MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCI

“Elbette geçeceksiniz bir hâlden bir hâle; artık ne oluyor onlara ki inanmıyorlar?” (İnşikâk, 19-20)

Her otun, her şekerin zamânede bir oluş müddeti vardır.

Lâlin, güneşin tesîriyle renk, parlaklık ve letâfet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.

Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.

2590. Yüce ve ulu Tanrı, bunun için eceli, yâni her şeyin müddetini En’âm suresinde anlatmıştır.

Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin… Bu duyduğun âb-ı hayattır, âfiyet olsun!

Bu söze söz deme, âb-ı hayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.

Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık meydandadır, hem de gâyet inceden inceye gizli.

Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrı’nın tasarruflarıyla gâyet tatlı ve lezzetli bir hâle gelir.

2595. Bir yerde zehirdir, bir yerde ilaç… Bir yerde küfürdür, bir yerde tam lâyık ve yerinde.

Orada cana zarar verir, ama burada dermân kesilir.

Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.

Sonra küpün içine girince acır, harâm olur… Sirke olunca ne güzel katıktır!

“Tohum toprağa ekildiği zaman, mevsimi gelince çiçekler, ekinler, meyvalar şeklinde suretini verir” diye buyurur Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve insan tohumunun da yetişip olgunlaşmasını ve sonrasındaki vazîfesini şöyle dile getirir: “İnsan olanın vazîfesi, bu âlemde kişiliğini bulup sevenlerine insanlık tohumu atmaktır. İnsanlık tohumunu attığı zaman kendisini onlarda ekmiş olur ve bu âlemden göçtükten sonra, sevgiyle rahmetle anılır. Bir insan dünyaları kazansa böyle bir sıfata bürünemedikten sonra bütün kazançları boştur.

Hazreti Muhammed, Hüdâvendigâr Mevlâna, Evliyâullah ve bütün Pîrân insanlık tohumu attılar. Kim gönül verip imanla baktı ise, oranın vârisi oldu. Bütün amaç, biraz edebîyata yönelmek, insanlık terbiyesi alarak, insan gibi yaşamak, insan gibi konuşmak, insan gibi bu âlemden göç ettikten sonra rahmetle anılır olmaktır.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun: “Bizim aslımızı, ihsân sahibi Allah yetiştirdi, nihâyet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de, su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir hâlde, Allah aşkının havasında raksederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hâle gelirler. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne hâldedir? Sorma!.. Tamamiyle can olanlara gelince; onları hiç sorma anlatmaya imkân yok!..”

Yüce Pîr, Fîhi Mâ-Fîh’de yine şöyle seslenmektedir: “‘Artık nereye dönerseniz dönün, Allah’ın zâtına dönersiniz.’ Bu, boyuna böyledir, tecellî hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar, kendilerini o zâta fedâ etmişlerdir, karşılık da istemezler. Âşıklardan başkalarıysa en’âm, yâni yayılan hayvanlara benzerler.

Yayılan hayvanlardır amma kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar. Ahırdadır onlar amma ahır sahibinin makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır, has ahırına götürür. Hani önceden yoktu, onu varlığa getirdi. Varlık tavlasından cansızlar arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler tavlasına, bitkilikten hayvanlığa, hayvanlıktan insanlığı, insanlıktan da melekliğe getirdi; bunun da sonu yoktur zâti. Bütün bunları da, onun bu çeşit pek çok, birbirinden yüce tavlaları olduğunu ikrâr etmen için gösterdi.”

Nitekim, “O, öyle bir Tanrı’dır ki sizi balçıktan yaratmıştır da ölüm vaktini takdîr etmiştir ve kıyâmetin kopacağı zamana ait bilgi de O’ndadır, O’nun katındadır, fakat yine de şüphe edersiniz siz.” (En’âm, 2)

Rubaî:

“Şu hem gizli, hem apaçık olan meydanda bulunan aşk, ne kadar kan dökücüdür, ne kadar zâlimdir? 

Onun eliyle öldürüldüğün gün, yaşamaya kavuşacaksın. Yaşayan kişiler kimlerdir; aşk yüzünden ölen kişiler! 

