MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXX

Ava giden arslan, kurt ve tilki hikâyesi. 

Bir arslan, bir kurt, bir tilki avlanmak için dağlara düşmüşler.

Birbirlerine yardım ederek av hayvanlarını adamakıllı yakalamayı, onların yolunu kesmeyi kurmuşlardı. 

Üçü de beraberce o geniş ovada birçok av elde etmek niyetindeydiler.

3010. Arslan, onlarla beraber avlanmaktan utanmaktaysa da yine onları ağırladı, onlara yoldaş oldu.

Böyle bir padişâha mâiyetindeki asker, ancak zahmettir. Fakat o “Topluluk rahmettir” deyip onlara uydu.

Böyle bir ay, yıldızlarla beraber gezmekten utanır. O, yıldızların içinde ancak onları parlatmak, onlara ihsân etmek için bulunur.

Reyine, tedbîrine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbîr bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “Şâvirhum” emri geldi. 

Terâzide arpa, altınla arkadaş olmuştur. Fakat bununla arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icâb etmez. 

3015. Rûh, şimdilik kalıba yoldaş olmuştur (kalıp, rûhu korumaktadır). Nitekim köpek de bir zaman için kapıyı korur.

Bunlar; kudretli, şevketli arslanın mâiyetinde dağa doğru gittikleri zaman,

İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar.

Savaşçı arslanın mâiyetinde giden kişinin kebabı, gece olsun, eksik olmaz.

Ölmüş yaralanmış, kan içinde bulunan avlarını dağdan çeke çeke ormana getirince, 

3020. Kurt ve tilki padişâhlara lâyık bir adâletle av hayvanlarının paylaşılmasına tamâhlandılar.

İkisinin de tamâhı, arslana aksetti, o tamâhın sebebini anladı. Sırların arslanı ve beyi olan, kalpten geçenleri bilir.

Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzûrunda kötü düşüncelerden sakın! 

O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.

Arslan, onların vesveselerini anladıysa da açmadı, bir şey söylemedi, onları korudu.

3025. Fakat kendi kendine “Yoksul hasîsler sizi! Ben, sizin cezanızı veririm, size gösteririm ben!

Size benim hükmüm kâfi gelmedi mi? Benim ihsânım husûsunda zannınız bu mu? 

Sizin akıllarınız, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsânlarımdandır. 

Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır. 

Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, ârı asıl sizsiniz.

3030. Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. 

Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun” dedi.

Arslan bu düşünceyle açıkça gülüyordu. Arslanın gülümsemelerine emîn olma. 

Dünya malı, Tanrı’nın gülümsemeleridir. Bizi bu sûret sarhoş, mağrûr ve perişan etmiştir.

Ey kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihâyet tuzağını kurar, seni düşürür! 

Bu hikâyede arslandan maksat, Hakk’ta fâni ve Hakk ile bâki olan mürşid-i kâmildir. Kurttan maksat, benliğini terk edemeyen, kendi ilmine ve kuvvetine mağrûr olan sâlik; tilkiden maksat, mürşid-i kâmilin hakîkatini idrâk etmiş olup, kendi irâdesini ona teslîm eden sâlik; ava çıkmaktan maksat, mürşid-i kâmilin  seyr-i sülûkları esnasında müridlerinin istidâdlarını sınaması; ve avdan maksat ise Hakk’ın tecellîsidir. 

Hikâyenin başlangıcında, mürşid-i kâmil, kendisi seyr-i fillâh içinde bulunduğundan, yani Allah’ın isim ve sıfatlarında fânî olmuş olduğundan, her ne kadar, müridleriyle birlikte yolculuk etmesine lüzûm olmasa da ve, Hazreti Pîr’imizin yukarıdaki beyitlerde buyurduğu üzere, böyle bir padişâha mâiyetindeki asker, ancak zahmet verecek olsa da, “Topluluk rahmettir” diyerek onlara uyar.

Mürşid-i kâmil, bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan “Allah” ismine mazhâr olması sebebiyle, ay gibidir ve ancak yıldız mesâbesinde bulunan müridlerden ona âr vardır. Fakat onların arasında bulunması, “Allah’ın sizi vâris kıldığı şeylerden (mal, akıl, istidâd gibi) infâk edin” (Hadîd, 7) emri gereğince ve baştan başa cömertlik ve lütuf olması sebebiyle, onlara infâk içindir, yani onları mânen besleyip geliştirmek içindir.

Nitekim, Hazreti Pîr Mevlâna’nın işâret ettiği üzere; reyine, tedbîrine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbîr bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “Şâvirhum” emri geldi. 

Yani, insan-ı kâmil olan Hazreti Peygamber’in yüce görüşlerinden ziyâde bir başka görüş dahî bulunmadığı hâlde, Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmran sûresi, 159. âyeti ile kendisine, “Onlar ile müşâvere et, onların görüşlerini al” emrinde bulundu.

Terâzide, arpa ile altın birbirine yoldaş olduysa da, bundan dolayı, arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icâb etmez. Arpa arpadır, altın ise altın.

Nitekim hikâye, kurt ve tilkinin, kudretli ve şevketli arslanın mâiyetinde dağa doğru gitmeleriyle devam eder.

Burada dağdan maksat, kalbdir. Yani, sâlikler, Allah isminin mazhârı olan mürşid-i kâmilin huzûrunda, mânen kalb tarafına yönlendirildiler.

İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar. Zîrâ, savaşçı arslan olan mürşid-i kâmilin himâyesinde giden kişinin kebabı, yani ilâhî tecellîler, gece bile olsa, yani ortalık karanlık bile olsa, eksik olmaz.

Fakat ne zaman ki, kalbe teveccüh etmektense, yani bu tecellîlerin, mürşid-i kâmilin himâyesi ve terbiyesinde gerçekleştiğini unutarak, kendi zanlarına teveccüh ettiler, yani kendi sayelerinde gerçekleştiği yanılgısına düştüler, işte o zaman kendilerine pay biçerek tamaha düştüler.

Kalblerden geçeni bilen mürşid-i kâmilin kalbine, onların bu durumu yansıma yaptı ve tamahlarının sebebinin onların benliğe düşmeleri olduğunu anladı.

Nitekim, hadîs-i şerîfte buyrulduğu gibi; “Müminin ferâsetinden sakınınız, zîrâ o Allah’ın nûruyla nazar eder.”

“Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzûrunda kötü düşüncelerden sakın! O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.”

Hikâyede mürşid-i kâmili temsîl eden arslan kendi kendine dedi ki: “Ey nefsinde yaşayan, benliğine yenik düşmüş hasîsler, yoksul varlıklar! Ben size bu zebûnluğunuza lâyık olan mertebeyi fiilen göstereyim. Ben sizi kalbime aldım, bu size kâfî gelmedi mi? Benim bu ihsânım husûsunda zannınız bu mu? Sizin akıllarınız da, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsânlarımdandır. Bakınız ki, nakış nakkâşa karşı nasıl bir zanda bulunuyor? Nakış, nakkâşın eseri olduğu hâlde o nakış, benlik ve varlık dâvâsına kalkışıyor; hâlbuki zanlar ve görüşler dahî o nakış mesâbesinde olan sâliklerin kalbine mürşid-i kâmillerden bahş olunur; zîrâ mürşid-i kâmil, sâliklerin kalblerinde tasarruf sahibidir, yani onların kalblerini çekip çevirendir. Ey Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun.”

Mürşid-i kâmil, bunları düşünürken bir yandan da sâliklerin içine düştükleri tavırlara karşı bir şey söylemeksizin gülümsüyordu. Fakat bu önemli bir sırdır ki, mürşid-i kâmil zâhiren sana gülümser ve iltifat ederse sakın aldanma ve seni beğendiği için iltifat ettiğini zannetme; bilâkis böyle bir durumda yapman gereken kendi bâtınını ve sıfatını gözden geçirmektir!

Dünya malı da aynen bu misâl gibi, Tanrı’nın gülümsemeleridir. Bizi bu sûret sarhoş, mağrûr ve perişan etmiştir. Ey kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihâyet tuzağını kurar, seni düşürür!

