ateşi cezbeden kavı al!

Vah vah vah; yazıklar olsun… Öyle bir ay bulut altına girdi!

1720. Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık arslanı çıldırdı, kan döker bir hâle geldi.

Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur?

Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir arslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, bu beyitlerinde, dudu teşbîhi ile, insan-ı kâmile işâret etmektedir ki, ruhu şâd olsun, Ahmed Avni Konuk bununla ilgili şu yorumu yapar: “O, öyle bir insan-ı kâmildir ki, onun kelâmı ilâhî telkinlerdir; onun velâyetinin ibtidâsı, vücud-ı izâfî âleminin ibtidâsından evveldir. Yâni suretler âleminden üstün olan ayân-ı sâbite âlemindedir. İnsan-ı kâmilin ilâhi telkinlerine ‘vahiy’ tâbiri câizdir; zîrâ kâmil, ilm-i nebevînin vârisidir ve onların kalblerine nâzil olan ilâhi telkinler Kur’ân’dan gayri değildir; ve Kur’ân-ı Kerîm kıyâmete kadar kâmillerin kalblerine indirilmiştir. ‘O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, bunun ve onun üzerinde, onun aksini görmüşsün.’ Yâni o insan-ı kâmilin tasarrufu senin kalbinde ve bâtınında gizlenmiştir. Sen, bunun ve onun, yâni kalbinin ve ruhunun üzerinde, onun aksini görmüşsün… İnsan-ı kâmil, senin kalbinde tasarruf edip, nefsindeki neşe ve sevinci ortadan kaldırır ve yerine yumuşaklık ve duygusallık getirir; sen ise bu hâlden sevinçli ve hoşnut olursun. Ve onun nefse zulümden ibâret olan fakr, sükûn ve riyâzet ile olan emrini adâlet gibi kabul edersin. Ey insan-ı kâmilin, nefse zulüm ile olan emrini kabul etmeyen sâlik! Tenine hoş gelen şeyleri verdin ve cismin hazzı için canını yaktın ve harâb ettin; canını yakıp eziyet çektin ve tenini kuvvetlendirip aydınlattın.”

Hazreti Pîr, bundan sonra buyuruyor ki: “Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlesin, yaksın! Kav, ateş alma kabiliyetindedir, şu hâlde ateşi cezbeden kavı al!”

Nitekim, sahip olduğu ilmi şu üç söze bağlar Yüce Pîr Mevlâna:  “Hamdım, piştim, yandım…” 

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, Hazreti Pîr’in bu sözlerini şöyle açıklar: “Eğer pişmeseydi Mevlâna, Mevlâna olamazdı. Peki Mevlâna bu sözüyle ne demek istemişti? ‘Hamdım’ dedi, yâni zâhirî ilmi tahsil ettim; şeref sahibi, ilim sahibi, gurur sahibi oldum, fakat bana bir fayda vermedi, demek istedi. Sonra, ‘Piştim’ dedi, yâni Şems, bana hakîkatte kim olduğumu, yâni ‘O’ olduğumu söyledi, ama ben bu noktada kalsaydım, benlikte kalmış olurdum, demek istedi. En sonunda da, ‘Yandım’ dedi, bu sözüyle de; Şems’i tanıdım piştim, yâni onda kemâlâta erdim; şimdi Şems uçtu gitti, ben yandım, demek istedi.”

Nitekim, sonraki beyitlerde şöyle devam eder Yüce Pîr…

‘Vah vah vah; yazıklar olsun… Öyle bir ay bulut altına girdi! Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık arslanı çıldırdı, kan döker bir hâle geldi…”

Ve Hazreti Şems-i Tebrizî ortadan kaybolunca şu kasîdeyi söylemiştir… 

“Ey gönül yâri; yazıklar olsun! Birçok dertlerle, hasretlerle bizi bıraktın gittin! 

Biliyorum; bizden ayrılmayı istemedin! Sızlandın, şikâyetler ettin; ama, faydası olmadı! İnsaf etmeyen, aman vermeyen hükme, emre uydun, geçtin gittin! 

Her tarafa koştun; yanımızda kalmak için çareler aradın, bahaneler düşündün! Fakat, bir çare bulamadın, çaresiz bir hâlde gittin! 

Güllerle dolu olan kucağın, ay gibi nurlu yüzün ne oldu? Nasıl oldu da hor ve hakîr bir hâlde bir altına gittin? 

Dostların toplantılarından ayrıldın, seninle düşüp kalkanların arasından çıktın da, toprak altına, karıncalarla yılanlar arasına gittin! 

O nükteli sözler, o güzel konuşmalar ne oldu? O ilahî sırlara aşinâ olan akıl ne oldu? 

O elimizden tutan mübârek eller ne oldu? Meram bağlarına, o gül bahçelerine giden ayaklar ne oldu? 

Nazik idin, lâtif idin; insanların gönüllerini kazanmasını, insanları sevmesini bilirdin! Şimdi tuttun, insanları sevmeyen, insanları yiyen toprak içine gittin! 

Ne oldu? Nasıl bir fikre kapıldın da uzun, sapa, bozuk bir yola düştün gittin? 

Sen, ağlaya ağlaya o yola düşünce, gökyüzü gözyaşı döktü; ay da, yüzünü tırmaladı, yırttı! 

Gönlüm, kanlarla doldu; ne bileyim de, ne sorayım? Bâri, sen söyle; aceb; uyanık mı gittin? 

Mademki bizi bırakıp gittin, acaba, Hakk aşıklarının, ermişlerin sohbetini mi seçtin; yoksa, aşktan mahrum mu kaldın? 

İnkâr ederek mi gittin? Sana sordukları sorulara verdiğin o güzel, o tatlı cevapların ne oldu? Artık sustun, söylemekten vazgeçtin? 

Bu, ne biçim ateştir; bu, ne biçim hasrettir? Ansızın yola düşen misafir gibi hiç haber vermeden çıktın gittin! 

Nereye gittin ki, izin tozu bile belirmiyor? Bu sefer gittiğin yol, ne de kanlarla dolu yol ki, kin güderek çektin gittin.” (Dîvân-ı Kebîr, C. VI, 2648)