Aşkın gizli kalmasına imkân yok! Âşık olanın bütün sırlan meydandadır. 

Aşk yoksa, zevk veren güzellik de yoktur! Bu ne güzelliktir; bu güzelliği alkışlayınız!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CC

“Tanrı iki deniz yarattı, birbirlerine kavuştukları hâlde aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar” âyetlerinin mânâsı.

Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar.

Nâr ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır, ama aralarına Kaf dağı çekilmiştir.

2570. Bunlar, mâdende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır, ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var!

Bu, bir dizide hakîki inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.

Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak; diğer yarısı, yılan zehri gibi acı, lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.

Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.

Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhûru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer.

2575. Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir. Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.

Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.

Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı?

Acı tatlı; bu gözle görünmez. Basîret ehli, onları, akîbet penceresinden görmeyi bilir.

Akîbeti gören göz, doğruyu görebilir. Ahırı gören gözse gururdan, körlükten ibârettir.

2580. Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir.

Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder.

Şeytan “Yiyin” diye bağırır, ama o adamın dudağı, zehri, boğazına varmadan reddeder.

Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar.

Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman zaman ciğerini delen acı peydâ eder.

2585. Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve sûr üfürüldükten sonra meydana çıkar.

Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azâb ederler.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Şüphe yok ki cennet kapıları kılıçların gölgesi altındadır” diye buyurur.

Nitekim, Yüce Pîr Mevlâna da, selâm üzerine olsun, “Cennet, hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de zevkimize giden şeylerle dolmuştur. Ateşin aslı yaş ağaç olduğu gibi ateşe yanan da Kevser’e ulaşmıştır” der.

Hakîkatte cennet de, cehennem de buradadır; Hasan Dede, selâm olsun üzerine, cenneti Allah’a yakın olmaya, cehennemi ise Allah’tan perdeli kalma azâbına benzetir ve “Bu âlem zıtlar âlemidir” der, “İnsanlar mânâ ehli ile beslenmeyip kâl ehli ile beslendiler. Kâl ehli insanlara güzel gıda veremedi, insanlar iyi eğitilmediğinden dünya maddeye yöneldi, insanlar topraklaştı… Fakat bir Allah dostundan mânevî gıda alanlar, onun gibi, her zerresi ile diri olurlar. Bütün her şey onun hükmünde ve emrinde olduğundan, her şey onun olduğundan o, her zerreden görünür. Çünkü o, her şeye kadirdir, muktedîrdir.”

Hazreti Peygamberi kendine bende etmiş, Hakk’ta tamamiyle fânî olmuş bir mürşid-i kâmilin sohbeti yolcunun basîret gözünü, yâni kalb gözünü açar ve artık doğruları görmeye başlar. Çünkü insanı vuslata götürecek yegâne yol, muhabbettir; insan muhabbetle aydınlanır; acılıktan kurtulur, şeker gibi tatlılaşır.

Zîrâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Mevlâlarına iman edip, edeb ile gönülden itaat edenler işte onlar cennet ehlidirler ve hep orada kalacaklardır” (Hud, 23) diye buyrulur ve bir diğer âyette de, “Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rab’lerine hamd ederek tesbih edenler inanırlar” (Secde, 15) diye buyrulmaktadır.

Yüce Pîrimiz der ki: “Yol gösteren şeyh, yeryüzünde âdetâ göğe mensûb bir çırağ gibidir. Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin kapılarını açar. Peygamber, ‘İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer’ demiştir.”

‘Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder…’

Kasîde:

“Dün gece can gökyüzüne diyordu ki: ‘Ey sonsuz, ey pek büyük gökyüzü! Ne de çok dönmede, takla atmadasın. Karnında sayısız yıldızların ışıkları parlıyor. 

Suçsuz günâhsız olduğun hâlde, sonu gelmez bir dönüşe mahkum edilmişsin. Haklı olarak sızlanıyorsun, şikâyet ediyorsun, feryâd ediyor, gürlüyorsun. Mavi renkte mâtem elbiselerine bürünmüşsün. 