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde şöyle buyurur: “Her kim kendi yüceliğini isterse zelîl ve itibârsız olur ve her kim Allah’ın yüceliğini göstermekle uğraşır ve âlemde lütuf ve kahır namına yaptığı şeyi, kendisi için yapmayıp Allah, için yaparsa kendi şahin gibi olan tabîatını bırakır ve sultan için av avlarsa elbette Allah, sultanın bileğini onun tahtı yapar ve sultanın inâyeti de onun bahtı olur. Bunun tersine olarak, kendileri için avlanan şahinler ise, dâima murdâr, zelîl ve açtırlar. Sonunda, her adımda bir tuzağa tutulurlar. O hâlde gerçekte şâh için avlanan doğan, kendisi için avlanmış demektir. Peygamberler ve evliyânın adı, kıyâmete kadar azîz kalır. Bu âlemde ve o âlemde, bu âciz benlikten kurtuldular ve buna karşılık yüce bir benlik buldular ve sayılı olan ömrü Allah’ın taât ve kulluğuna fedâ edip sayısız ve sonsuz bir ömür kazandılar.” 

Kasîde: 

I. “Gel, biz bugün padişâha av olduk. Ne başımızı, ne de âlemi düşünürüz.

Cüssemizin sivrisinek gibi inceliğine bakma! Biz himmetimizle gururun kanını dökeriz.

O mânâ arslanının elindeyiz, ağlıyoruz, sızlanıyoruz. Ama arslanlara da, fillere de üstünüz.

Develer gibi eğri büğrü yaratılmışız ama, deve gibi Kâbe yoluna düşmüş gidiyoruz.

İki günlük devlete gönül bağlamadık, ölümsüz devlete erdik. O sayede muradımıza kavuştuk.

Güneşle ay gibi hem birbirimize yakınız, hem de uzağız. Aşk ve gönül gibi hem gizliyiz, hem de açığız, meydandayız. 

Kanlar içen zâlim aşkın köpeklerine azık olmak için dârağacındayız.”

II. “O hocanın kulağı pek keskin ama kendisi pek kavgacı, kendini de ağıra satıyor. 

Ben onun gülüşüne baktım da, aldandım. O susuyor. Sessiz gördüm de emîn oldum, içim rahat etti. 

Dikkat et! Aklını başına al! O saman altında su yürütüyor. Saman altında coşup köpüren bir deniz gizli. 

Nereye gidersen git akıl anahtardır! Her kapıyı açar. Fakat burada ne yapabilirsin ki akıl anahtarlığı bırakmış, kilit olmuştur. 

O senin yüzüne bakar da güler, bu bir yüz örtüsüdür. Bu gülüşe sakın aldanma! 

Onun eline düşen her gönül hiç durmadan çeng gibi coşar, ağlar durur. 

Bütün bunlara rağmen rûhlar, anlar gibi onun etrafında uçuşur dururlar. Çünkü çok az, çok ender bulunur mânevî bir bal’dır. 

O öyle bir mânâ arslanıdır ki gam onun heybetinden kör bir fare gibi mezar kovuğuna gizlenir.” 

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXIX

Vücuduna arslan resmi döğdürmek isteyen, fakat iğne acısından dolayı pişman olan Kazvinlinin hikâyesi.

Rivâyetçiden şu hikâyeyi de dinle: Kazvinlilerin âdetleridir;

Vücutlarına, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeksizin iğne ile mavi dövmeler dövdürürler.

Bir Kavzinli, tellâğın yanına gidip “Bana bir dövme yap; fakat canımı acıtma” dedi.

Tellâk “Söyle yiğidim; ne resmi döveyim?” diye sorunca “bir kükremiş arslan resmi döv” dedi;

2980. “Tâlihim arslandır, onun için arslan resmi olsun. Gayret et, dövmeyi adamakıllı yap!”

Tellâk “Vücudunun neresine döveyim?” dedi. Kavzinli “İki omzumun arasına” dedi.

Tellâk, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlayıp, “Aman usta, beni öldürdün gitti. Ne yapıyorsun?” diye bağırdı.

Usta “Arslan yap dedin ya” dedi. Kazvinli sordu:

“Neresinden başladın? Usta “Kuyruğundan” dedi. Kazvinli dedi ki: “Aman iki gözüm, bırak kuyruğunu.

2985. Arslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı.

Arslan, varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenâlık geldi, bayılacağım.”

Usta, Kavzinliyi kayırmadan, merhametsizce arslanın bir başka tarafını dövmeye başladı.

Yiğit yine bağırdı “Burası neresi?” Usta: “Kulağı” dedi.

Kazvinli “Bırak, kulaksız olsun. Orasını da yapma” dedi.

2990. Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryâd etti:

“Bu üçüncü iğne de neresini dövüyor?” Usta: “Azîzim, karnı” dedi.

Kazvinli “Fenâ acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun” deyince,

Tellâk şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı.

İğneyi yere atıp “Âlemde kimse böyle bir hâle düştü mü ki?

2995. Kuyruksuz, başsız, karınsız arslanı kim gördü? Tanrı bile böyle bir arslan yaratmamıştır” dedi.

Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın.

Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da.

Vücudunda nefsi ölen kişinin fermânına güneş de tâbîdir, bulut da.

Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.

3000. Tanrı; doğması, batması muayyen olan güneş hakkında “Doğduğu ve battığı zaman onların mağaralarına vurmaz; o mağara hiç güneş yüzü görmezdi” demiştir.

Bir cüzü, külle ulaşırsa o cüz’ün yanında diken bile, gül gibi baştanbaşa letâfet kesilir.

Tanrı’yı ululamak, yüceltmek, nasıl olur? Kendini, varlığını horlamak, toprak mesâbesinde tutmakla.

Tanrı’yı tevhîd etmeyi öğrenmek nedir? Kendini tek Tanrı önünde yakıp yok etmek.

Gündüz gibi şûlelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!

3005. Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimyâ içinde eritir yok eder gibi erit, yok et (de altın ol).

Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmışsın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar işte bu ikilikten meydana çıkıyor.

Ahmed Avni Konuk, bu hikâyenin şerhini şöyle yapıyor: “Bu hikâyede, Kazvinli’den maksat, sâlik; tellâktan maksat mürşid-i kâmil; iğneden maksat, riyâzat ve nefsle mücâhede; arslan resminden maksadın, hakîkat bilgisi; iğnenin acısıyla meydana gelen feryâd ve figândan maksadın da, sâlikin nefsinin kıvranmasıdır.

Nitekim, Hazreti Pîr buyurur: “Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın. Varlıklarından kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de ay da. Vücudunda nefsî ölen kişinin fermânına güneş de tâbîdir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş kişiyi güneş bile yakamaz.”

Bakın Hasan Çıkar Dede de, selâm olsun üzerine, bu konuyla ilgili neler söylüyor:

“Kimliğine eren kişi, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını bilir. Kendindeki her şeyin yaratıcıya ait olduğunu bilir. Yoklukta durup Allah’ın varlığını kendi vücudunda seyreder. Allah bize hem dünyayı hem de kendini verdi. Bundan daha büyük güç daha büyük bir zenginlik de yoktur.

Korkunun kaynağı, kimliğini unutup nefste kalıştır, cesaret ise imandan gelir. Eğer sen sıdk-ı bütün bir imanla yola koyulmuş isen seni yolundan kimse çeviremez. Ama imanın zayıfsa korkularla yaşarsın. Nefsi susturup korkulardan kurtulmaya ancak bilgi ile ulaşılır. Hakîkat bilgisi ile dolmaya, donanmaya başlayan insan korkularını teker teker yenilgiye uğratır.”

Hüdâvendigâr Mevlâna şöyle der: “Şu dünyada gördüğümüz güzellikler, şekiller, sûretler; kendisini gizleyen büyük bir sanatkârın, bir ressamın varlığını ispat etmektedir. Biz kem gözden gizli, izi belirmeyen ressama varalım. İnsanlık yolu, hakîkat yolu belâlarla dolu bir yoldur. Fakat yol gösterenimiz aşk olduğu için bizim korkumuz yok! Çünkü aşk, bu yolda nasıl gideceğimizi bize öğretir.” 

