MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXI

“Ey sakî, aşk şarabını ver; ver de akıl lâfı bir yana gitsin.” Mevlâna

Kendi aklını benden fazla görüyorsun; ya şu az akıllı olan beni nasıl gördün?

Çirkin kurt gibi üstümüze atlama. Senin gibi insanı utandıracak akla sahip olmaktansa akılsızlık daha iyi!

Aklın, insanlara ayak kösteği olunca o akıl, akıl değildir, yılan ve akreptir.

2325. Senin hile ve zulmünün hasmı Allah olsun; hile elin bize uzanmasın!

Ne şaşılacak şey ki sen hem yılansın, hem efsuncu… Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin yılan!

Eğer karga kendi çirkinliğini anlasaydı, derdinden kar gibi erirdi.

Efsuncu düşman gibi, yılana efsun okur, yılan da onu efsunlar.

Yılanının efsunu, yılancıya tuzak olmasaydı yılanın efsununa aldanır, onunla meşgul olur muydu?

2330. Efsuncu, kazanç hırsına düşünce yılanın kendisini efsunladığını anlamaz.

Yılan ‘Ey efsuncu, kendine gel. Kendi hünerini gördün, bir de benim efsunumu gör!

Sen beni Hakk’ın adıyla efsunladın, bu suretle de halka rüsvâ etmek istedin.

Beni Hakk’ın adı bağladı, senin tedbirin değil. Hakk’ın adını tuzak yaptın, yazıklar olsun sana!

Senden benim hakkımı Tanrı’nın adı alacak. Ben canımı da Tanrı adına ısmarladım, tenimi de.

2335. Tanrı adı, beni yaraladığın için ya can damarını koparsın yâhut seni de benim gibi mahpus etsin!’ der.”

Kadın bu yolda sert sözlerle genç kocasına tomarlar okudu.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde buyurur ki; “Akıl ile rızıklanmış olanlar, felâh buldular.”

Fakat hangi akıl?… İşte Hasan Dede der ki, selâm üzerine olsun; “Allah ile meşgul olmayan akıl, akıl değildir; ona akıl denilemez.”

Bir başka hadîsinde de, “Kadın, erkeğin diğer yarısıdır” diye buyurur Peygamber Efendimiz.

Yüce Pîr Mevlâna da, selâm üzerine olsun, bir anlatımında, kadını nefse, erkeği de akıla benzetir ve şöyle söyler; “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Nefs, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey yoktur. Aklın hassâsı, işin sonunu görmektir. Akîbeti görmeyen akıl, nefstir. Nefse mağlup olan akıl, nefs hâline gelmiştir.”

Nitekim yukarıdaki beyitlerde Bedevî kadın, kocasına sert sözler söyleyerek, onu kendine uydurmak istemekte ve aklını çelmeye çalışmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidâyete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendisidir.” (Zümer, 18)

Zaman zaman, kadın olsun erkek olsun, hepimizin içimizde bulunan yılan nefs, kulağımıza fısıldar, efsunlar okur; eğer aklımızı kullanmadan bu efsunlara aldanırsak, mutlaka akîbetinde sıkıntılar yaşarız. Oysa diğer yanımızda, Mevlâna’nın, Mecâlis-i Sebâ’da buyurduğu üzere bizler, Tanrı’nın denizinde balıklar gibiyiz…

“İnananlar tam yılan olmadıkları gibi tam balık da değildirler. Yılanbalığıdır onlar; sağa düşen yarı bedenleri balıktır; sola düşen yarı bedenleri yılan. Bir ân gelir, sağ yanları onları denizi arayıp istemeye çeker; bir ân gelir, sol yanları onları dünyânın yeline, toprağına çeker.”

“Allah, herkese bir huy, herkese bir çeşit akıl vermiştir. Bir kişiye göre doğru olan söz, öbürüne göre yanlıştır; ya da birisine bal gibidir, diğerine zehir” der Hasan Dede, ve sözü âşıklara getirerek, “Âşığa gelince” der, “o, temizden de münezzehtir, pisten de. O, bütün ağırlıklardan kurtulmuştur. Fakat halka gelince, herkesin aklına göre söz söylemek gerektir. Çünkü herkesin aklı kendine göre en iyisidir. Bütün akıllar ortaya koyulsa ve denilse ki, bu aklın güzelidir, gelin bunu alın başınıza koyun… yine de herkes gider kendi aklını beğenir… Ancak bir insan, büyük bir yere yönelirse, orada onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir. Mânâ, herkesin kendi aklına göredir. Aşk ise tefsir kabul etmez, hiçbir kalıba sığmaz.”

Kasîde:

“Geliniz, hepimiz toplanalım! Ey sakî, sen de durmadan şarap ver! Bir an için olsun gölge varlıklarımızı ortadan kaldıralım, ayrılıktan kurtulalım, hep bir olalım! 

Kendimizi görmeyelim, kendimizden vazgeçerek vahdet denizinde suyla aynı renge girelim! Zaten hepimiz, bütün insanlar, bir ağacın dalları gibiyiz. Bütün yaratıklar, hepimiz aynı yaşayışın, aynı yolun yolcularıyız.

Bütün varlıklar, hepimiz onun aşığıyız. Aşkın tabîatı gereği, bizler hem gizliyiz, hem meydandayız. Aşk şehrinde gizliyiz. Fakat aşkın üzerimizdeki tesiriyle, aşk mahallesinde apaçık meydandayız. 

Benlikten kurtulur da kendimizi mânen ölü görürsek huzura kavuşuruz. Beden mezarlığında rahatça uyuruz. Benliğe kapılınca, kendimizi diri görünce, şikâyete başlarız, feryâd ederiz, yüzümüzü yırtarız. 

Gönül aynamıza akseden her suret, her şekil, hiç bir şeye bağlı değilmiş gibi görünmededir. Çünkü, biz kendimiz aslında ondan başka hiç bir şeye bağlı değiliz. 

Bir sürü balıklar gibi suda yüzüp duruyoruz. Fakat sudan haberimiz yok. Bitmez, tükenmez arzular peşinde koşan, hevesten hevese düşen şu toprak bedeni, yeryüzünün suratına atalım.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXX

Bedevî kadının, kocasına “Lime tekûlune ma lâ tef’alûn, denmiştir. Haddinden fazla söz söyleme. Bu sözler doğru olmakla beraber bu tevekkül makâmı, senin makâmın değildir. Makâmından ve işinden yukarı söz söylemek, sana ziyân verir. ‘Kebûre makten indallahi’ hükmü zuhûr eder” diye nasîhat vermesi.

Kanaatkâr adam ihlâsla, yüreği yanarak sabaha kadar karısına bu yolda sözler söyledi.

2310. Kadın ona haykırdı: “Ey namustan gayrı bir şeyi olmayan, artık bundan fazla senin efsununu istemem.

Yürü git. Gayrı bu dâvâdan bahsetme; kibir ve azâmete dâir saçma sapan şeyler söyleyip durma!

Ne vakte kadar bu tumturaklı sözler, bu işler güçler? Kendi hâlini, kendi işini gör de utan!

Kibir çirkindir, ama dilencilerden olursa daha çirkin. Soğuk gün, ortalık kar… Bir de elbise ıslak olursa…

Ey örümcek ağı gibi evi olan! Ne vakte kadar dâvâ, çalım; ne vakte kadar kibir, azâmet!

2315. Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın ki? Kanaatten ancak bir ad öğrendin.

Peygamber ‘Kanaat nedir? Hazinedir’ dedi. Sen hazineyi mihnet ve meşakkatten ayırt edemiyorsun.