Görünüşte korkunçsun, bazen insanlara yıldırım okları atmadasın, fakat içyüzünden de dertlisin, değirmen gibi dönersin, alaca yılan gibi kıvranır durursun.’ 

Mukaddes gökyüzü cevap verdi de dedi ki: ‘Ben insanoğlundan nasıl olur da korkmam? Yeryüzüne sürgün edildiğinden beri o, dünya cennetini cehenneme çevirmiştir.’

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk insanı insan şeklinde hayvan olarak değil de, insan olarak kendisine ibâdet etsin, iyilikler yapsın diye yaratmıştır. O büyük yaratıcının avucunda toprak muma döner. O toprağı zenci şekline kor, yine o, topraktan Rum ülkesi halkı gibi güzel birini yaratır. O doğan kuşu yapar, baykuş yapar. O topraktan hem zehirli, hem şekerli bitkiler bitirir. 

Ey dost! O gizlidir de kendisi gizli kalsın diye bizi böyle apaçık ortaya atmıştır.

Senin topraktan yaratılmış olan şu bedenin, suya benzeyen canının üstünde perdedir. Can düğünde, neşeli gününde gamlı kederli olduğu zaman da bedeni perde olarak, duvak olarak kullanır. 

Duvak altında sert huylu, ters yeni bir gelin var. Dünyanın iyisi ile de, kötüsü ile de alay edip duruyor. 

Toprak onun yüzünden yeşermiş, çayır, çimen olmuş, gökler onun yüzünden kararsız hâle gelmiş, her tarafta onun yüzünden bütün kötülüklerden kurtulmuş bir talihli var. 

Akıl ondan tam bir iman istemede, sabır ondan yardım beklemede, aşk onun yüzünden gizli şeyleri bilmede, toprak onun yüzünden insan şekline bürünmede.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCIX

“Kur’ân, Rabbinizden gelen, kalp gözünü açan beyânlardır; inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir. Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” Hazreti Muhammed (A’raf, 203-204)

2555. Sâlih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryâd eden, onlar feryâd etmeye değmez!

Ey Kur’ân’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?”

Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.

Gözyaşı damlaları yağmur gibi yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katreler, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katreleriydi.

O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak revâ mı?

2560. Niye ağlıyorsun, söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü habis topluluğa mı?

Onların paslı, karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?

Onların Segsarlarınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?

İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!

Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri…

2565. Onlar, geçmişleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl Pîrinin başına ayak bastılar.

Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısıyla hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular.

Tanrı, cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi…”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Cenâb-ı Allah, yağmur katrelerinin, gökteki yıldızların, yelin savurduğu tozların bile sayılarını bilir, hiçbir şey ondan gizli kalmaz; düz ve sert taşın üstünde yürüyen karıncanın yürüyüşünü bilir; karanlık gecede, küçücük karıncanın dinlendiğini görür. Ağaçlardan düşen yaprakları, bilgisi kavrar; gözlerin gizli bakışını görür, duyar.”

Ahmed Avni Konuk, ruhu şâd olsun, son beyitin şerhinde buyurur ki: “Enbiyâ ve evliyâ, Yüce Hakk’ın gözbebeği mesâbesindedir. Onun için ‘insan-ı kâmil’ derler. Ve insan-ı kâmilin bir mânâsı da, kâmil olan ve tamamiyle gören gözbebeği demektir.”

Nebîler ve velîler rahmet sahibidirler; onlar, Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, “Biz bu âleme rahmetten nasîbi olmayanlara, Allah’ın rahmetini ulaştırmak için geldik; başka bir işimiz yok” sözünün delilleridirler.

“Rahmet herkesin anlayacağı bir dille merhamet demektir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Fakat bu kuru bir acıma veya merhamet etme anlamında değil, yardıma muhtaçlara, maddî mânevî her türlü yardımı yapmaya kâdir bir merhamet sahibi olma anlamındadır. Rahmet, Allah’ın sıfatlarındandır; hayırları yerine ulaştırmayı, şerleri de önlemeyi istemek demektir. Peygamber’in mânâsı, Allah’tan pey veren ve O’nun güzelliklerini insanlara müjdeleyerek, onları o güzeliklere davet eden demektir.”