Kasîde:

“Şems-üd Din kemâlin nûrudur…

Ey sabah rüzgârı! Şems-üd Din’in yanaklarındaki benlerden, sakalındaki tellerden bize bir koku getir; o Hûten miskinin nefesini Çin’den Maçin’den getir… Eğer onun tatlı dilinden bize bir selâm varsa, bildir. Onun misk kokulu gönlünden  bize bir haber varsa, söyle… Şems-üd Din’in ayağına baş nedir ki, fedâ edeyim? Sen Şems-üd Din’in sade adını söyle, canımı sana saçayım…

Gönlüm onun aşkından en hayırlı bir esvâbın hilâtini giyinmiştir. Şems-üd Din’in aşkı benim giyeceğim, Şems-üd Din’in aşkı benim belirten alâmetimdir. Ben daha konuşmadan, Şems-i Din’in kokusuyla sarhoş oldum. Biz Şems-i Din’in kadehinden mestiz. Sâkî! Şarab getir… Biz aklımızı Şems-i Din’in kokusuyla güzel kokulandırmışız; ödağacının, amberin, Tataristan miskinin kokularından geçmişiz.

Şems-i Din rûh-ı revândır, Şems-i Din canın rahatlığıdır. Şems-i Din göz aydınlığıdır, Şems-i Din sevgili yârdır. Güzellerin ayı Şems-i Din’dir, parlak güneş Şems-i Din’dir. Can incisi Şems-i Din’di, gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din kemâlin tıpkısıdır. Şems-i Din kutlu bir faldır. Şems-i Din karar evidir. Yalnız ben Şems-i Din, Şems-i Din, diye terennüm etmiyorum; bağdan bülbüller, dağdan keklikler, “Şems-i Din, Şems-i Din” diyerek terennüm ediyorlar…

Şems-üd Din’in aşkı yanan mum gibidir, âşıklar da pervâne gibidirler. Onun aşk mumu önünde, her gün yüzbinlercesi kendilerini yok ediyorlar… Aydınlık gün Şems-i Din’dir, parlak ay Şems-i Din’dir. Can incisi Şems-i Din’dir. O, inciler saçan bir incidir…

Güzellerin güzelliği Şems-i Din’dir. Cennet ehlinin bağı Şems-i Din’dir. İnsanın tıpkısı Şems-i Din’dir, gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din gönülde oturandır, Şems-i Din mezedir, şaraptır. Şems-i Din tek bir incidir, Şems-i Din büyüklerin iftihârıdır…

Şems-i Din çengdir, rebabdır. Şems-i Din lezzetli meze ve şaraptır. Şems-i Din ışıktır ve yıldızdır. Şems-i Din şarabın neşesi ve humârıdır; fakat onun humârı gam ve tasa arttıran bir humâr değil, Şems-i Din’in humârını Tanrı’nın levhi ve kalemi say. Şems-i Din’i meleğin güzelliği, Şems-i Din’i feleğin lütfu bil…

Şems-i Din İsa nefeslidir. Şems-i Din Yusuf yanaklıdır. Şems-i Din âşık okşayan, Şems-i Din düşman eriten, Şems-i Din ümmetin başı, Şems-i Din huzur evidir…

Benim aklım, şuurum Şems-i Din, benim gözüm, kulağım Şems-i Din, benim dilime gelen hep sayısız Şems-i Din’dir. Allah’tan isterim ki, bir gece gizlice o Hazretle buluşayım; canım ortada, Şems-i Din kucağımda…

Ey âşıkların kılavuzu, ey âşıkların Peygamberi, Şems-i Tebrizî! Sakın benden el çekme.

Ben daha ne vakte kadar gizlenip Şems-i Din, Şems-i Din, diyeceğim. Şems-i Din Hazreti Muhammed’in nûrudur, iki cihanda da meşhûrdur…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXVIII

Peygamber’in –sallâllahu aleyhi vesellem – Ali’ye –Tanrı ondan razı olsun – “Herkes bir çeşit ibâdetle Tanrı’ya yaklaşmayı diler, sen akıllı ve Tanrı’ya ulaşmış kulla sohbet yüzünden yaklaşmaya çalış ki o kulların en ileri gideni olasın” diye nasihat etmesi.

Peygamber, Ali’ye dedi ki: “Ey Ali! Tanrı arslanısın, kuvvetlisin, korkmazsın, yüreklisin.

Fakat arslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın!

2955. Hiç kimsenin rivâyetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir.

Yeryüzünde onun gölgesi Kâf Dağı gibidir, rûhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta.

Kıyâmete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.

Güneş, insan sûretiyle yüzünü örtmüştür, insan sûretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

Yâ Ali! Sen, Tanrı yolundaki bütün ibâdetler içinde Tanrı’ya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç.

2960. Herkes bir çeşit ibâdete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı.

Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın.

Bu, senin için bütün ibâdetlerden daha iyidir. Bu sûretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun.

Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslîm ol; Mûsâ gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü.

Ey münâfıklık nedir, bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır” Haydi git, ayrılık geldi” demesin.

2965. Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma.

Mademki Hakk, onun eline “kendi elimdir” dedi; “Yedullahî fevkâ eydîhim” hükmünü verdi;

Şu hâlde Tanrı eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.

Bu yolu, nâdir olarak yapayalnız aşan bile yine Pîrlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır.

2970. Pîrin eli, kısa değildir, gaybdekilere de erişir. Onun eli, Tanrı kabzasından başka bir şey değildir ki.

Gaybda bulunanlara böyle bir hilâti verirlerse huzûrda bulunanlar şüphesiz gaybdekilerden daha iyidir.

Gaybdekileri bile doyururlar, onlara bile ihsân ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?

Huzûrlarında hizmet kemeri bağlanan nerede, kapı dışında bulunan nerede?

Pîri seçip ona teslîm oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir hâlde bulunma.

2975. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hazreti Muhammed Efendimizin eğitiminde yetişmiş ve bir ân dahî onun dışına çıkmamıştır.

Mürşidim Hasan Çıkar Dede, Hazreti Ali Efendimizin hakîkatini ve rûhunda tamamiyle Hazreti Muhammed Efendimizin rûhunun ikâmet ettiğini şu sözleriyle açıklar:

“Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hakk’a yürümeden önce Hazreti Ali’ye soyunmuştur ve O’nun rûhu Hazreti Ali’de ikâmet etmiştir. Hazreti Ali Efendimiz de, selâm olsun üzerine, son nefesinde şehâdet getirirken Hazreti Muhammed’e yola çıkmıştır. 

Nitekim, İsrâ sûresinin 71. âyetinde buyrulduğu üzere, “O gün bütün insanları imamları (önderleri) ile çağıracağız.”

Bizlerin de yolumuz, mürşidlerimizin ve Pîrimizin vasıtasıyla, Resûlallah’a çıkar. Yolcu, bir mürşid-i kâmile varmadan, Resûlallah’a varamaz.

Okuduğumuz beyitlerde geçen Kaf Dağı’ndan maksat Kutbu’l Aktâb olan mürşid-i kâmildir ve onun rûhu Simurg gibi yükseklerde uçmakta ve yücelerde dolaşmaktadır.

Fusûsu’l-Hikem’i şerh eden Abdullah Bosnevî Hazretlerinin buyurduğu üzere, Kutbu’l Aktâb olan mürşid-i kâmilin terbiyesinde yetişen sâlik “ayn”a isâbet eder ve ayn’el yakîn mertebesine nâil olur. Nitekim Hazreti Pîrimiz Mevlâna da onlardandır ve efendisi Hazreti Şems’in nazârıyla ayn’el yakîn mertebesine ulaşmış olduğundan, “Kıyâmete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.Güneş (Şems), insan sûretiyle yüzünü örtmüştür, insan sûretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir” diye buyurarak bu sırrı beyân etmektedir.

Ey Ali yolunda yürüyen yolcu, “Sen, Tanrı yolundaki bütün ibâdetler içinde Tanrı’ya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibâdete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı. Sen akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın.”

Mürşid-i kâmile intisâb ettin mi artık onun sözünden dışarı çıkma, tamamiyle teslîmiyet içinde ol, çünkü o ilm-i ledünde Hazreti Hızır’a benzer, sen de Hazreti Musa gibi onun hükmü altına gir. 

Her ne kadar, Hazreti Hızır, bir çocuğu öldürdüğünde ve bir gemiyi deldiğinde Hazreti Musa itirâz ettiyse de, sen, mürşid-i kâmil senin nazârına uymayan işler yapsa dahî itirâz etme ve sabret ki, o, “Yürü git, senin bu yolda yürümeye istidâdın yok” demesin.

Zîrâ, Tanrı’nın eli, mürşid-i kâmilin eli üzerindedir; şu hâlde Tanrı eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.

Ayna olmak istiyorsan, aynana yüz tut ve ondan başkasını zikretme.