Bu kanaat dâimî bir hazineden başka bir şey değildir. Ey gönle gam ve elem veren, artık beyhûde sözlere dalma!

Yürü bana ‘Eşim’ deme, az koltukla. Ben insafın eşiyim, hilenin değil.

Neden padişahtan, beyden dem vurup durmaktasın? Yoksulluktan havada sivrisineği bile avlmaktasın.

2320. Bir kemik parçası için köpeklerle dalaşmakta, içi boş ney gibi inleyip durmaktasın.

Bana öyle horlukla kötü kötü bakma ki damarlarının içinde dolaşan sırları söylemeyeyim.

Bir gün, Hazreti Muhammed Efendimize sorarlar: “Senin ümmetin yalan söyler mi?” 

Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, şu cevabı verir: “Benim ümmetim zor durumlara düşebilir, aç kalabilir ama yalan söylemez. Yalan söylediği zaman benden değildir.”

Nitekim, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur Peygamberimiz; “Yalandan sakınınız, zîrâ yalan ile iman bir arada bulunmaz.”

Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yukarıdaki beyitlerinde işâret ettiği âyetlerde ise, “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” (Saff, 2), “Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazâba sebep olur” (Saff, 3) diye buyrulmaktadır.

“Âşık, mütevâzıdır, iddia sahibi değildir. Âşık yoklukta durur, ‘Ben bileceğim! Ben olacağım!’ demez. Ne bileceksin? Ne olacaksın?!..” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder; “Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrâr verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zâhirî bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. İlimde aşk olmayınca, o ilmin faydası yoktur, hatta zararı vardır. İlim, pişirilmek üzere tencereye konmuş olan yemeğe benzer, eğer aşk ateşiyle pişirilmezse sonunda çürür ve kokar. İlâhî aşkı olmayan bir kişi, yalan söyler, hiddet eder, kendini başkalarından büyük görür. Allah’ın yasak ettiği şeyleri yapar. Nefsle karışık aşk insanı zillete, Allah’la karışık olan aşk, devlete götürür.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir başka hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Ey âdemoğlu! Sana yetecek kadar dünyalığın mevcut olduğu hâlde, sen hâlâ fazlasını istersin. Âdemoğlu, ne aza kanaat edersin, ne de çok ile doyarsın. Ey âdemoğlu, vücudunu sıhhatte, bedenini emniyet ve selâmette ve günlük nimetini de yanında buluyorsun ya, varsın seni baştan çıkaran ve gaflete düşüren dünyanın başına kıyâmet kopsun!”

Yüce Pîr Mevlâna, kanaat etmek konusunda şöyle buyurur: “Nerde yokluk fazlaysa orası Allah tezgâhıdır, Allah işi oradadır. Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü aldılar. Hele bedenini, malını yok etmiş derviş, hepsinden ileridir. Fakat iş beden yokluğundadır, dilencilikte değil. Dilenci, malı bitmiş kişidir; kanaat sahibi ise, bedenine kıyan kişi. Artık dertten şikâyet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahvân bir attır.”

Kasîde:

“Göz, görülmemiş, şaşılacak şeyleri görmek için lâzımdır. Can da mânevî zevke, neşeye dalmak için işe yarar. 

Allah, bu başı bize bir güzelin güzelliğiyle mest olmak için lütfetmiştir. Ayak da, insana Hakk yolunda, sevginin yolunda yürümek, zahmetler çekmek, yorulmak, çilelere girmek, belâlara uğramak için verilmiştir. 

Aşk, kötülüklerle dolu olan bu kirli dünyayı terk edip göklere doğru uçmak için gereklidir. Akıl, bilgi, edeb öğrenmek için lâzımdır. 

Sebeplerden dışarı ne sırlar, ne şaşılacak şeyler var! Bu yüzdendir ki, dünyada olup biten işlerde, yalnız sebepleri gören, sebeplere takılıp kalan kişinin gözü perdelidir, kapalıdır. 

Çöllerin kumlarında sıkıntılar çekerek, mihnet ve meşakkatlere katlanarak yol almak, deve sütüyle kanaat etmek, bedevî Arapların yağmasını göze almak hacı olmaya değer.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXIX

“Ey gönülleri uyanık kişilerin sakîsi! Kerem kadehini sun, çünkü bizi yokluk âleminden bu dünyaya şarap içmek için getirdiler.” Mevlâna

Bil ki her hastalık ölümden bir parçadır. Çâresi varsa, ölümün bir cüzünü kendinden kov!

Ölümün bir cüzünden bile kaçamadığın hâlde onun hepsini başından aşağıya dökecekler, bunu iyice bil!

2295. Ölümün cüzü olan hastalık sana tatlı geliyorsa bil ki Tanrı küllü, yâni ölümü de sana tatlılaştırır.

Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey boşboğaz, ölümün elçisinden yüz çevirme!

Tatlı yaşayan, sonunda acı öldü. Ten kaydında olan canını kurtaramadı.

Koyunları kırdan sürer getirirler; hangisi daha besiliyse onu keserler.

Gece geçti, sabah oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni baştan söyleyip duracaksın?

2300. Gençken daha kanaatliydin; şimdi altın istiyorsun, hâlbuki sen önceden altındın.

Üzümlerle dolu bir asmaydın; nasıl oldu da kesada uğradın; üzümün tam olacakken bozulup gittin?

Meyvenin günden güne tatlı olması lâzım. İp eğirenler gibi gerisin geriye gitmenin lüzumu yok!

Sen bizim eşimizsin; işlerin başarılması için eşlerin aynı huyda olmaları lâzımdır.

Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!

2305. Ayakkabının teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işine yaramaz.

Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki arslana kurdun eş olduğunu hiç gördün mü?

Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç, devenin üstünde doğru duramaz.

Ben sağlam bir yürekle kanaat yolunda gidiyorum; sen neye kınama yolunu tutuyorsun?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, İnsanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar” diye buyurur.

Hazreti Pîr’in, yukarıdaki beyitlerinde geçen ‘gece’ teşbîhinden maksad gaflet uykusu, ‘sabah’ teşbîhinden maksad ise uyanıştır.

Nitekim, selâm üzerine olsun, Mevlâna’mız bir kasîdesinde şöyle seslenir:

“Ey hoca! Senin elini tutup çekeceğiz; seni, iyiden de, kötüden de kurtaracağız!

Gaflet gecesidir; senin mest oluşun da uzadıkça uzadı! Ama biz, sabah güneşi gibi doğup her tarafı aydınlatacağız! 

Dünya bahçelerinde her meyve oldu, kemâle geldi! Ey taş kesilmiş üzüm koruğu; sen, bir türlü olmayacak mısın? 

Şu tuzakta çırpınıp duran canlara acı; senin kulağın, onun çırpınma sesini, feryâdını duymayacak mı? 

Senin, gönlünde bir can gözün var; o da hastalanmış, ağrıyıp duruyor! Elde edemediğin şeyler için duyduğun gam, o gözü hasta etmekte ve yaralamaktadır! 

O göze iğneler batmaya başlayınca, dermân aramaya çalış; onu, ağrılardan, yaşarmalardan kurtar! 

Ey güzeller Yusuf’u; gözün de, gönlün de ilacı, ancak senin güzel yüzünü görmektir!”

“Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan mânevî güzelliklere eremezsin” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Ölüm diye bir şey yoktur. Ölmeden evvel ölmek diyoruz, fakat o ölümden maksad, Allah’ı arayan bir kimsenin, yokluğu idrâk etmesi, kendi hiçliğini tam mânâsıyla bilmesidir. Bir insan irâdesini kullanırsa, ölmeden evvel ölebilir. Her insan büyüktür, fakat yokluğunu bilirse. O büyüklük de bizim değil, Allah’ın büyüklüğüdür. İlâhî aşk, bütün aşkların üstündedir. Neyi sevsek sonunda ölmez mi? Bizim sevdiğimiz varlık ölmez. O’na aşık olan da ölmez.”

Yüce Pîr Mevlâna, Mecâlis-i Sebâ isimli eserinde, Hazreti Hamza’dan misâl vererek bizlere şöyle seslenir… 

“Hamza önce savaş arslanıydı, sonra Tanrı arslanı oldu. Önce Peygamberin amcasıydı, yakınıydı; sonunda oğlu oldu. Müslümanlıktan sonra bu Hamza, savaşa giderken zırh giyinmezdi. 

Ey Arabın arslanı derlerdi, gençken pek yiğit ve kuvvetliyken zırh giyerdin, başına tolga vurunurdun; şimdi yaşlandın, bedenin zayıfladı; sebep nedir ki zırh giyinmiyorsun, zırhsız olarak savaş safına giriyorsun? 

Hamza, o vakit derdi, arslanda nasıl yaradılıştan bir yiğitlik varsa, nasıl yaşamak, diri kalmak umuduyla canıyla oynamazsa, huyu tabîatı oysa ve bu yüzden de ölüm korkusu ona görünmezse, ben de yaradılıştan yiğittim, huyumda yiğitlik vardı, pervânede, İbrahim’in ışığı yoktur ki Tanrı’ya dayansın. 

Nitekim susuzluk illetine tutulmuş adam da, su içme yüzünden elinin, ayağının şiştiğini görür; görür ama su içmekteki tat bütün bunları ondan gizler, ölümü düşünmez bile. Ben ki Hamza’yım; o yiğitliği, o cesareti, tabîatım dolayısıyla yapıyordum; ölümde bir yaşayış gördüğümden değil; o ışık yoktu bende. Şimdi ise inandım, tabîat karanlığı, gözümün, gönlümün önünden kalktı; ölümden, öldürülmekten sonra cana ne dirilikler var; canların, salt canlar meclisinde huzur şarabını nasıl içtiğini, elsiz kadeh tutup, ağızsız, dudaksız içerek, başsız nasıl baş salladıklarını, ayaksız nasıl ayak vurup oynadıklarını gördüm. 

‘Allah yolunda öldürülen kişiyi ölü sanma; diridir onlar…’ Beden, gönülle yol alır, gönül de görüşle hareket eder. Birisinin görüşünün kıblesi mezar olursa onun ne gücü kalır, ne kuvveti kalır ki? Gözü görenlerin ayaklarının bastığı toprağı gözlerinize çekin de gözünüz, toprak görmesin, mezar görmekten vazgeçsin. Çünkü bu yan toprak ve mezar değildir, tertemiz ışıktır. Mezarla toprak nerde, tertemiz ışık nerde?.. Sonunu toprak biliyorsan topraksın; kendini temiz biliyorsan temizsin. 

Evet, Hamza onlara cevap verdi de dedi ki: O vakit ben, savaş zamanlarında zırh giyiyordum; çünkü, ölüme gidiyordum, yaralanmaya gidiyordum. Ölüme zırhsız, engelsiz gitmek, akıl kârı değildir. Şimdi ise iman ışığıyla görüyorum ki savaşa giderken yaşayışa gitmekteyim. Diriliğe, yaşayışa zırhla, engelle gitmek de akıl kârı değildir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXVIII

Bedevînin, karısına sabretmesini buyurması ve ona sabır ve yoksulluğun fazîletini söylemesi.

Kocası dedi ki: “Daha ne vakte kadar gelir ve mahsûl arayıp duracaksın; zaten ömrümüzden ne kaldı ki? Çoğu geçip gitti.

Akıllı kişi, artığa, eksiğe bakmaz; çünkü ikisi de sel gibi geçer.

2285. Sel, ister saf olsun, ister bulanık… Mâdemki bâkî değildir, ondan bahsetme.

Bu âlemde binlerce canlı, sıkıntısız, hoş bir hâlde yaşamakta, geçinip gitmektedir.

Üveyk kuşu, geceki rızkı henüz meydanda olmadığı hâlde ağaçta Tanrı’ya şükreder.

Bülbül, ‘Ey duaya icâbet eden Tanrı, rızık husûsunda itimâdımız sana’ diye Tanrı’ya hamdeyler.

Doğan, rızkını padişahın elinden umduğundan bütün pis şeylerden ümidini kesmiştir.

2290. Böylece sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlûkat Tanrı ailesidir; Hakk da ne güzel aile reisi.

Gönlümüzdeki bütün gamlar, hevâ ve hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana gelir.

Bu kökümüzü söken gamlar, ömrümüzün orağına benzer. Bu böyle oldu, şu şöyle oldu kuruntuları da vesveselerimizdir.

İnsanın asıl rızkı nurdur; diğer bütün rızıklar nefsî gıdadır.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Cenâb-ı Hakk, ahlâkınızı beyninizde nasıl taksim etmişse, rızkınız da, o suretle taksim olunmuştur” diye buyurur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir kasîdesinde şöyle seslenir: “Sofralar gelince herkes; ‘Tabaklarda ne var?’ diye soruyorlar! Soranlara hâl dili ile diyorlar ki: ‘Herkes bu sırlara mahrem olsaydı, tabaklar hiç örtülür müydü? Canın gıdası, can gibi gizlidir; bedenin gıdası ise, ekmek gibi meydandadır! Ekmeğin zevkini, ancak aç kimse bilir; tok olan, o zevki, hiç bilmez! Ekmekçi dükkânındaki ekmeklerden dükkânın ne haberi vardır? Ekmekçi aç olsaydı, ekmeği hiç satmazdı; seher rüzgârı gülün kıymetini bilseydi, onu saçıp dökmezdi! Sevgilinin kadrini bilmeyenin, onu elden çıkaranın zevki, aşkı yoktur; o, aşık değildir! O, gerçekten de değersiz, alçak bir kimsedir!..”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, Nâs suresinin 5. âyetinde buyrulduğu üzere, nefs, “İnsanların gönüllerine vesvese verir.”

“Her ağacın, her bitkinin kökü, Hakk’ın ihsân ettiği rızkı yer, fakat; ‘Ben ne yapacağım, ben ne yiyeceğim, ben ne giyeceğim?’ diye bütün bu endişeler, bu korkular, senin hasta gönlünde mevcuttur!..” der Hazreti Pîr.

Oysa, “Allah, çok cömerttir, hiçbir varlıktan rızkını esirgemez” diye söyler Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve insanın mâhiyetini şöyle açıklar: “İnsan, ne göklerin ne yerin ne de dağların yerine getiremeyeceği işleri yapma kâbiliyetine sahiptir. Allah bize her şeyi vermiş ama alabilirsek… Allah, bedenin gıdasından başka aklın, fikrin, vicdânın, her kâbiliyetin gıdasını da veriyor. Ama alabilirsek…”

Yine Hasan Dede’nin dile getirdiği bir menkîbede; Hazreti Muhammed Efendimiz, ilk mescid olan Mescid-i Kubbâ inşâ edilirken, cemaatin inancını denemek için, “Bu sene kıtlık olacak biraz iktisatlı gidin” der. 

Hemen birisi, “Benim altı aylık rızkım var, yıl oniki ay, ben altı ay sonra ne olacağım” diye sorar. 