Demek oluyor ki, insan-ı kâmiller, canlı Kur’ân’dır.  

Zîrâ, “Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nurdur” der Hasan Dede, “çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Kur’ân baştan sona nasihattir ve dünyadaki varlıkları söyler. Kur’ân’da insanı irşâd etmek için sayısız teblîgat var ama, insanın Kur’ân’ı anlayabilmesi ve ruhunun arınabilmesi için sadece Kur’ân’ı okuması yetmez. Kişi ancak canlı bir Kur’ân’ı örnek alıp, onun hâline bürünmeye gayret ederek yol alabilir.”

Kasîde:

“Kim, o güzel yüzün aşkından tövbe ederse, dilerim tövbesi kabul edilmesin.

Allah’a binlerce hamd, binlerce şükür ki, senin aşkın bütün dünyaya kanat açtı. 

Senin güzel yüzünün sabahına kavuşmak için, ihtiyar dünya, bir ömürdür seher vaktinde evrâd okuyor. 

İşitmiştik ki; Hazreti Yusuf tam on yıl, geceleri uyumamış da, Cenâb-ı Hakk’tan kardeşlerinin affedilmelerini niyâz etmiş. 

“Allah’ım!” dermiş; “Onların günâhlarını affetmezsen, bu dua kapısını yüzlerce feryâtlarla sarsar yıkarım, şu âleme velveleler salarım. 

Allah’ım; onların günâhlarına bakma, düşünmeden işledikleri hata yüzünden çok pişman oldular.” 

Geceleri hep ayakta durup yalvardığı için, tabanları şişmiş, gözleri yanmaya, ağrımaya başlamıştı. 

Derken, melekût âlemine bir feryâd düşmüş. Melekler feryâda başlamışlar. Nihâyet lütuf denizi coşmuş, zorluklar çözülmüş. 

İşte ermişlerin, velîlerin, gece gündüz çalışıp çabalaması böyle olur. Halkı belâlardan, bozgundan, bunalımdan onlar kurtarırlar. 

Bitmeyen hazineler bağışlarlar. Sonu gelmeyen dertleri, kökünden giderirler; yırtık, pırtık eski hırkaları soyarlar, atlas elbiseler giydirirler.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCVIII

“Okluğumu senin oklarınla doldurdum mu, Kaf dağının bile belini çeker bükerim.” Mevlâna

“Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin cevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş, ağlamıştım.

2545. Tanrı, bana ‘Onların eziyetlerine sabret; onlara nasîhat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı’ demişti.

Ben, ‘Cefâları, eziyetleri yüzünden onlara nasîhat edemiyorum. Nasîhat sütü sevgiden, saflıktan çoşup akar’ demiştim.

Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasîhat sütü damarlarımda dondu.

Tanrı, bana ‘Ben sana lütuf ve inâyet eder, o yaralara merhem koyarım’ buyurdu.

Hakk, gönlümü gök gibi saf bir hâle getirdi. Gönlümden, sizin cefâlarınızı sildi, süpürdü.

2550. Yine size nasîhatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye, sözler söylemeye başladım.

Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.

O sözler, size zehir gibi tesîr etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibârettiniz.

Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.

Gamın ölümüne ağlayıp feryâd eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”

Hazreti Sâlih’in bu hitâbı, helâk olan kavminedir ki, Hazreti Muhammed Efendimiz de, selâm olsun üzerine, Bedir Savaşı’ndan sonra harp meydanında dolaşırken Kureyş müşriklerinin ölü vücutlarını gördüğünde, onlara hitâben, “Biz Rabbimizin vaad ettiği şeyi dosdoğru bulduk; siz de Rabbinizin vaad ettiği şeyi dosdoğru buldunuz mu?” diye buyurur; o sırada yanında bulunan Hattapoğlu Ömer, “Yâ Resulallah, niçin ölülere hitâb buyuruyorsunuz, onlar işitirler mi?” diye sorar. Bunun üzerine Hazreti Muhammed Efendimiz, “Onlar sizden daha iyi işitirler; velâkin cevap veremezler” der.