Mürşidim Hasan Çıkar Dede’nin bir şiirinde seslendiği gibi…

“Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost,

Ey Hakk yolcusu,

Mürşidini kendine ayna et,

Toprak beden, kendine gel artık,

Dünyaya meylini bırak ey dost.

Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost,

Ey Hakk yolcusu,

Tertemiz aynandan başka söz etme,

Dâim ondan, Tanrı’dan söz et,

Yeri göğü yaratanın sende özü var…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXVI

“Sofinin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar gibi bembeyaz ve temiz gönüldür.” Mevlâna 

Kıyâmet günü her şeyin Tanrı’ya arz edileceği, Tanrı tarafından görülüp sorulacağı en büyük bir gündür. Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kişi ister.

O görünüş günü; Hindû gibi yüzü kapkara olan kişiye rüsvây olmak nöbetinin gelip çattığı gündür. Yüzü güneş gibi olmayan, ancak yüzünü peçe gibi örten geceyi ister.

2915. Dikeninde bir gül yaprağı bile bulunmadığından baharlar onun sırlarına düşman kesilmiştir.

Fakat bahar, baştan ayağa kadar gül ve süsen olana iki aydın gözdür.

Mânâdan mahrûm olan diken, gül bahçesiyle bir arada bulunabilmek için güz mevsimini ister güz mevsimini! 

Çünkü güz, hem gülün öğünecek hâlini, hem dikenin ayıbını örter. Bu sûretle sen de onun rengiyle bunun hâlini görmezsin.

Şu hâlde güz, dikenin hayatıdır, baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür.

2920. Ama bahçıvan, gülü güzün de görür. Bu bir kişinin görüşü yok mu? Yüzlerce cihanın görüşünden iyidir. 

Zaten cihan o bir kişiden ibârettir. Geri kalanlar, hep onun tâbîleridir, hep onun yüzünden geçinenlerdir. 

Onun için bütün güzel çiçekler “Müjde, müjde; işte bahar gelmekte” deyip dururlar.

Çiçekler, akarsu zinciri gibi parlamak, meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler.

Baharda çiçek dökülünce meyve baş gösterir. Ten de harâb olunca can görünür.

2925. Meyve mânâdır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! 

Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür. 

Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu? 

Helile, ilâçların arasında kırılıp ezilmedikçe, ilâçlar nereden sıhhati arttıracak?

Evet… Meyve mânâdır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar.

Hüdâvendigâr Mevlâna, “Ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek değil mi?
Tanrı nûruyla gören, sondan önden âgâh olan şeyh; âhiri gören gözü Tanrı uğrunda yummuş, menzîle ulaşma husûsunda sonu gören gözü açmıştır. Hasetçiler ise kötü ağaçtır. Yarattıkları acı, bahtları kötüdür” diye buyurur ve yine şöyle devam eder: “Bahçıvan nerede meyveli bir ağaç görürse onu dadı gibi besler, yetiştirir. Fakat nerede bir acı ve kuru ağaç görürse fışkı, miskten kurtulsun diye keser. Kuru ağaç, bahçıvana, ‘Yiğit, suçsuz, günâhsız niye benim başımı kesiyorsun?’ der. Bahçıvan der ki: ‘Sus, kötü huylu. Kuruluğun suç olarak yetmez mi?’ Kuru ağaç ‘Ben doğruyum, eğri değil. Niçin suçum yokken beni kesiyorsun der?’ der. Bahçıvan der ki: ‘Kutlu bir şey olsaydın da keşke eğri olsaydın, fakat yaş olsaydın! Öyle olsaydın âb-ı hayatı çeker, dirilik suyu ile karışır, hayat bulurdun. Tohumun kötüymüş, aslın kötüymüş, güzel bir ağaca ulaşamamışsın. Güzel bir ağaç dalı, kötü bir ağaca aşılansa o güzellik, kötü ağacın tabîatını da güzelleştirir.” 

“Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir. Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hattâ ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi âb-ı hayattır! Sen sûrete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânâyı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut! Hulâsa o öyle şeydir ki yüzbinlerce eseri var. En aşağılık hassâsı, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır. Tektir ama binlerce eseri, nişânesi var. O bire sayısız adlar gerek.”

“İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur. Ağacın yaprakları, çiçekleri kökten haber verir. İnsanın sözleri, davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir” der Hasan Çıkar Dede ve şöyle devam eder; “Misâl olarak diyelim ki, bahçemizde bir meyva ağacı var, meyva da veriyor fakat, yabanî olduğu için meyvalarının tatları ekşi, yenmiyor. Çare olarak hemen işinin ehli bir bahçıvan bulup aşı yaptırıyoruz. Bir sene sonra da bakıyoruz ki, o yabanî ağaç tatlı meyvalar veren güzel bir ağaca dönüşmüş. Bunun gibi insanın da aşıcısı yine insandır. Hakîkatte bütün varlık âleminin aşıcısı insandır. Bir insan, başka bir insandan aşı almazsa, isterse sayısız bilgilere sahip olsun, ancak meyvanın kabuğuna gelir ama meyvanın tadına varamaz.” 

Kur’ân-ı Kerîm’den şu iki âyete kulak verelim…

“Görmez misin, Tanrı nasıl misâl getirir? Temiz söz, kökü yerinde durur, dalları, yaprakları göklere çıkan temiz bir ağaç gibidir.” (İbrahim, 24)

“Meryem, Rûhülkudüs’ten gebe kalıp doğum zamanı gelince, bana şimdi ne diyecekler? Keşke ölüp gitsem, unutulsaydım da başıma bu iş gelmeseydi diye bir sahrâya gitmiş ve orada bir hurma ağacına yapışmıştı. Kendisine ağacı silk de hurma ağacından yaş ve taze hurmalar dökülsün diye ses geldi. Ağacı silkince hakîkaten hurmalar döküldü.” (Meryem, 22-25)

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde der ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibâdetten daha üstündür. Onun yanında oturmak, gölgesinin yanında oturmak, Tanrı’nın yanında oturmaktır.” 

Mevlâna’mız yine çok güzel buyurur: “Tûba gölgesini gör de güzelce uyu… o gölgeye baş koy da serkeşlik etmeden uykuya dal! Nefsi aşağılama gölgesi, güzel bir yatılacak yerdir… o ârılığa istidâdı olana hoş bir uyku verir. Bu gölgeyi bırakır da benlik tarafına gidersen çabucak âsî olur, azar, yolunu kaybeder gidersin! Şu hâlde yürü şeyhin emrinin gölgesi altına git; sus emre uy! Böyle yapmadın mı istidâd ve kabiliyet sahibi bile olsan kâmillik davasına kalkıştığından değişir, çarpılır, istidâd ve kabiliyetini kaybedersin!” 

Kasîde:

“Ey aşk sûfîleri, hırkalarınızı yırtınız! Güller bile seher vakti esen rüzgâr sabâ rüzgârının tatlılığına dayanamazlar da yüzlerce elbiseler yırtarlar. 

Çünkü gül, sevgiliden ayrıldığı için dikene bağlanıp kalmamak talihsizliğine uğradı. Hem sevgiliden ayrı düşmek, hem dikenin acılarına katlanmak; bu dert yüzünden gülün sabrı, kararı kalmadı. 

Gayb âleminden biri göründü, yüz gösterdi. Bizi davet etti, sonra çekilip gitti. O görünür görünmez yolumuz kısaldı. ‘Ayağın bile yoksa, ayaksız olarak yürü git!’ dedi. 

Ben de sustum, sonra kendim gülün arkasına düştüm. ‘Benden reyhana, lâleye selâm söyleyin, onlara saygılarımı arz edin!’ dedi. 

Gönül sözlerle dopdolu, fakat söylemeye imkân yok. Ey sûfîlerin canları, siz dudaklarınızı açın da, başımızdan geçenleri siz söyleyin! 

Onun henüz belirip meydana çıkmadığını, kendini göstermediğini siz söyleyin. Çünkü, geçmiş zamandan bahsetmek sûfîlerin huyu değildir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXV

“Derd-i aşkı gayrıdan sorma ne bilsin çekmeyen; ânı yine âşık-ı nâlâna söylen söylesin.” Bakî

(Aşk derdini başkalarından sormayın. Aşkı çekmeyen onun ne olduğunu ne bilsin? Siz onu yine inleyen âşığa sorun ki, size hepsini bir bir anlatıversin.)