Hazreti Muhammed, bir başkasına, “Sizin kaç aylık rızkınız var?” diye sorar. 

“Bizim üç aylık rızkımız var, kimin ihtiyacı varsa birbuçuk aylığı gelsin alsın” diye cevap verir. 

Onu da geçer bir başkasına sorar: “Sizin durumunuz nasıldır?”

O da, “Benim bir aylık rızkım var. Kimin ihtiyacı varsa onbeş günlüğünü vereyim” der. 

Aynı soruyu yine bir başkasına sorar, o da, “Yâ Resulallah! Bir günlük rızkım var. Sabah kahvaltısını yedim. Kimin ihtiyacı varsa öğleni gitsin evimden alsın” diye cevap verir. 

Hazreti Muhammed sorar: “Peki yarın hâlin ne olacak?” 

Adam şu cevabı verir: “Yarına varsam, Allah keremini ihsân eder, ona göre hayatımı sürdürürüm.” 

Bunun üzerine Resulallah, altı aylık rızkı olana dönerek der ki: “Sen o altı aylık rızkı dağıt ki, Cenâb-ı Allah sana tazesini versin…”

Şiir:

“Her zerre senin mânevî sofrandan yer içer, 

Ebedî olarak yeseler içseler de, 

Yine de mânevî güzellikler bitmez. 

Ezelî sofra için herkes kavga gürültü eder, 

Ama yediler içtiler, yine de eksilmedi. 

Sevenlerini daima bu ebedî gıdayla, 

Yüceliklerine götürür, 

Gözlerin nuru biricik sultanım,

Nurum Muhammed…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXVII

Bazen bir mürid, dâvâcı ve yalancı bir şeyhe adamdır diye sadâkatle inanır, itikât eder. Bu itikât yüzünden öyle bir makâma erişir ki şeyhi, o makâmı rüyada bile görmemiştir. Bu suretle müride su ve ateş bile zarar vermez. Hâlbuki şeyhe zararlıdır. Fakat bu, nâdirdir.

Fakat nâdir olarak tâlibin itikâdındaki parlaklık yüzünden şeyhin yalanı tâlibe faydalı olur.

Şeyhi, can sanır, ceset çıkar, ama tâlib, kendi iyi niyeti yüzünden öyle bir makâma erişir ki…

2280. Hâli, tıpkı gece ortasında kıble arayana benzer. Kıble bulunmasa bile namazı câizdir.

Dâvâcı ve yalancı şeyhin can kıtlığı gizlidir. Fakat bizdeki ekmek kıtlığı meydanda.

Niçin bunu, dâvâcı şeyh gibi gizleyelim? Neden fayda olmadığı hâlde utanıp ârlanarak can çekişelim?

Bir şeyh varmış, bu şeyhin de çok sâdık bir müridi varmış. Bir gün, şeyhin bir dostu onu ziyârete gelmiş. Selâmlaşmışlar, hâl hatır soruşmuşlar.

Sonra dostu, şeyhe, “Çok fenâ bir baş ağrısı çekiyorum. Bir nefes etsen de şu başımın ağrısı geçse” diye buyurmuş.

Şeyh, “Hay hay” demiş ve hemen o sâdık müridini çağırmış. 

Mürid hemen gelmiş, “Buyrun Efendi Hazretleri…”

“Bir nefes et de” demiş, “dostumun başındaki ağrı geçsin.”

Mürid, hiç itirâz etmeden, “Eyvallah” demiş ve oturmuş adamın karşısına, nefes etmiş. Adamın başındaki ağrı bir anda geçivermiş.

Mürid huzurdan ayrılınca, dostu sormuş şeyhe, “Ben” demiş, “senin nefes etmeni istedim, sen ise müridini çağırdın, ona nefes ettirdin. Bundaki hikmet nedir?”

“Ah dostum” demiş şeyh, “ben harâbâtım, safım, ama o benden daha saftır. Bu kadar şeyh varken, o geldi bana ikrâr verdi. Her sabah gün ağarmadan, atlar bisikletine, onlarca yol kateder gelir dergâha, sabah namazını edâ eder ve hizmete geçer. Ondaki bu sadâkati, saflığı, temizliği gördüğüm için, onun nefes etmesini istedim.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, kendisine “Müminler, namazlarını (salâtlarını) huşû içinde kılarlar” âyetini sorduklarında şu cevabı vermiş: “Huşû kalptedir. Huşû, Müslümanın vekârına yakışır şekilde, vücudunun sakin olması ve gözünü namaz kıldığı yerden ayırmamasıdır.”

Allah, sâdıkları sever.

Nitekim Peygamber Efendimiz, selâm üzerine olsun, ümmetine hitâben, “Ey ümmetim! Sıdk üzerinize olsun. Zîrâ sıdk, hayır ve ihsâna götürür. Hayır ve ihsân ise cennete götürür. Bir insan gösterdiği sıdkından dolayı yok olsa, ona devam eylediği için, o kimse Allah indinde sıddıkların makâmına yazılır” diye buyurur.

Kur’ân-ı Kerîm’de de, Ahzâb suresinin 23. âyetinde, “Müminler arasında öyle erler vardır ki, Allah’a verdikleri ahde sadâkat gösterdiler. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirerek şehid olmuştur, bir kısmı da şehid olmayı beklemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” diye buyrulur.

Gayb sırlarının tercümanı Hazreti Ali Efendimiz yine buyurur ki: “Aşktan daha feyiz verici, aşktan daha önemli bir hikmet rehberi, hayatın özünü her zerresine kadar gösteren, yollara ışık tutan, ruhun her yüzünde parlayan, aşktan daha üstün bir mürşid yoktur.”

“Hakk yolunda hakîkate varmak sözle olmaz, inandığını yaşamakla olur” der Yüce Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Hakk yolunda yürüyen âşık ilâhî sevgiyi gönlünde hissedince onun için baht da budur, devlet de budur, zevk de budur, yaşayış da budur. Onun için bu aşktan, bu sevdâdan başka bir alış veriş, başka bir kâr yoktur.”

Ne güzel seslenir bir şiirinde, mihrâb-ı aşk Hasan Dede, selâm olsun üzerine…

“Hakîkat bâb’ına varmak, kolay değil, kolay değil. 

Bütün zorlukları yenmek, kolay değil, kolay değil. 

İkrârına sadık olmak, temiz, pak su ile temizlenmek, 

Ateşten leblebi yutmak, kolay değil, kolay değil. 

Cemîyet içine girmek, zâlimi mazlumu görmek, 

Bu yolun sırrına ermek, kolay değil, kolay değil. 

Tüccâr olup satmak, öğretmen olup okutmak, 

İnsanları hep bir tutmak, kolay değil, kolay değil. 

Zâlim olan çeker zârî, bilmez neylesin o yâri, 

Gün gelir çekilir dâr’a Mansûr gibi, kolay değil, kolay değil. 

O Kur’ân’ın hecesine, yol gösterdi nicesine, 

Ermek yolun yücesine, kolay değil, kolay değil. 

Hasan’ın budur dileği, Allah’tır yaratmış meleği, 

Giymek ateşten gömleği, kolay değil, kolay değil…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXVI

Muhtaç ve müştâk müridlerin yalancı, düzenci dâvâcılara aldanmaları ve onları Hakk’a ulaşmış, yüce şeyh sanmaları, veresiyeyi peşinden, hileyle yapılmış çiçeği hakîki, bitmiş ve yeşermiş çiçekten ayıramamaları.

