MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLV

Ayşe’nin -Tanrı ondan razı olsun- Mustafa sallallahu aleyhi veselleme “Bugün yağmur yağdı. Sen mezarlığa gittiğin hâlde niçin elbisen ıslak değil?” diye sorması.

Mustafa, bir gün, dostlarından birinin cenazesiyle ve dostlarla mezarlığa gitti.

Onun mezarına toprak doldurdu, tohumunu yer altında diriltti.

2010. Bu ağaçlar, toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan çıkarıp,

Halka doğru yüz türlü işaretlerde bulunurlar; duyana söz söylerim.

Yeşil dilleriyle, uzun elleriyle toprağın içindeki sırları anlatırlar.

Kazlar gibi başlarını su içine çekmişler… Karga gibiyken tavus hâline gelmişlerdir.

Tanrı, onları kış vakti hapsetmişse de baharda o kargaları tavus hâline getirir.

2015. Kışın onlara ölüm vermişse de bahar yüzünden yine diriltip yapraklandırır, yeşertir.

Münkîrler der ki: “Eskiden beri olagelmiş bir şey. Neden bunu kerem sahibi Tanrı’ya isnâd edelim?”

Onların körlüğüne rağmen Tanrı, dostların gönüllerinde bağlar, bahçeler bitirmiştir.

Gönülde kokan her gül, küllün sırlarından bahisler açar.

Onların kokuları, münkîrlerin burunlarını yere sürtmek için perdeleri yırtarak dünyanın etrafını dönüp dolaşırlar.

2020. Münkîrler, o gönül kokusuna karşı kara böcek gibidirler; dayanamzlar. Yâhut davul sesine tahammül edemeyen beyni zayıf kimseye benzerler.

Kendilerini meşgul ve müstağrak gösterirler. Şimşek parıltısından gözlerini yumarlar.

Göz yumarlar ama, onların bulundukları makâmdaki göz, zaten göz değildir ki. Göz odur ki bir sığınak görsün.

İnsan, kâinattır; kâinat da insan. Ne varsa âlemde, hepsi insanda vardır.

Bir gün Hazreti Mevlâna’ya sordular: “Allah ne kadar büyüktür?” 

Mevlâna, selâm olsun üzerine, şu cevabı verdi: “Allah, insanın boyu kadar büyüktür!” 

Herkes şaşkınlık içerisinde, “Aman yâ Mevlâna, sen insanın Hakk olduğunu mu söylüyorsun?” 

İşte Mevlâna buyurdu, dedi ki: “Evet, insanın Hakk olduğunu söylüyorum. Çünkü insan olmasaydı, Allah bilinmeyecekti, Allah’ın güzellikleri de dile gelemeyecekti.”

Bir yerde yine şöyle der Mevlâna: “Ben insanı anlatmaya kalksam, kıyâmete kadar anlatamam.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de de, “Varlığımızın delillerini, kâinattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53) diye buyrulmuştur.

Mürşid-i kâmiller, insanı insana söylerler ve müridlerine insanlık tohumu ekerler. Onların sözleri, hoş nefesleri insanı diriltir, can verir. Tohum toprağa ekildiğinde iyi bakılırsa, gün gelir o tohumdan çok güzel bir suret doğar.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, insanın güzelliği hakkında şöyle bir sır verir: “Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu âlemde, Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır. Cenâb-ı Allah buyurur, der ki: ‘Ben insanı en güzel surette yarattım.’ Allah’ın cemâline en yakın olan, insan yüzüdür. Hiçbir şeye benzemez, ama her şeye benzer. 

Hakîkatte insanın cemâlinde Ehlibeyt vardır. Kulaklar, Hazreti Muhammed Efendimizi temsil eder; gözler, İmam Hasan ve İmam Hüseyin Efendilerimizi; burun, İmam Ali Efendimizi; ağız ise Hazreti Fatma Annemizi temsil eder.

İnsan, çok mukaddes bir varlıktır. Fakat malesef insanların çoğu kayıplardadır. Çünkü kimliksiz yaşamaktadırlar. Her zaman bir mürşid-i kâmile yüz tutmaları gerek ki, ondan insanın kim olduğunu, insanın nasıl bir varlık olduğunu öğrensinler, kimliklerini bulsunlar. 

Bir gün Mevlâna’ya bir soru soruyorlar: ‘Yâ Hüdâvendigâr Mevlâna, sen müridlerine nasıl bir mükâfatta bulunuyorsun? Hizmetlerine karşılık onlara ne mükâfat veriyorsun?’ İşte Mevlâna’nın, bu soruya verdiği cevap: ‘Tanrı’lık..!’ İnsan bundan daha güzel, daha büyük bir mükâfat daha bulabilir mi? Bulamaz…”

Kasîde:

“Kıyâmet davulunu çaldılar, mahşer sûrunu, yeniden dirilme sûrunu üflediler. Ey ölüler! Vaad edilen yeniden dirilip kalkma vakti geldi. ‘Kabirdekiler dirildiler çıktılar, gönüllerindekiler açığa çıktı’ âyeti bilindi. Sur sesi geldi. Can da maksadına erişti. 

Dün gece, gökyüzünde parlayıp duran yıldızlardan bir gürültü duyulmuştu. Neşeli bir ses şöyle haykırıyordu; ‘Yıldızı pek kuvvetli olanların en kuvvetli olanı kâinatı şereflendirdi.’ 

Kalk, devrân bizim devrânımızdır. Aşk padişahı başkasının değil bizimdir! Mâdem ki, onun bakışı bizim canımızdır. Bize müeyyed, sonu olmayan bir ömür geldi ulaştı. 

Sakî, renk vermeden, lâf söylemeden, sonu gelmez şarabı döktükçe döktü de Kaf Dağı bile deve gibi oynamaya başladı. Zîrâ âlemde yeni bir yaşayış, yeni bir âlem kuruldu. 

Yine ruh Süleymanı bizi sabah şarabı içmeye çağırdı. Belkıs’ın sınandığı billur döşenmiş saray bize de göründü. 

Din cesetçilerinin inadına, rahmet kapısından kovulmuş şeytanın körlüğüne rağmen, ağrıyan gözlerimize gönül ve can sürmesi geldi. 

Mahrem olmayanlar anlamasınlar diye dilime kilit vurdum. Ey çalgıcı, kalk, ‘Sonsuz işret vakti geldi!’ diye sen haber ver, sen söyle!..”