O bedevîyi, oraya yoksulluk çekiyordu. Nihâyet o kapıyı, o devleti gördü. O penâhı olmayan yoksula padişâhın ihsânını hikâye etmiştik.

2875. Âşık, aşk diyârında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur.

Fıkîhtan bahsetse ağzından hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk kokusu gelir.

Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dâir söz söylese sözleri, yakîni anlatmış olur. Eğri söylese doğru görünür. O ne güzel eğridir ki doğruyu süsler.

Doğruluk denizinden zuhûr eden o eğri köpük, ferîdir. Sâf asıl, o feri de sâflıkla bezemiştir.

2880. O köpüğü sâf ve makbûl bil. Sevgilinin dudağından çıkan azarlayış say.

Âşığın, pek de istemediği o azar, sevgilinin yüzünün hatırı için hoş görülür.

Şekeri, ekmek şekline sokar, pişirirsen tadınca yine onda şeker lezzeti vardır, ekmek lezzeti bulunmaz. Bir mümin, altından yapılmış bir put bulsa hiç onu Şâmânlara bırakır mı?

Bırakmadıktan başka alır, ateşe atar. Onun ârîyet şeklini bu sûretle eritip bozar.

2885. Altında put şekli kalmaz. Çünkü sûret, ibâdete mânidir, yol vurucudur.

O putun hakîkati, yani altın; Tanrı’nın bir ihsânıdır. Sonradan put şekline sokulmuştur. Altın, Tanrı ihsânı olup altınlık nasıl bu ihsân için ârîyet bir sûretse put şekli de altın için ârızî bir sûrettir.

Bir pire için yepyeni kilimi yakma. Sineğin verdiği baş ağrısı yüzünden gününü zâyî etme.

Sûrette kalırsan putperestsin. Her şeyin sûretini bırak, mânâya bak.

Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap.

2890. Onun şekline rengine bakma; azmine ve maksadına bak.

Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de. 

Bu hikâye parça buçuk söylendi (araya sözler karıştı, başka hikâyeler girdi.) Âşıkların işi gibi başsız, ayaksız nakledildi.

Fakat hakîkatte başı yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. Sonu da yok. Ebedle eş!

2895. Hattâ su gibidir; her katrası hem baştır, hem ayak… Hem de başsız, ayaksız koşup gider.

Hâşâ, bu hikâye değil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü hâlimizdir, dikkat et!

Kuvvet ve kudret sahibi olan sofîlerin yanında geçmiş anılmaz.

Arap da biziz, testi de biziz, padişâh da biziz, hepsi biziz. Ezelde mahrûm olanlar, bunu anlamaktan mahrûm kaldılar. 

Aklı erkek bil. Kadın da bu nefis ve tabîattır. Bu ikisi zûlmete mensûb ve münkîrdirler; akıl ise ışıktır.

2900. Şimdi dinle, asıl inkâr neden meydana geldi, Şundan: küllün çeşit çeşit cüzîleri vardır.

Bu küllün cüz’ü, cüzülerin külle nispeti gibi değildir (terkip kabul etmez); gülün cüz’ü olan gül kokusu gibi de değildir. (Cüzülenmez; bu cüz ve kül itibârîdir.)

Yeşilliğin letâfeti güldeki güldeki letâfetin (itibârî olarak) cüz’ü olduğu gibi kumrunun sesi de (yine itibârî olarak) bülbül nağmesinin bir cüz’üdür.

Eğer bu husûstaki müşkül şeyleri anlatmaya, onlara cevap vermeye koyulsam susamışlara ne vakit su vereceğim? 

Eğer sen, burada müşkül vaziyete düştüysen sabret. Sabır, gamdan kurtulmak için anahtardır.

2905. Sakın, endişelerden sakın! Fikir arslan ve yaban eşeğidir, gönüller de ormanlıklar.

Perhizler, ilâçların başıdır. Çünkü kaşınma, uyuzluğu arttırır.

Perhiz, şüphe yok ki ilâcın aslıdır. Düşüncelerden perhiz et de can kuvvetini gör!

Sen, kulak gibi bu sözlere kabiliyet kazan da sana altından küpe takayım.

Küpe de ne? Altın madeni olursun Ay’a, Süreyya’ya kadar yükselirsin.

2910. Önce şunu duy ki bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “yâ”ya kadar olan harfler gibi muhteliftir.

Bir yüzden baştan ayağa kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde birbirlerine benzerlik yoktur.

Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden birbirleriyle bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibâret, bir yüzden tamamı ile faydalı ve ciddîdir.

Aşk varlıktaki dönüşümü sağlayan bir güçtür. Ekmeği yediğin zaman sana gıda olur, sende dirilir, sen olur. Onun can buluşundaki hikmet, yaratılmışların hepsinde mevcuttur; aslımıza duyduğumuz özlem, kavuşma arzusudur. 

Hazreti Ali Efendimizin, insana ne güzel bir seslenişi vardır, şöyle der: “Sen ey insan, açıklayıcı bir kitap gibisin. Harfler içindeki gizlilikleri açığa vuran ve beyân eden vasıtalardır. Olgun insan, semâvî kitapların tümü kabul edilmiştir.”

Gayb sırlarının tercümanı Hazreti Ali Efendimiz yine buyurmuşlardır ki: “Aşktan daha feyiz verici, aşktan daha önemli bir hikmet rehberi, hayatın özünü her zerresine kadar gösteren, yollara ışık tutan, rûhun her yüzünde parlayan, aşktan daha üstün bir mürşid yoktur.”  

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXIV

“Yine zevrâk-ı derûnum kırılıp kenare düştü.

Dayanır mı şişedir bu reh-i seng sâre düştü.” Şeyh Gâlib

Hasan Çıkar Dede, Şeyh Gâlib Hazretleri’nin bu dizelerini şöyle yorumluyor… “Öyle bir coşku var içimde ki, ama karşımda beni anlayacak, kemâlâta ermiş insan yok. Senin esrâr-ı rengin, yani kâinatı yarattın girdin içime, nasıl anlatayım ki seni ben.”

2865. Mânâ kapısını döversen açarlar. Fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan hâline getirsinler.

Fikir kanadı, çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeğe alışmışsın; onun için toprak, sana can gibi geliyor. 

Ekmek, et… Bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma.

Acıkınca kızgın geçimsiz, aslı kötü bir köpek oluyorsun.

Karnın doyunca murdârlaşıyor, ayak üstünde duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan bir duvar kesiliyorsun.

2870. Şu hâlde sen bir zaman pis, murdâr bir hâle geliyor, bir zaman köpekleşiyorsun. Arslanların yolunda nasıl yürüyebilecek, nasıl koşup seğirteceksin?

Sana avlanmakta yarayan ancak köpektir. Bunu böyle bil de köpeğe daha az miktarda kemik at!

Çünkü köpeğin karnı doyarsa daha ziyâde serkeşleşir. Bu serkeşlikle ava istediğin gibi gider mi?

Bu beyitlerde Hazreti Pîr’in bahsettiği ‘köpek’ten maksat, hayvanî nefstir. Hayvanî nefs doyum nedir bilmez, ne kadar beslersen, daha yok mu der… 

İşte Mevlâna’mız diyor ki: “Besleme şol tenini tabuta buryân edersin; besle rûhanîyetini semâvata yücelesin.”

Yaşamı idâme ettirmek için tabî ki besleneceğiz, fakat Hazreti Pîr’imizin, “Sana avlanmakta yarayan ancak köpektir. Bunu böyle bil de köpeğe daha az miktarda kemik at! Çünkü köpeğin karnı doyarsa daha ziyâde serkeşleşir. Bu serkeşlikle ava istediğin gibi gider mi?” diye buyurduğu üzere haddinden fazla nefsimizi beslersek, gaflet perdesini kalınlaştırmış oluruz ve böylece mânevîyattan uzaklaşırız. 

Mısrî Niyâzî Hazretleri de şöyle sesleniyor bizlere… “Şol ki gafletle yatup etmez taleb, gövdesinde yok mu ola canı aceb. İşte vahdet gülleri açıldı hep, bülbülün efgân edecek çağıdır.”

Kasîde:

“Sevgilim; gönlünde ne var ki, tatlı tatlı gülüyorsun? Görüyorum ki, bugün, seher vakti gibi pek hoşsun, neşelisin, gülüyorsun! Dün gece kiminle beraberdin; söyle bakalım!