Bundan dolayı bilenler, hikmetle dediler ki: “İhsân ve kerem sahiplerine konuk olmak gerek.”

2260. Hâlbuki sen, öyle birisinin müridisin ki hasîsliği yüzünden kendisi gâlib değil, seni nasıl gâlib edecek?

Sana nur vermesi şöyle dursun… bilâkis kapkara bir hâle koyar.

Kendisinin nuru yok, onunla görüşüp konuşanlar nerden nurlanacak?

Bu çeşit şeyh, gözü akan ve görmeyen kişiye benzer. Gözüne ilaç çeker, ama zararlı ilaçtan başka bir şey çekemez ki.

Yoksulluk ve meşakkatte bizim hâlimiz de böyledir. Bize aldanıp da hiçbir konuk gelmez.

2265. On yıllık kıtlığı mücessem olarak görmedinse gözünü aç da bize bak!

Görünüşümüz dâvâcı adamların içi gibi gönlü kapkara, fakat dili şaşâlı!

Tanrı’dan onda ne bir korku var, ne bir eser. Fakat dâvâsı Şit’ten de ileri, Âdem’den de!

Hattâ ona, şeytan bile kendisini göstermez. Böyle olduğu hâlde o ‘Biz abdallardanız, hattâ daha ilerdeyiz’ der durur.

Kendisini adam sansınlar diye dervişlerin bir hayli sözünü çalmış çırpmıştır.

2270. Söz söylerken lâfı Bayezid’den ziyâde inceler, onu bile kusurlu bulur. Hâlbuki onun içyüzünden Yezid arlanır.

Gökyüzünün ekmeğinden, sofrasından nasîpsizdir. Hakk, önüne bir kemik bile atmamıştır.

O ise ‘Sofrayı yaydım, Hakk’ın vekîliyim, halîfe oğluyum’ diye bağırıp durmaktadır.

‘Ey aşağılık saf kişiler, gelin… gelin de ihsân ve keremimin sofrasından, kimse mânî olmaksızın yiyin’ demektedir.

Onlar da onun başına toplanırlar. Nimet ve ihsân istedikçe yalancı şeyh ‘Yarın’ der. Fakat bir türlü o yarın gelip çatmaz.

2275. Âdemoğlunun, az çok sırrı meydana çıkarabilmek için uzun zaman lâzımdır.

Tek duvarının altında define mi var, yoksa yılan, karınca, ejderhâ yuvası mı?

O yalancı şeyhin hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya kadar tâlibin de ömrü tükenmiş olur; artık anlamanın ne faydası var?

Bir söz vardır; “Kendisi muhtaç dede, kime himmet ede?”

Bir gün, selâm olsun üzerine, Yüce Pîr Mevlâna’ya demişler ki: “Efendi Hazretleri, siz burada sayısız hakîkat sunuyorsunuz. Biz başka yerlere de gidiyoruz, sizin sunduklarınızın onda birini dahî işitmiyoruz. Ama orada cemaat çok, sizde ise az; bunun hikmeti nedir?” 

Hazreti Pîr şu cevabı vermiş; “Orada o kalabalığı görüyorsunuz, ama benim buradan gönderdiklerimi görmüyorsunuz. Benim cemaatim az olsun, ama has olsun.”

Nitekim, “Manavda mal çoktur, ama değeri yoktur; sarraf dükkânında da malzeme azdır ama değeri çoktur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Hattâ sarraf dükkânı boştur” der, “Sarrafta hiçbir zîynet bulunmaz. Bir mihenk taşı bir de terâzisi vardır. Bütün mücevherlere ayar verir.”

Aslında kâmil mürşidi, sahte mürşitten ayırdedecek olan, yâni keşfedecek olan mürittir. Mürid, Hakk’ı anlamak, Hakk’ı bilmek üzere sorular sorar; mürşid de cevap verir. Fakat sahte mürşid, soruları bir yere kadar cevaplayabilir, sonrasında, ‘Hâşâ’ der, ‘Çizmenin dışına çıkma!’ Fakat kâmil mürşid, müridin her sorduğu soruya zahmetsizce cevap verir, çünkü ondan konuşan Hakk’ın kendisidir. 

Zîrâ, Hakk, bütün kâinatı yaratırken şöyle buyurmuştur: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi diledim.”

Hasan Dede, “Allah, en son varlık olarak insanı yarattı. İnsana en büyük nimet olan akılı bahşetti” diye buyurur; “İnsan, aklını güzel kullanırsa ve ben kimim, ne için yaratıldım, diye bir araştırmaya girerse, sonunda görecek ki kendi dışında hiçbir varlık yokmuş, hattâ kendinde varolan da Allah’mış. 

Bir insan kendini bilerek yaşarsa hiç hatalara düşmez. Ama bir insan kendini bilmeyerek yaşarsa ve bir de kimliğini öğrenmek için arayışa düşmezse, demek ki ona verilen o akıl boşa verilmiş, o aklı doğru yolda kullanmıyor ve ömrünü boşa zâyî ediyor demektir. 

Peygamber Efendimiz her zaman insana insanı söylemiştir. İnsanın hakîkatte ne kadar mukaddes bir varlık olduğunu, Allah’ın insan dışında olmadığını, Allah’ın insandan işlediğini ve insanla kendini kanıtladığını söylemiştir. Fakat mâlesef kendinden haberi olmayan hocalar yüzünden O’nun sözlerinin mânâsı toplumda bilinememiştir.

Çalışmak lâzım ki, İslâm oyuncak hâline gelmesin. Dışarıdan bir sürü misyoner gelip, bir takke takıyor, sakal bırakıyor, isim değiştiriyor, toplumda kendini sevdirip, insanları gericiliğe sürüklüyor. 

Bütün peygamberler İslâm’dır. Misyonerlik devri geçti, artık insanlık devri doğdu. İnsana insanı söyleyeceksin. İnsan olursa kâinata rahmettir. İkilik tohumu atanlar ne Allah katında sevilir, ne kendi peygamberleri sever.

Bizim vazîfemiz, yolcuya kendinin kim olduğunu bildirmek, kimliğinden haber vermektir. Eğer yolcu burada anlatılanlara kulak verir de kimliğini öğrenmeye ve kendini bulmaya gayret ederse, kısa zamanda kurtuluşa erer. Ama kulak vermez de yanlış yollara saparsa, hiçbir yere varamaz. Kendini bilen insan, Hakk’ı kendinde bulur, gayrıda aramaz. O, insan dışında değildir. Her zerreniz O’nunla diridir. Bizlerin tek arzusu evlâtlarımızı yücelerde görmektir, aşağılarda değil…”

Kasîde:

“Ey zavallı insan! Ölümsüz bir canın var; neden boş yere ölümden korkuyorsun? Sen, Allah’ın bir nuruna mâliksin; bu nurla sen, o daracık mezara sığabilir misin? 

Gönlünü hoş tut; âlem, sende bulunan o incinin, o ilâhî emânetin yüzünden, baştan başa altın kesildi! Gönül verdiğin o güzel varlığa benzer bir güzel nerede var; öyle bir güzeli gösterebilir misin? 

Beden, aşk ile arkadaş olunca, onunla düşüp kalkmaya başlayınca dayanamadı da, kendini fazlaca içkiye verdi! Ey hoca; neden benim bu hâlimden ürküyorsun da, bana bakıp yüzünü ekşitiyorsun? 

Renksizlik âleminde, mest olup kendinden geçmek var, şuhluk var! Ey şeyh efendi; senin gönlün neden böyle daralıyor, neden kendini gamları kederlere kaptırıyorsun? Herhâlde, senin aşktan haberin yok! 

