“Ey sakî, aşk şarabını ver; ver de akıl lâfı bir yana gitsin.” Mevlâna
Kendi aklını benden fazla görüyorsun; ya şu az akıllı olan beni nasıl gördün?
Çirkin kurt gibi üstümüze atlama. Senin gibi insanı utandıracak akla sahip olmaktansa akılsızlık daha iyi!
Aklın, insanlara ayak kösteği olunca o akıl, akıl değildir, yılan ve akreptir.
2325. Senin hile ve zulmünün hasmı Allah olsun; hile elin bize uzanmasın!
Ne şaşılacak şey ki sen hem yılansın, hem efsuncu… Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin yılan!
Eğer karga kendi çirkinliğini anlasaydı, derdinden kar gibi erirdi.
Efsuncu düşman gibi, yılana efsun okur, yılan da onu efsunlar.
Yılanının efsunu, yılancıya tuzak olmasaydı yılanın efsununa aldanır, onunla meşgul olur muydu?
2330. Efsuncu, kazanç hırsına düşünce yılanın kendisini efsunladığını anlamaz.
Yılan ‘Ey efsuncu, kendine gel. Kendi hünerini gördün, bir de benim efsunumu gör!
Sen beni Hakk’ın adıyla efsunladın, bu suretle de halka rüsvâ etmek istedin.
Beni Hakk’ın adı bağladı, senin tedbirin değil. Hakk’ın adını tuzak yaptın, yazıklar olsun sana!
Senden benim hakkımı Tanrı’nın adı alacak. Ben canımı da Tanrı adına ısmarladım, tenimi de.
2335. Tanrı adı, beni yaraladığın için ya can damarını koparsın yâhut seni de benim gibi mahpus etsin!’ der.”
Kadın bu yolda sert sözlerle genç kocasına tomarlar okudu.
Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde buyurur ki; “Akıl ile rızıklanmış olanlar, felâh buldular.”
Fakat hangi akıl?… İşte Hasan Dede der ki, selâm üzerine olsun; “Allah ile meşgul olmayan akıl, akıl değildir; ona akıl denilemez.”
Bir başka hadîsinde de, “Kadın, erkeğin diğer yarısıdır” diye buyurur Peygamber Efendimiz.
Yüce Pîr Mevlâna da, selâm üzerine olsun, bir anlatımında, kadını nefse, erkeği de akıla benzetir ve şöyle söyler; “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Nefs, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey yoktur. Aklın hassâsı, işin sonunu görmektir. Akîbeti görmeyen akıl, nefstir. Nefse mağlup olan akıl, nefs hâline gelmiştir.”
Nitekim yukarıdaki beyitlerde Bedevî kadın, kocasına sert sözler söyleyerek, onu kendine uydurmak istemekte ve aklını çelmeye çalışmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidâyete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendisidir.” (Zümer, 18)
Zaman zaman, kadın olsun erkek olsun, hepimizin içimizde bulunan yılan nefs, kulağımıza fısıldar, efsunlar okur; eğer aklımızı kullanmadan bu efsunlara aldanırsak, mutlaka akîbetinde sıkıntılar yaşarız. Oysa diğer yanımızda, Mevlâna’nın, Mecâlis-i Sebâ’da buyurduğu üzere bizler, Tanrı’nın denizinde balıklar gibiyiz…
“İnananlar tam yılan olmadıkları gibi tam balık da değildirler. Yılanbalığıdır onlar; sağa düşen yarı bedenleri balıktır; sola düşen yarı bedenleri yılan. Bir ân gelir, sağ yanları onları denizi arayıp istemeye çeker; bir ân gelir, sol yanları onları dünyânın yeline, toprağına çeker.”
“Allah, herkese bir huy, herkese bir çeşit akıl vermiştir. Bir kişiye göre doğru olan söz, öbürüne göre yanlıştır; ya da birisine bal gibidir, diğerine zehir” der Hasan Dede, ve sözü âşıklara getirerek, “Âşığa gelince” der, “o, temizden de münezzehtir, pisten de. O, bütün ağırlıklardan kurtulmuştur. Fakat halka gelince, herkesin aklına göre söz söylemek gerektir. Çünkü herkesin aklı kendine göre en iyisidir. Bütün akıllar ortaya koyulsa ve denilse ki, bu aklın güzelidir, gelin bunu alın başınıza koyun… yine de herkes gider kendi aklını beğenir… Ancak bir insan, büyük bir yere yönelirse, orada onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir. Mânâ, herkesin kendi aklına göredir. Aşk ise tefsir kabul etmez, hiçbir kalıba sığmaz.”
Kasîde:
“Geliniz, hepimiz toplanalım! Ey sakî, sen de durmadan şarap ver! Bir an için olsun gölge varlıklarımızı ortadan kaldıralım, ayrılıktan kurtulalım, hep bir olalım!
Kendimizi görmeyelim, kendimizden vazgeçerek vahdet denizinde suyla aynı renge girelim! Zaten hepimiz, bütün insanlar, bir ağacın dalları gibiyiz. Bütün yaratıklar, hepimiz aynı yaşayışın, aynı yolun yolcularıyız.
Bütün varlıklar, hepimiz onun aşığıyız. Aşkın tabîatı gereği, bizler hem gizliyiz, hem meydandayız. Aşk şehrinde gizliyiz. Fakat aşkın üzerimizdeki tesiriyle, aşk mahallesinde apaçık meydandayız.
Benlikten kurtulur da kendimizi mânen ölü görürsek huzura kavuşuruz. Beden mezarlığında rahatça uyuruz. Benliğe kapılınca, kendimizi diri görünce, şikâyete başlarız, feryâd ederiz, yüzümüzü yırtarız.
Gönül aynamıza akseden her suret, her şekil, hiç bir şeye bağlı değilmiş gibi görünmededir. Çünkü, biz kendimiz aslında ondan başka hiç bir şeye bağlı değiliz.
Bir sürü balıklar gibi suda yüzüp duruyoruz. Fakat sudan haberimiz yok. Bitmez, tükenmez arzular peşinde koşan, hevesten hevese düşen şu toprak bedeni, yeryüzünün suratına atalım.”