Tanrı’nın inâyeti Hazreti Sâlih’e erişince, gönlü tekrar saf bir hâle geldi ve kavminin cefâlarından dolayı gönlünde vukû bulmuş olan gam baş aşağı yuvarlanıp gitti.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Tanrı’nın inâyeti ve yardımı ile ilgili olarak, Mecâlis-i Sebâ’da bir su katresinden misâl vererek şöyle seslenir:

“Allah ona rahmet etsin, esenlik versin, Allah elçisi, o önüne ön bulunmayan âlemin tercümanı, o Arabın, Acemin en fâsihi, o ilim ve kerem mâdeni, o davulsuz, bayraksız padişahlar padişahı, o kâinatın ulusu, varlıkların ve var olanların sultanı, müşkül durumda ve çâresiz olanlara, cevap verdi de buyurdu ki: Ey gerçek dostlar, ey uygun bir inançla benimle görüşüp konuşanlar, düşüp kalkanlar, bilin ki hani sel, bütün kuvvetiyle dağlardan, tepelerden âşıkçasına, coşa köpüre denize koşar; ırmaklar, coşa köpüre denize akar; binlerce elle, binlerce ayakla denize ulaşır ya, çünkü sular, birbirinin eli ayağı, bineği durağı kesilmiştir; birbirine kuvvet destek olmuştur su katreleri; bu kuvvetle dağlardan akar, ovalardan geçer, asılları olan denize ulaşırlar; her katre, ‘Dön Rabbine ondan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak’ diye nâra atar; bu neden şaşılacak bir şey olsun? Asıl şaşılacak şey, asıl görülmemiş şey, asıl sarp ve güç iş şudur: Bir dağlıkta, yahut bir mağranın içinde, yahut da amân vermez bir ovada bir katre, tek başına kalır; o katrenin madeni, aslı denizdir; onu arzular; o elsiz ayaksız katre, eli yokken ayağını atar; denizin özlemiyle elini uzatır; ne sel yardım eder ona, ne de bir dostu vardır. Öyle olduğu hâlde düşe kalka yuvarlanmıya koyulur; özlem ayağıyla denize koşar; zevk bineğine biner, yol almaya koyulur. 

Ey çâresiz katre, toprak senin düşmanın, yel senin düşmanın, güneşin ıssısı senin düşmanın. Ulaşmayı dilediğin deniz de çok uzak. Ey elsiz ayaksız katre, bunca düşman arasından denize nasıl varacaksın sen? Ama o katre, hâl diliyle der ki: Ben bir katreyim ama uçsuz bucaksız denizin yardımıyla içimde bir özlem var. ‘Biz emâneti yükledik insana; şüphe yok ki o, çok zâlim oldu, çok bilgisiz bir hâle geldi’ hükmünce zayıfım; ‘Şüphe yok ki biz, arzettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara; derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular’ hükmünce bu çölde seller bile yol alamamaktan korkup titremektedir; bu amânsız çölün tehlikesinden gökler bile titremektedir; dağlar bile Rabbimiz, biz bu emâneti yüklenemeyiz, gücümüz yetmez diye feryâd etmededir; yeryüzü bile ben o yol alanlara toprak kesilmişim ama canımda o güç, o kuvvet yok demededir; fakat bir katreden ibâret olan insanın canı, hizmete bel bağlamıştır da der ki:

Zayıfım, arığım, çâresizim ama değil mi ki can kulağıma ‘Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün ettik’ sesi ulaştı, o sesin inâyet eserlerini duydum; ne zayıfım, ne arığım, ne de çâresizim; dünyanın çâresini bulurum ben. Kendimi gördükçe, kendi gücüme güvendikçe zayıfım, gücüm kuvvetim yok; bütün zayıflardan da daha zayıfım; bütün çâresizlerden de daha çâresizim. Ama bakışımı, görüşümü değiştirdim de kendimi görmedim, senin lütfunu, senin yardımını gördüm mü, ‘O gün yüzler parlar, güzelleşir ve Rablerinin lütfunu bekler’ hükmünce niçin zayıf olayım; niçin çâresiz olayım; niçin çâresizlere çâre bulmayayım? Niçin insan olmayayım; niçin o soluğun o zamanın mahremi kesilmeyeyim?”