Bu kadar kedere kapılma, bu kadar çok gam yeme! Ne zamana kadar böyle yaslara gömüleceksin? Sen, acılar çekmeye, yaslara gömülmeye lâyık değilsin! Bizim sana bağışladığımız o sevgiyi kaybetmedinse, gamı kederi bırak da, bizimle beraber ol, bizimle aynı renge boyan! 

Ey Sevgili! Verdiğin nurla, can, öyle mânevî bilgiler elde etti, öyle derin bir bilgin oldu ki… Buyur ey Efendimiz, buyur; sende ne şarap dolu kadehler var!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXV

Yoksul Arap bedevîsinin hikâyesi ve yoksulluk yüzünden karısıyla arasında geçenler.

Bir gece bir bedevî karısı, dedikoduyu hadden aşırarak kocasına dedi ki:

“Bütün bu yoksulluğu, bu cefâyı biz çekmekteyiz. Âlemin ömrü hoşlukla geçiyor. Sade biz kötü bir hâldeyiz.

Ekmeğimiz yok, katığımız dert ve zahmet… Testimiz yok, suyumuz gözyaşı.

2250. Gündüzün elbisemiz güneşin ziyâsı… Geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı.

Açlığımızdan değirmi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.

Yoksullar, bizim yoksulluğumuzdan ve gece gündüz yiyecek düşünmemizden arlanıyorlar.

Sâmirî’nin halktan kaçtığı gibi akraba, yabancı… Herkes, bizden kaçıyor.

Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize ‘Sus, geber, babalar çıkarasıca’ diyor.

2255. Arap’ın iftihârı, savaş ve ihsândır. Sense Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun.

Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş!

İhsân nerede? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarından kan emmekteyiz.

Hele bize misafir gelsin… geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!”

Bir gün Hazreti Musa, Tûr-i Sînâ’da iken, Sâmirî, cemaate buzağı şeklinde bir put yaparak, “Bu sizin ve Musa’nın unuttuğu bir ilâhtır” (Tâ Hâ, 88) demiş ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırmıştır. Hazreti Musa, Tûr-i Sînâ’dan geri döndüğünde kavminin bu hâlini görerek hiddetlenmiş ve Sâmirî’ye, “Defol, senin için dünya hayatında ‘lâ-misâs’ olsun” (Tâ Hâ, 97) yâni, ‘Bana dokunmayın, temas etmeyin’ demek olsun diye bedduada bulunmuştur. Sâmirî, bunun üzerine oradan kaçarak uzaklaşmış ve bir kimseye rastladığı vakit “Lâ-misâs” diye bağırmıştır.

Sâmirî, nefsine uyarak, buzağıdan bir put yapmış ve buzağıyı, yâni dünyayı halkın gözünde ilâhlaştırarak, Hakk’tan uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Hazreti Musa da, onun bu kötü huyundan dolayı, insanlara zarar gelmemesi için, ona bu bedduada bulunmuştur. Ve kavmine dönerek, “Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Onun bilgisi her şeyi kuşatmıştır” diye seslenmiştir. (Tâ Hâ, 98)

Hallâc-ı Mansûr’un, selâm olsun üzerine, bir sözü vardır, der ki: “İnsanın hayatta iki rekât namaz kılması kâfîdir, ancak abdesti kendi kanıyla alması gerektir.” 

“Her an iman ettiği yere teslimiyette duran kişi derviştir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Fakat bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, iman ettiği yerde yokluğa bürünmüş ve iman ettiği yerin varlığıyla gerçek kimliğine ermiş, ölmeden evvel ölmüştür. Fakat insanların kimliklerinden haberleri yok. Böyle olduğu için de daima korku içinde, cehâlet içinde ve isyanlar içinde ikiliklerde yaşayarak hayatlarını sürdürmektedirler.”

Hazreti Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, dünya yaşamı ile ilgili bakın ne güzel seslenir bizlere…

“Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fânî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!.. 

Bütün ömrümüzün gecesi siyah, gündüzü aydınlık olarak geçer! Sen, ilâhî nurla daima aydınlık olan bir ömrü ara!.. 

Ey aşıklar, arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Bâkî olan sizsiniz, bekâ sizindir! Ey yüreklerinde aşk derdi olmayanlar, kalkın aşık olun… İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın! 

Aşk, kızıştı da akın etti mi bütün güzeller, göze çirkin görünür. Aşk gayreti, zümrüdü bile insanın gözüne pırasa kadar âdî gösterir… 

İşte ‘Lâ’nın mânâsı budur. Ey sığınacak yer arayan, ‘Lâ ilâhe illâ Hu’ işte budur… Ay bile sana kararmış çömlek gibi görünür! 

Âşıkın Allah’tan kazandığı sevap da Allah’tır. Âşıkların neşesi de O’dur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de. Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdâdır. 

Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar. ‘Lâ’ kılıcı, Allah’tan başka ne varsa hepsini keser, silip süpürür. Bir bak hele, ‘Lâ’dan sonra ne kalır? İllallah kalır, hepsi gider. 

Neşelen, sevin ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk! Zaten evvelkiler de O’ydu, sonrakiler de. İkilik ancak şaşı gözün bir görüşüdür, bunu böyle gör.”

Kasîde:

“Ey doğru yolda yürüyen dost, benden bir öğüt duy; ‘Dervişin işi gönül kanı ile başa çıkar, gönül kanı ile elde edilir.’

Bunu iyi bil ve inan ki, Allah gönlü yaralı dervişin duasını duyar, ve kabul eder.

Ne olduğu bir türlü bilinemeyen o padişahı gönlünde bulunca, zenginleştin, azdan çoktan kurtuldun demektir. 

Bu aşk yolunda İsmail gibi kurban ol, sen koyun değilsen bir ermişe bağlan! Ona gönül ver! 

Sen Tebrizli Şems’in havasında yetiştiğin için boş yere şu hamları düşünme, kendi hâllerine bırak!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXIV

Zamanında kerem ve ihsânda Hâtemî Taî’yi geçen ve nâziri bulunmayan halîfenin hikâyesi.

Eski zamanda bir halîfe vardı ki, Hâtem’i cömertliğine köle etmişti.

2240. İhsân ve adâlet bayrağını yüceltmiş, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıştı.

Deniz ve inci, onun vergisine nispetle ehemmiyetsiz bir hâle gelmiş, lütuf ve ihsân Kâf’tan Kâf’a yayılmıştı.

O padişah, topraktan ibâret olan şu yeryüzünde bulut ve yağmurdu. İnâm ve ihsân sahibi Tanrı’nın vericiliğine mazhârdı.

Deniz ve mâden, onun ihsânına karşı zelzeleye düşmüş, onun cömertliğine doğru kâfile kâfile gelip duruyordu.

Kapısı, hâcet kıblesiydi. Şöhreti, cömertlikte bütün âleme yayılmıştı.

2245. Onun vergisinden, onun cömertliğinden Acem de şaşırmıştı, Rum da. Türk de hayrete dalmıştı, Arap da.

Hayat suyu, kerem deniziydi. Onun yüzünden Arap da dirilmişti, Acem de!

Hikâyede adı geçen Hâtem, cömertliğiyle meşhûr bir Araptır ve Tay boyundandır. Hazreti Muhammed Efendimizin zamanında yaşamış, fakat Hazreti Muhammed’in nübüvvetini ilân edip, dâvete başlamasından önce vefât etmiştir. Kızı, Müslüman olmuş; oğlu ise, önce Şam’a kaçmış, lâkin sonra Medine’ye gelerek o da Müslümanlığı kabul etmiştir.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, kırk yaşlarında nübüvveti giydiği zaman, “Hem Musa ümmetine, hem Davud ümmetine, hem de İsa ümmetine kucak açmaya geldim; bütün âleme rahmet olmaya geldim” demiştir ve herkese insan olarak bakmış, aralarında hiç ayırım yapmamıştır.