Ey bahara benzeyen güzel varlık; dünya, senin güzel dudaklarının yüzünden gülmede! Sen, yaseminler arasında bir çiçek gibi açılmışsın; çiçek açmış ağaç gibi gülüyorsun!

Mest bir hâlde, güle oynaya Hakk âşıkları meyhânesinden geliyorsun; hakîkati sezmiş, hayatın mânâsını anlamışsın da, bir kıvılcım gibi, dünyanın hayrına da, şerrine de gülüp duruyorsun!

Anlıyorum ki, senin göbeğini Allah, gül gibi gülerek kesmiş de, bu yüzden hiç somurtmuyorsun, suratını asmıyorsun; hep gülüp duruyorsun! Fakat, ey ay yüzlü sevgili, bugün sen, bir başka türlü gülüyorsun!

Sonbaharda, bağlardaki bahçelerdeki bütün ağaçlar yapraklarını dökerler ve kuru dallar da soğuktan donmuş bir hâlde rüzgârda titreşir dururlar! Lâleler de, güller de, solarlar, ölür giderler! Fakat sevgili, sen hangi bağın, hangi bahçenin gülüsün ki, kış mevsiminde bile solmuyorsun, dâima gülüyorsun? 

Seni neye benzeteyim, bilmem ki? Sen, hava atına binmiş bir misk kokususun; atını kırlarda, ovalarda koşturuyor, her tarafa güzel kokular yayıyorsun! Sen, güzellikte göz kamaştıran bir güneşsin; çok uzaklardan, kendini göstermeden, ayın hasta, solgun ışıklarına bakıp gülüyorsun!

Sen, apaçık görülen bir yakînsin, tam inançsın! Artık sen, zanna da, şüpheye de, taklide de gülüyorsun; tamamıyla görüş olmuşsun da, rivâyete de, habere de gülüyorsun!

Sonsuzluk makâmında gören de sensin, görünen de sen! Bu yüzden gerçeği anlamışsın da, yola da gülüyorsun, yolcuya da; göçe de gülüyorsun, sefere de! Sonsuzluk makâmında bütün bunlar gülünç olur!

Yoklukla yok oluş arasından varlık başını meydana çıkardın da, başa da gülüyorsun, tâca da, hükümdârlık kemerine de gülüyorsun!

Bütün halk, bütün insanlar, bir türlü doymayan aç köpek gibi, ağzını, dünya lokması kapmak peşinde açmış. Sense, öyle bir arslansın ki, insanların bu açlığına, doymazlığına gülüyorsun!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXIII

Halîfenin suya hiçbir ihtiyacı yokken o armağanı kabul edip testiyi altınla doldurması, Arabın sevinmesi.

Halîfe, bunu görüp bedevînin ahvâlini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da ihsânda bulunup. Hediyeler, husûsî hilâtler verdi, bedevîyi yoksulluktan kurtardı.

*O ulu padişâh, o ihsân dünyası, o adâlet denizi, adamlarından birisine.

“Bu altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür.

Çöl yolundan buraya gelmiş. Hâlbuki Dicle yolu, yurduna daha yakındır” dedi.

Bedevî, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı. 

2855. “Bu ihsân sahibi cömert padişahın lûtfuna şaştım. Daha ziyâde şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı. O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armağanı nasıl oldu da kabul etti?” diyordu.

Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil.

Fakat bu ilim ve güzellik, fevkâlade dolu olduğundan derisine sığamayan kişinin (zuhûru, zâtının muktazâsı olan ve zuhûr etmemesine imkân bulunmayan Tanrı’nın) Dicle’sinden bir katradır.

O, gizli bir defineydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi.

Gizli bir hazineyken coştu; toprağı atlas giyen bir sultan hâline soktu.

2860. O bedevî, Tanrı’nın Dicle’sinden bir katrayı görseydi hakîkatte bir deniz olan o katranın önünde testisini atardı.

Onu görenler, dâima kendilerinden geçmiş bir hâldedirler. Bu yokluk hâlinde testilerini taşlayıp kırmışlardır. Ey himmet edip testiyi kıran! O testi, kırılmakla daha iyi yapılmış olur.

Küp kırılır ama içindeki su dökülmez. Bu kırılmada yüzlerce sağlamlık vardır.

Küpün bütün parçaları oynamakta, hâllenmektedir. Fakat Akl-ı Cüzî, bunu imkânsız görür.

Bu hâlette ortada ne testi görünür, ne su. Bunu iyice gör, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

Yüce Pîr Mevlâna bir şiirinde buyurduğu gibi…

“Sen canı da bir bil, bedeni de,
yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine,
hani bademler gibi, bademler gibi.
Ama hepsindeki yağ bir.
Dünyada nice diller var, nice diller,
ama hepsin de anlam bir.
Sen kapları, testileri hele bir kır,
sular nasıl bir yol tutar, gider.
Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,
can nasıl koşar, bunu canlara iletir.”

Fakat akl-ı cüzî, Tanrı’nın insanla birleşmesini imkânsız görür, buna akıl erdiremez ve insan dışında hayalî bir Allah’a inanır, oysa o yaratıcı Allah, insan dışında değildir. 

Testiden maksat beden, yani sûretlerdir; su, rûhanîyeti simgeler; testinin kırılması ise tevhîde ermektir; bu hâlette, yani tevhîd âleminde, Yüce Pîr Mevlâna’nın buyurduğu üzere, ne testi görünür ne su, orası tamamiyle birlik âlemidir.

Nitekim, Hasan Çıkar Dede de, “Rûh, berrak bir suya benzer. Rûhu kirleten, renklendiren kaptır” diyor; yani bedendir.

Hazreti Mevlâna’ya sormuşlar, “Dünya senin bakışında nasıl bir hâldedir?”

“Dünya benim bakışımda bir rüyâ âlemidir. Kimi yirmi yıl yaşar, kimi kırk, kimi altmış, kimi seksen, kimi yüz. Bakalım bu kişiler nerede uyanacaklar?” 

İşte Hasan Çıkar Dede yine bizlere sesleniyor ve hakîkati görmek için son nefesi beklemeyin diyor… “Gözlerimiz açık ama hakîkati göremiyoruz, nefsimizin peşinde koşuyoruz, nefsî arzularda seyrediyoruz. Neden hakîkati görmek için son nefesi bekleyelim? Neden kalb gözünü açmak için şimdiden uğraşmayalım? Neden ikrâr verdiğimiz o Allah’ın sevgili kulunu (Hazreti Muhammed’i) kalbimizin en güzel köşesine oturtmuyor, onu her şeyin üstünde tutmuyoruz? Neden bu âleme onun gözü ile bakmıyor da aklımızın küçük gözü ile bakıyoruz?..”

Kasîde:

“Sâkî, üzümden yapılmayan, insanı anlatılamaz bir şekilde mest eden ‘imkânsızlık şarabı’nı, nişânsız, izsiz olan, ne olduğu bir türlü bilinemeyenin adından bir nişân olarak, onun adı ile anılan ‘ilâhî şarabı’;

Birbiri üstüne çokça sun! Çünkü sen, o şarapla canımıza can katıyorsun. O şarabla, sen, bizi değil canımızı mest et; mest et de canımız, kendini tamamiyle bizden kurtarsın, ötelere gitsin.

Ey sâkî; her sâkî o ilahî şarabı sunamaz, sen, gel de sâkîlere, hakîkat meyhânesinde sâkîlik nasıl olurmuş göster!

Ey Hakk âşığı, gel, o şaraptan iç de taşın gönlünden, kaynak gibi coş! Bedenin de canın da testilerini kır! Çünkü o şarabın kadehe de testiye de ihtiyacı yoktur. O şarap kadehsiz sunulmaktadır.

Şarap âşıklarına neşe ver, zevk ver, midelerine düşkün olanları, ekmek isteyenleri de, şarap içmedikleri için hasrete düşür, ekmeksiz bırak!

Ekmek, beden hapishânesinin yıkılan yerlerini tamir eder. Çünkü o, beden mimarıdır. Hâlbuki şarap, can bahçelerine yağan ilâhî bir yağmurdur. O can bitirir. Can yetiştirir.

Ben, bedenleri besleyen yeryüzü sofrasının üstünü örttüm. Ey sâkî, sen gökyüzü sofrası kur! Gök şarabı küpünün kapağını aç, Hakk âşıklarına durmadan birbiri üstüne şarap sun!