“Ay yüzlüm geldi mi, ben kim olabilirim ki, ben kim olabilirim ki? 

Zâti ben kendimden geçtiğim zaman var olurum. 

Bende bir kâr, bir varlık görürsen, bil ki o kâr, o varlık, odur. 

Benden bir gölge görürsen bil ki o gölge benim. 

Bana, o söz söylerse, Yusuf gibi ‘Size ne paylama var, ne kınama’ hükmü zuhûr eder. 

Fakat ben ona söz söylersem, Musa gibi ‘Beni kesin olarak göremezsin’ hükmü zâhir olur. 

Söz hem gizlidir, hem meydanda; fakat o, daha fazla sever bana söz söylemeyi; o bana söz söyledi mi orda ben, söz kesilir giderim.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCVII

“Kendine gel ey insan da pişman olmaksızın varlığını ver, ver de bir damlaya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!” Mevlâna

Sâlih’ten bu bulanık vaadi duydukları gibi azâba göz dikip beklemeye başladılar.

Birinci gün, yüzlerinin sarardığını gördüler, ümitsizlikle soğuk soğuk âh etmeye başladılar.

İkinci gün, hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.

2535. Üçüncü gün, hepsinin yüzü kapkara kesildi. Sâlih Peygamber’in hükmü; cenksiz, cidâlsiz doğru çıktı.

Hepsi de ümitsiz bir hâle gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstüne çöktüler.

Cibrîl-i Emîn, bu diz çökmeyi Peygamber’e “Casimin” âyetini getirerek Kur’ân’da anlattı.

Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yâni belâ gelmeden diz çök!

Sâlih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler; o kahır ve azâb da gelip o şehri yok etti.

2540. Sâlih, hâlvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.

Onların hâk ile yeksân olmuş cüzlerinden bile feryâd ve figânlarını duyuyordu; feryâd duyulmaktaydı ama ortada feryâd eden yok!

Kemiklerinden iniltiler, sızıltılar duydu; canları çiy taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.

Sâlih, bunu duyup ağlamaya başladı; feryâd edenlere feryâd etmeye koyuldu.

“Zulmedenleri o korkunç uğultulu ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çöküp (casimin) kaldılar.” (Hûd, 67)

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Aşk seçkin erler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nâdirdir, çoğu zaman kurtulur. Aşkın yüzlerce nazı, edâsı, ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir. Aşk vefâkâr olduğu için vefâkâr olanı satın alır. Vefâsız adama bakmaz bile…”

“Nefsine gâlib gelen, imanı sağlam bir kişi, misâl olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir yolcu gibidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahî, kesinlikle batmaz. Fakat imanından tâviz verip nefsine uyduğu takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahî artık güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsanî duygulardan uzak durması ve iman ettiği yere sımsıkı bağlanmasıdır.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, “İnsan kendi aklının kını gibidir, kılıcı olmayan bir kından ne hayır vardır?” der. 

Aslında her nefeste her an ölüyor ve diriliyoruz. Yâni ölüm şimdi, şu anda gerçekleşmektedir. Nefes, insanın ağzından çıkarken ‘Ben kimim?’ diye sorar; bizler de ruhen deriz ki: ‘Rabbimsin.’ O da tekrar bize geri döner. Yâni her an ve daima Rabbimizle bir alışveriş içindeyiz. O nefesle hayattayız.

Hazreti Ali Efendimiz yine şöyle buyurur: “Haber vermediler bu âleme gelişine, haber vermezler gidişine, dâim hazır ol.” 

Hazreti Pîr de, Hazreti Ali Efendimizin bu sözlerinden ilhâm alarak şöyle buyurur: “Ey insan, bu beden bir mektuptur, postalanmış Padişaha, lâyık ise postala, lâyık değil ise yırt, yenisini yaz, çünkü zaman az…” 

“Padişah’tan maksat Allah’tır” der Hasan Dede, “Bizler daha doğar doğmaz yola çıktık, gidiyoruz Allah’a… Bu yüzden her dâim hazır olmalıyız. Ne kadar hazır durursak kazanırız, ama ne kadar boşverirsek, o gün geldiğinde pişman oluruz ama artık geri dönüşü olmaz.”