Yüce Pîrimiz Mevlâna da, selâm üzerine olsun, Hazreti Muhammed Efendimizin bu sözüne dayanarak der ki: “Her ne isen yine gel, ister kâfir ol, istersen putperest ol, istersen yüzlerce sefer tövbeni bozmuş ol, yine gel. Burası bir umut kapısıdır, umutsuzluk kapısı değil, yine gel..” 

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, “Dünyamızda ne kadar Müslüman varsa hepsinin din kardeşiyim, dünyamızdaki bütün insanların, insan kardeşiyim” diye seslenir.  

Yüce Pîrimizin de dünyaya çok güzel bir seslenişi vardır, şöyle buyurur: “Sevgiye dâir ne varsa bu âlemde, ben orada varım. Kavgaya, savaşa dâir ne varsa, ben orada yokum.” 

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “İnsanlar, Hazreti Muhammed Efendimizin, Hazreti Ali Efendimizin, Hazreti Mevlâna’nın o güzel bakışlarından, insanî sözlerinden biraz nasîb alsalardı; bütün insanlık âlemine sevgi dolu seslenişlerine, bilginlerimiz kulak verselerdi, bu kavgalar, bu savaşlar çıkmazdı” der, “Çünkü onlar cemaatlerine, kural koymadan, cemaatlerinin dertlerini dinleyip, sözleri ile devâ oldular, gönülleri tamir ettiler. Bu yüzden toplumda sevildiler. Biz ayırım yapmadan hepsini seviyoruz. Çünkü hizmetleri güzel. Onun için yolumuz gönül tamircisi olmak, sevgiden söz etmek ve sevgide yaşatmaktır.”

Yüce Pîr Mevlâna’ya sorarlar: “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?”

“Benim bakışımda bütün Peygamberler Ahmed. İsa da Ahmed, Musa da Ahmed, Davud da Ahmed. Çünkü peygamberlerin hepsi benim sevdiğim Allah’tan konuştular. Elinizde yüz tane mum var ve hepsini uyandırdınız diyelim. Hepsini uyandırınca istersen en öndekine bağlan, istersen en sondakine” diye cevap verir.

“Neden?” derler.

“Çünkü hepsinin görevi karanlığı ortadan kaldırmaktır.”

Yine sorarlar: “Yâ Mevlâna, dinler hakkında ne buyurursun?” 

Mevlâna şu cevabı verir: “Dinlerde ibâdet farkı var; bütün dinlerde amaç bir, hepsi benim inandığım Allah’a koşmaktadır.”

“Din, kuralı yaşatmak değil, kim tebliğ etti ise, onu sevmektir” der Hasan Dede, “Bizim dinimiz insandır. Kurallar olsun olmasın ben onu gönlüme koymadıktan sonra o kuralların kıymeti yoktur. Allah bütün güzelliklerini peygamberler ile insanlara sundu. Bütün peygamberler insanlığa ışık tutmak, karanlıkları kaldırarak, insanları aydınlığa götürmek, birliğe, kardeşliğe dâvet etmek için geldiler. Hiçbiri insanlara kötülük yapmadı. Peygamberlerin hepsi Allah’tan elçilik yaptılar. İnsanların sırtlarından yüklerini aldılar, onları doğru yola sevk ettiler. Peygamberleri en iyi tanıyarak dünyaya en güzel mesajı veren Hazreti Mevlâna’dır. Biz de âcizane ellisekiz seneden beri onun temsilcisiyiz. Onun dilini kullanmakta, onunla yürümekte, onunla yaşamaktayım ve onu yaşadığım kadar yaşatmaya çalışacağım.”

Rubaî:

“Bu sevdâma lâyık nârâ nerede; benim nurlarımı saçan bir güneş ve ay var mı?.. Yâ Rabbi! Canıma şu dilden başka bir dil ver de, Sen’in büyüklüğünden, Sen’in birliğinden söz ederken gönül sazımın teli kopmasın!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXIII

“Ey Şems-i Tebrizî; gel, gönlüme güneş gibi ışık kılıcını vur! Kalkana benzeyen cana, ancak güneşin kılıcı nur verebilir!” Mevlâna

2230. O para veriş cömert kişiye lâyıktır. Can vermekse esâsen âşığın vergisidir.

Hakk uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hakk uğruna can verirsen sana da can bahşederler.

Şu çınarın yaprakları dökülürse Tanrı, ona yapraksızlık azığı bağışlar.

Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Tanrı’nın inâyeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi?

Bir adam ekin ekince ambarı boşalır, ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur.

2235. Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler.

Bu cihan tamamiyle fânîdir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Suretin sıfırdan ibârettir; dilediğini mânâ âleminde dile!

Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, fedâ et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!

Eğer bu kapıdan bunu almaya kudretin yoksa bâri benden şu hikâyeyi dinle!

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle bir menkîbe dile getirir:

“Bir gün Musa Kelâmullah kalkmış Tûr-i Sînâ’ya gitmiş. Tûr-i Sînâ’da Cenâb-ı Hakk’a demiş ki, ‘Bana izin verir misin Allah’ım, senin kullarını biraz keşfe çıkayım?’

‘Buyrun yâ Musa’ demiş Hakk, ‘çıkabilirsin.’

Çıkmış Musa, gelmiş bir rençbere, ‘Allah’ın selâmı üzerine olsun’ demiş.

O da ‘Sizin de yâ Musa’ demiş.

‘Ne yapıyorsun?’

‘Toprağı işliyorum.’

‘Güzel… Ne ekeceksin?’

‘Buğday ekeceğim.’

‘Olacak mı? Nasıl görüşün?’ demiş Musa.

‘Allah verirse’ demiş rençber, ‘olacak.’

Musa sevinmiş. Neden? Çünkü Allah’a sığınarak cevap verdi.

Kalkmış yürümeye devam etmiş. Bir rençber daha görmüş karşısında. Ona da selâm vermiş. Ona da sormuş, ’Ne yapıyorsun?’

‘Toprağı işliyorum.’

‘Ne ekeceksin?’

‘Buğday.’

‘Olacak mı?’

‘İster istemez olacak’ demiş rençber.

Bakın şimdi… Musa duraklamış, sormuş, ‘Ya Allah vermezse?’

‘İster istemez verecek!’

Musa Kelâmullah böyle bir kişiyle karşılaşmadığı için, bırakmış başkasını gezmeye, doğru Tûr-i Sînâ’ya gelmiş, çıkmış Hakk’ın huzuruna. ‘Allah’ım’ demiş, ‘senden izin istedim kullarını gezmeye. İki kulunu gezdim, ikisinin de işlerini keşfettim. Sordum ilkine, ne ekeceksin tarlanda, dedi buğday ekeceğim. Olacak mı? diye sordum, dedi ki Allah verirse, sana sığındı. Bu cevap benim hoşuma gitti, sana sığındığı için. İnşallah Allah verir… Sonra daha ileriye gittim, yine bir rençbere rastladım. O da toprağını işlemiş, ona da sordum, ne ekeceksin, dedi buğday. Olacak mı? diye sordum, bana celâlî cevap verdi, ister istemez olacak dedi. Durakladım, rençberin cemâline baktım, sordum ya Allah vermezse, dedi ister istemez verecek… Onlardan ayrıldım, senin huzuruna geldim.’