Ey Hakk âşığı, sen de, insanlann ayıplarını gören iki gözü kapa da, öteki âlemi (gayb âlemini) gören gönül gözlerini aç!

Gönül gözlerini aç da ne mescit kalsın, ne de puthâne. Bunu da tanımayalım, onu da tanımayalım. Yalnız O’nu arayalım, yalnız O’nu tanıyalım.

Artık sus! O susma dünyası, bu dünyayı seslerle doldurur. Ama o sesleri duyan kulak nerede?”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXII

Nahîvciyle gemici hikâyesi.

Bir nahîv âlimi, gemiye binmişti. O kendini beğenmiş âlim, yüzünü gemiciye dönüp,

“Sen hiç nahîv okudun mu?” demişti. Gemici “Hayır” deyince demişti ki: “Yarı ömrün hiçe gitti.”

2835. Gemici, bu söze kızdı, gönlü kırıldı. Fakat susup derhâl cevap vermedi.

Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahîv âlimine bağırdı,

“Yüzmeyi bilir misin, söyle!” Nahîvci “Bilmem bende yüzme arama” deyince gemici,

“Nahîv âlimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi, bu girdapta batacak.

İyi bil, burada mahîv bilgisi lâzım, nahîv bilgisi değil. Eğer mahîv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal!

2840. Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nerde kurtulacak?

Sen de eğer beşerîyet vasıflarından öldünse hakîkat sırları denizi, seni başının üstüne kor.

Ey âlim, sen halka eşek diyorsun, ama şimdi sen, eşek gibi buz üstünde kalakaldın.

İstersen dünyada zamanın allâmesi ol, hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!” dedi.

Nahîvciyi, size yok olma nahvini öğretmek için hikâye arasında hikâye ettik.

2845. Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsîl etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de, ey yüce sevgilim!

O su testisi bizim bilgilerimizdi; halîfe de Tanrı bilgisinin Diclesi.

Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle olduğu hâlde eşek olduğumuzu bilmezsek hakîkaten eşeğiz!

O Arap, bâri o hususta mâzurdu. Çünkü Dicle’yi bilmiyordu, çok uzaktaydı.

Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi.

2850. Hattâ Dicle’yi bilseydi o testiyi kırar, bu işten, tamamiyle vazgeçerdi.

Yunus Emre, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Bu akılla bu fikirle aradığın o yâri bulamazsın.”

Akıl insanı bir yere kadar vardırır, fakat ondan sonrası için aşk ve yokluk gereklidir. Yokluk, mahv yolunda âşığa en büyük hazinedir.

Misâl olarak, Hazreti Şems-i Tebrizî, selâm üzerine olsun, Makâlât isimli eserde yazılanlardan anlıyoruz ki, o, kitaplardan öğrenen bir zât değildir; fakat eğitimsiz de değildir, hattâ bir dönem medresede Kur’ân dersleri de vermiştir. Ve kitabın birçok bölümünde fıkıh bilgisinden bahseder, fakat Hazreti Şems için yokluk bilgisi daima en ön sırada gelir ve eserde şöyle buyurur:

“Kim tamamen ilim sahibi olmuşsa, tamamen Allah’tan mahrum kalmış ve tamamen kendisiyle dolmuştur. Daha yeni Müslüman olan Anadolulu bir Rum Allah’ın kokusunu duyar. Fakat insan eğer dolmuşsa, binlerce elçi gelse onu boşaltamaz.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, Tekasûr sûresinin ilk iki âyetinde şöyle buyrulur: “Oyalandınız biriktirdiklerinizle, varıncaya dek kabirlerinize.”

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Âşıkların yolu da yokluktur, dini de.”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, hakîkat bilgisiyle dolmak için sahip olduğumuz bütün bilgilerden kurtulmamız gerektiğini anlatır: “Dolu olan bir kap boşaltılmadıkça tekrar doldurulamaz. Ancak boşaldığı miktarı kadar dolar. Eğer sizler Hakk ve hakîkatin bilgisi ile dolmak istiyorsanız, önce mevcut bilgi ve kalıplardan kurtulmalısınız. Eski giysileri çıkarmadıkça yenileri giyemezsiniz, giyseniz de üzerinize oturmaz, sizi sıkıp rahatsız eder.”

Ve yine bir başka yerde insanın bedenini bir testiye ve ruhanîyetini de suya benzeterek şöyle der: “İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Yolu açan kişinin bedeni bir testi, bir gün gelecek o testi kırılacak. Testideki su, yâni ruhun, açılan yola dökülecek. Yol açıksa denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa o su toprağa gidecek, toprak olacak… Eğer bunları duyup bildiğin hâlde hâlâ tembellikte direniyorsan, özüne zulmetmiş olursun, kayba gidersin. 

Damlalar, denize düştükleri vakit deniz olurlar, damlalıktan çıkarlar. Ama denizin köpüğü devamlı denizin üzerinde oynar, çünkü arka arkaya gelen dalgalar onu rahat bırakmaz… Bu demek oluyor ki, köpük olarak kaldın mı, dalgalar seni oradan oraya sürükler, ama deniz oldun mu, artık orada nereden nereye yol vardır? Orası birlik ve emînlik âlemidir. 

Unutmamak gerekir ki, topraktan biten güller, gün gelir mahvolur gider. Gönülde biten güller ise daimîdir ve hoştur. Bütün dâvâ, Hüdâvendigâr Mevlâna’nın, ‘Ey sâkî! Senin işin gücün, ikiliği def etmektir. Gel, gel de, elime o birlik kadehini, o tek kadehi sun; ayrılığı, aykırılığı ortadan kaldır!’ diye buyurduğu gibi, birliğe koşmaktır. Çünkü insanlıktan maksat her şeyi birlemektir. Kudret ve kuvvetin Allah’a mahsus olduğunu bilmektir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXI

“Biz yokluk şerbetini içmiş, güneşin çocuklarıyız…” Hasan Dede

Yurdu olmayan padişahlar padişahı can, bak, bütün bedene nasıl tesîr etmiştir.

Tabîatı, soyu sopu hoş aklın lütfu da, bak, bütün bedeni nasıl müeddep bir hâle getiriyor.

2825. Kararı, sükûnu olmayan şûh ve şen aşk da bütün bedeni nasıl cünûna sürüklüyor.

Kevser gibi olan deniz suyunun letâfeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir.

Usta hangi hünerde tanınmışsa, hangi hünerle şöhret bulmuşsa çırağı da o hünerde ilerler, o hünerde meşhûr olur.

Usûl ilmini bilen üstâdın yanında zihni çevik, istidâtlı talebe usûl okur.

Fakîh üstâdın yanında ise usûl okumaz, fıkîh tahsil eder.

2830. Nahîv üstâdının talebesi nahîv üstâdı olur.

Hakîkat yolunda mahvolan üstâdın talebesi ise üstâdının sâyesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir.

Ölüm günü, bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.

Bedenler, bu dünyaya aittir, yâni fânîdir; fakat onu diri tutan can, her zaman bâkîdir ve mânânın ta kendisidir.

Aslı ve tabîatı lâtif olan akıl ise, zâhire tesîr ederek insanı mânâya doğru çeker.

Kararı ve sükûnu olmayan aşk da, selâm olsun üzerine, mürşidim Hasan Dede’nin buyurduğu üzere, “Akıllıyı deli, deliyi de akıllı eder.”

Şeyh Gâlib Hazretleri de, selâm olsun üzerine, bir şiirinde şöyle seslenir:

“Kevser-i ateş nihâdın adı aşk,

Düzâh-ı cennet nümânın adı aşk,

Bir lügat gördüm cünûn isminde ben,

Anda hep cevr ü cefânın adı aşk.”

Nitekim Fütûhat-ı Mekkiye’de şu menkîbe anlatılır:

Hazreti Süleyman zamanında, mescidin kubbesinde uçan bir kırlangıç, dişisine seslenir: “Emret, şu kubbeyi Süleyman’ın başına yıkayım!”

Kuş diline vâkıf olan Hazreti Süleyman bu sözü işitince kırlangıcı huzûruna çağırtıp, “Bu söylediğin söz nasıl bir sözdür?” diye sorar.

Kırlangıç cevâben der ki: “Yâ Süleyman, ben o dişi kuşun âşıkıyım, bu söz aşkın lisânıdır, beni mazûr gör!”

Hazreti Süleyman kırlangıcın bu cevabı üzerine tebessüm buyurur ve onu âzad eder.