Cenâb-ı Hakk, Musa’ya sormuş, ‘Yâ Musa ilk ziyâret ettiğin rençberin tarlasına baktın mı, nasıl işlemiş?’

‘Baktım’ demiş, ‘dörtte üçünü güzel işlemiş, ama toprağın dörtte birinde topaklar vardı.’

‘Yâ Musa’ demiş Hakk, ‘ona istersem veririm, istemezsem vermem.’ Sonra yine sormuş, ‘Pekâlâ’ demiş, ‘beni mecbur kılan, ister istemez verecek diyen rençber toprağını nasıl işlemiş, baktın mı?’

‘Baktım’ demiş Musa, ‘toprağı o kadar güzel işlemiş ki, sanki toprağı kahve hâline getirmiş.’

‘Ah Musa’ demiş Hakk, ‘ben o kişiye vermezsem, dünyadan adâletim kalkar, mecburum vereyim.’

Bakın ne diyor, dünyadan benim adâletim kalkar diyor, mecburum vereyim…

Onun için her kişi, yaptığı işin hakkını verirse hiç gam yemesin, Allah karşılığını verir. Ama baştan savma iş yaptı mı, e Allah da onu başından savar… Yâni hiçbir şeyi mecbur ettiremezsin.”

Âşığa gelince; Sultan Veled Hazretleri, selâm üzerine olsun, niyâz ilâhîsinde şöyle seslenir: 

“Şem’i ruhuna cismimi pervâne düşürdüm

Evrâk-ı dili ateş-i suzâne düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm

Takrîr idemem derd-i derûnum elemim var

Mevlâ’yı seversen beni söyletme gamım var

Dinle sözümü sana direm özge edâdır

Derviş olana lâzım olan aşk-ı Hüdâ’dır

Âşıkın nesi var ise mâşuka fedâdır

Semâ sâfâ cana şifâ ruha gıdadır

Ey sofu bizim sohbetimiz cana sâfâdır

Bir cur’amızı nûş ide gör derde devâdır

Hakk ile ezel ettigimiz ahde vefâdır

Semâ sâfâ cana şifâ ruha gıdadır

Aşk ile gelin eyleyelim zevk u sâfâyı

Göklere değin er görelim hûy ile hâyı

Mestâne olup debredelim çeng ile nâyı

Semâ sâfâ cana şifâ ruha gıdadır

Aşk ile gelin tâlib-i gûyende olalım

Şevk ile sâfâlar sürelim zinde olalım

Hazreti Mevlâna’ya gelin bende olalım

Semâ sâfâ cana şifâ ruha gıdadır…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXII

Her pazar yerinde “Yâ Rabbi, muhtaçları doyuranların her birine, verdiklerine karşılık mükâfat ihsân eyle. Yâ Rabbi, vermeyip saklayanların mallarını da telef et, onları zararlandır” diye dua eden iki meleğin dualarını, tefsîr; ve o verici kişinin Tanrı yolunda mücâhid olduğu, hevâ ve heves yolunda müsrif olmadığı.

Peygamber dedi ki: “Öğüt vermek üzere iki melek hoş bir surette nidâ ederler:

Ey Tanrı, muhtaçlara ihtiyaçları olan şeyi verenleri doyur, verdikleri her dirheme karşılık yüzbin ihsân et!

2220. Yâ Rabbi, malını esirgeyenlere de ziyân içinde ziyândan başka bir şey verme!”

Fakat nice esirgemeler vardır ki, vermeden iyidir. Tanrı malını Tanrı’nın buyurduğu yerden gayrıya verme.

Ki hadde hesaba sığmaz hazine elde edesin ve bu suretle kâfirlerle, küfrânı nimet edenlere katılmayasın.

Kâfirler; kılıçları, Mustafa’ya üstün olsun diye develer kurban ederlerdi.

Tanrı emrini, Tanrı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren. Her gönül, Tanrı emrini anlayamaz.

2225. Yersiz ihsân, âsi bir kölenin, güyâ adâlet ediyorum, ihsânda bulunuyorum diye padişahın malını âsilere dağıtmasına benzer.

Kur’ân’da “Onların bütün ihsânları hasretten ibârettir” diye gaflet ehlini korkutan bir âyet vardır.

Şu âsinin adl ü ihsânı, onu padişahtan daha ziyâde uzaklaştırır, gözden düşürür ve ancak yüzünü kara eder.

Mekke ulularının Peygamber’e harp ederken kurban kesmeleri de, Tanrı tarafından kabul edilir ümidiyleydi.

İşte bunun için mümin tevfîke mazhâr olamamak korkusundan dâima namazda “İhdinâs sırâtel müstakîm” der.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, der ki: “Biz su üstündeki kâseyiz sanki. Suyun üstündeki kâsenin gidişi, kâsenin buyruğuyla, dileğiyle değildir; suyun buyruğuyladır, suyun dileğiyle.”

Ve Fihî Mâ-Fîh’de şöyle buyurur: “Ehli olmayana güzelliği göstermek zulümdür; o, yalnız ehline gösterilir. ‘Hikmeti, ehli olmayana vermeyin, verirseniz hikmete zulmetmiş olursunuz; fakat ehlinden de saklamayın, ehil olanlara zulmedersiniz’ buyrulmuştur.”

Beyit:

“A gerçekler padişahı, benim gibi bir münâfık gördün mü sen? Dirilerinle diriyim, ölülerinle ölüyüm ben.”

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Size bir yara değdiyse o kavim de tıpkı sizin gibi yaralandı. Bu günler, öyle günler ki onları insanlar arasında nöbetle döndürür dururuz. Böylece de Allah, bilgisini, inananlara açıklar, içinizden şehitler edinir ve Allah zâlimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 140)

Hazreti Pîr yine şöyle buyurur: “Müminin kulağı, vahyimizi kavrar, beller… Öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır. Âdetâ çocuğun kulağına benzer; anasının sözleriyle dolar da söze başlar, konuşur. Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur. Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir. Bu ince ve gizli kinâyelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?..”

Nitekim Hazreti Ali Efendimizin de, selâm üzerine olsun, şöyle bir nasihati vardır bizlere… “Kalbini öğütle dirilt, zâhitlikle öldür; tam inançla kuvvetlendir; hikmetle aydınlat.”

“Bir kişi Hazreti Muhammed’in izinden yürür, kabı ölçüsünde O’nun gibi hizmet sunmaya gayret gösterirse, O’ndan koku yansıtır. İnsanlık kokmaya başlar” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Gösteriş ve menfaat uğruna yapılan yardımlar geçersizdir. Kişi herkesi, hatta kendini kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Çünkü Hakk her şeye vâkıftır. O, her şeyi görür, çünkü kâinat O’nundur, kâinatla görür. Küçük akıllar ancak kendilerini kandırmış olurlar.”

‘İşte bunun için mümin tevfîke mazhâr olamamak korkusundan dâima namazda ‘İhdinâs sırâtel müstakîm’ der.’

Adâlet, her şeyi lâyık olduğu yere koymaktadır.

Rubaî:

“Hakîkat erinin bu âlemde bir nişânı olsaydı, hatıra gelen bütün ilâhî remizlere tercümân olurdu. 

Ovada uçan kuşlar, o âleme yol bulsalardı, her kuşun kanadından bütün müşküller halledilirdi. 

Herkes aşk pazarına gelemez; gelebilseydi her taşın dibinde binlerce kervan görünürdü.”