Yüce Pîr Mevlâna’nın yukarıdaki beyitte buyurduğu gibi… “Kevser gibi olan deniz suyunun letâfeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir.”

“Her ikisinden de inci ve mercan çıkar.” (Rahman, 22)

“Usûl ilmini bilen üstâdın yanında zihni çevik, istidâtlı talebe usûl okur. Fakîh üstâdın yanında ise usûl okumaz, fıkîh tahsil eder. Nahîv üstâdının talebesi nahîv üstâdı olur. Hakîkat yolunda mahvolan üstâdın talebesi ise üstâdının sâyesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir. Ölüm günü, bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.”

“Aşk bir yokluk denizidir. O denize kavuşan her damla damlalıktan çıkar, deniz olur” der Hasan Dede ve şöyle buyurur: “Bir insanın öğrenmesi gereken en yüce bilgi yokluk bilgisidir. Hakk’ın güzelikleri bizde varlığını ne kadar çok gösterirse, biz o kadar alçalırız. İşimiz bu bizim; yokluğa bürünmek! Kendimizi yoklukta tutmak. Hakk’ın büyüklüğünü, güzelliklerini kendi içimizde seyretmek. Başka bir yerde değil!.. Çünkü bir insan ancak kendisini yokluğa verdiğinde Hakk’a ulaşır, huzûra erer ve Hakk ile yaşamını sürdürdüğü takdirde son nefesinde tekrar aslına döner.”

Şiir:

“Biz yokluk şerbetini içmiş, güneşin çocuklarıyız, 

Kendimizden geçmişiz, yok olmuşuz fakat, 

Akılların sahibi ve varlığın kaynağıyız. 

Biz güneşten ayrı değiliz, yalnız bir örtüyle gezeriz. 

Bize gerçek imanla teslîm olan herkese, 

Gün gelir bu örtüyü çekeriz. 

Biz sevginin türlü görünümlerinde, 

Güneşin şuâları gibi yansıyan, 

Tüm gamları kederleri mutluluk yapan, 

Âb-ı hayat kaynağının sahibiyiz. 

Âb-ı hayatın kendisiyiz ey güzel dost, 

Gözlerime derinden bir bak da gör, 

Sana senden yakın olan tek kişiyim ben. 

Aşka koş, aşka sarıl, aşka düş…”

Hasan Dede

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXX

Arap’ın, su testisini halîfenin kullarına vermesi.

Su testisini sunup tapuya hizmet ve tâzim tohumunu ekti.

Dedi ki: “Bu armağanı o sultana götürün, padişahtan murat isteyeni ihtiyaçtan kurtarın!

2815. Tatlı, lezzetli su… Yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testi de güzel, yepyeni.”

Padişah kullarının bu söze gülecekleri geldi. Fakat o armağanı can gibi kabul ettiler.

Çünkü basîret sahibi padişahın tabîatındaki lütuf, bütün saray erkânına da sirâyet etmişti.

Padişahların huyu halka da tesîr eder. Yeşil gök, yeryüzünü de yeşertir.

Padişah bir havuza benzer. Maîyetini de lüleler gibi bil. Su, göllere lülelerden akar.

2820. Lülelerden akan suların hepsi, tertemiz bir havuzdan geldiği için her lüle, zevkli ve tatlı su akıtır.

Eğer havuzdaki su tuzlu ve pis olursa her lüleden o çeşit su akar.

Çünkü her lüle havuza muttasıldır. Sen bu sözün mânâsına iyice dal, adamakıllı dikkat et, düşün!

Mürşidim Hasan Dede, selâm olsun üzerine, sohbetlerinde şöyle bir menkîbe dile getirirdi:

“Bir gün ustanın biri çırağına demiş, ‘Git bir testi zeytinyağı al, getir.’

Çırak gitmiş almış. Ustasına güzel görünmek için koşarak geliyor testiyle. Yolda bir köstek alıyor, yere düşüyor, testi kırılıyor. Testi kırılınca bütün zeytinyağını toprak içiyor. Çocuk başlıyor hıçkıra hıçkıra ağlamaya ve bakıyor testisine…

O sırada Hazreti Ali Efendimiz yetişiyor, çocuğa soruyor, ‘Niye ağlıyorsun oğlum?’

Çocuk anlatıyor durumu.

Hazreti Ali diyor, ‘Dur ağlama.’ Ve alıyor testi parçalarını, parmağıyla mest ediyor, birleştiriyor, testi tamamlanıyor. Sonra testiyi çocuğa veriyor, ‘Tut testiyi düşmesin’ diyor ve alıyor zeytinyağının döküldüğü toprağı, öyle bir sıkıyor ki, zeytinyağı topraktan süzülüyor ve olduğu gibi testiye akıyor. Dolduruyor testiyi, bir damla vermiyor toprağa… Ve çocuğa, ‘Haydi git’ diyor, ‘testindeki zeytinyağını ustana götür!’

Çocuk sevinç içinde tekrar yola koyulup gidiyor.”

Hasan Dede’nin anlattığı bu menkîbeden anlıyoruz ki, çocuğun iyi niyeti, Allah’ın kerem yüzünün sahibi Hazreti Ali Efendimizin lütuf denizini coşturuyor, selâm olsun üzerine, ve çocuğun yolda kırılan testisinin parçalarını birleştirerek onu tekrar yola koyuyor.

Hazreti Ali’nin bendesi olan mürşid-i kâmiller de, yolcularını çocukları gibi görürler. Çocuklar ne kadar kırıp dökseler de, onlar yine lütufla karşılık verirler, sevgi sunarlar; çünkü onlar için bu yolda en önemli varlık, gönüldür.

İşte şöyle der Hasan Dede…

“Allah için uğraşanların gayreti boşa gitmez. Allah, alıcı değil, vericidir. O, kendisine çektikten sonra bırakması, şânından değildir. Bizim işimiz taklit değil, hakîkattir. Hakîkat ayân beyân ortadadır, Cenâb-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. Her şeyimizi Allah için fedâ etmemiz lâzım. O zaman Allah bize sahip çıkmaz mı? Çıkar… O vakit, Allah bizi bizden satın alır. O baştan aşağı sevgidir; O baştan aşağı vericidir; O baştan aşağı ışıktır, nurdur. O karşılıksız verendir; hepimizi seven, hepimizi büyüten, besleyen, genişletendir.”

Nitekim, hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Kalb padişahtır, padişah sâlih olduğu vakit, onun cünûdları (askerleri, orduları) da sâlih olur ve fâsid olduğu vakit, onun cünûdu da fâsid olur.”

Kasîde:

“Gerçekten de biz sizin gönül gözlerinizi açtık. Siz şimdi gizli şeyleri görmeye bakın! Gerçekten biz şimdi sizin aranızda bulunmadayız. Yardıma gelenden müjdeyi bekleyin. 

Ey seher vakti esen, ötelerden gelen! Ey hoş haberler getiren rüzgâr! Müjdeyi ver de gönlümü al! Ey müjdeci! Elimde bir canım kaldı, o da sana fedâ olsun, onu da al! 

Senden mânevî bir bakışa nâil olunca, bizi öldürmek için çekilen kılıçlar bize kalkan olur, zırh olur. Yıkık yerler gül bahçesine döner. Dünyanın gözü aydın olur. 

Ey ısıracak dişleri kalmayan kahır! Ey kötürüm olduğu için yanımıza gelemeyen gam! Ey yüzlerce defa güldükçe gülen lütuf! Canlar zafere kavuştuğu için can da gülmede, cihan da! 

Zevkim, sefâm göçüp gittiyse de, aklım uykusuzluktan dağıldıysa da Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki yine de ruhum ondan vazgeçmedi. Allah’a yemin ederim ki yine de canım onun lütfunu inkâr etmedi. 

Sanki ben onun bulutuyum, o da benim kamerim! Sanki o benim gündüzüm oldu da, ben de ona geceyim. O benim canım, ben de o canın bedeniyim. Velhâsıl; o güzelliğe, o parlaklığa ben hayranım. Daima; ‘Hayranın olayım senin!’ diye yalvarıp duruyorum. 

İşiteni, duyanı olmayan, kabul edilmeyen duadan; şefaatçisi bulunmayan günâhtan; ilacı, hekimi ele geçmeyen dertten, o gümüş rengi bedenli sevgili olmadığı için yüzün sararıp solmasına âh olsun, yazıklar olsun.”

Yüce Pîr Mevlâna