Tanzîmat Edebiyatı öncülerinden Pertev Paşa, ruhu şâd olsun, ‘Ruhun Ölümsüzlüğü’ adındaki manzûmesinde şöyle seslenir…

“Bu hayat ızdıraplarla dolu bir rüya gibidir. 

Ne yazık ki biz ölmek için dünyaya gelmişiz. 

Yâni anamızdan doğduğumuz andan itibaren ölüme doğru gideriz. 

Dünyada az da olsa zevkler vardır, fakat o zevkleri dünyanın kahrı burnumuzdan getirir. 

Bizler hayat yollarında bilgisizlikle, gafletle, hasretle ölüm girdabının derinliklerinde kaybolur gideriz. 

Akla gelmez çeşitli mihnetlerle, bin türlü meşakkatle dünya bizi mahveder, geçer gideriz. 

Adımız bile anılmaz olur. Hâlbuki bizler ölümü düşünmeden, kâinatın nasıl yaratıldığına dâir sebepler ararız. 

Yaratıcıyı, yaratılmışları, yaratılmanın sırlarını arar dururuz. 

Biz kendi hâlimize bakmadan her şeyi bilmek isteriz. 

Fakat ruhumuz beden karanlıklarından sıyrılarak geldiği yere ruh âlemine kendi asıl vatanına gidince, o zaman şüphelerden ve zanlardan kurtulur.

Hayatın ne olduğu belli olur.”

Rubaî:

“Aşk, Allah ile insan arasında bir peygamber gibidir. İkisinin arasında gelir gider, birbirinden haberler getirir götürür. Yeter artık sus, bunu âyet âyet okuma, zaten âyeti de aşk tefsîr eder.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCVI

“Aklını başına al da Allah’a sığın, ona doğru kaç! Çünkü âb-ı hayat ondadır. Her nefeste ondan amân dile!” Mevlâna

Sâlih Peygamber, “Mâdemki haset ettiniz, bu işi yaptınız… üç gün sonra Tanrı’dan azâb erişecek. 

2520. Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrı’dan başka bir âfet gelecek ki onun üç alâmeti vardır.

Hepinizin yüzünün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz.

İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır, ikinci günü erguvân gibi kızarır.

Üçüncü günü yüzleriniz tamamiyle kararır, ondan sonra da Tanrı kahrı gelir çatar.

Eğer bu tehdîde benden delîl isterseniz devenin yavrusunu dağa kovalayın!

2525. Eğer tutabilirseniz derdinize çâre bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.

Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeye başladılar.

Kimse yavruya erişemedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.

Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsân sahibi Tanrı’ya kaçıp gitmekteydi.

Sâlih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazâsı nasıl geldi? Artık imidin boynunu vurdu.”

2530. Devenin yavrusu nedir? Sâlih Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.

Onun gönlünü alırsanız azâptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.

Hazreti Sâlih’in tertemiz gönlü, Semûd kavminin ezâlarından sıkıntıya düşünce, deve yavrusunun dağların arasına kaçıp gözden kaybolması gibi, derhâl, tüm noksanlardan münezzeh olan, lütuf ve ihsân sahibi Keremallahu Veche tarafına doğru kaçtı.

‘Kermallahu Veche’, İmam Ali Efendimiz için söylenen bir ifâdedir ki, selâm olsun üzerlerine, Yüce Pîr Mevlâna, İmam Ali Efendimiz için şöyle buyurur: “Yüzyirmidörtbin nebînin müşkül durumlarında el açıp Allah’tan yardım diledikleri zaman, onların yardımına koşan o Allah, Ali’ydi; ceddim Resulallah’a âşikâr geldi.”

Salât ve selâm üzerine olsun, “Müminin arkası himâye olunmuştur, korunmuştur” diye buyuran Hazreti Muhammed Efendimizden önce gelmiş olan bütün peygamberler, yardıma muhtaç olduklarında, hayalî bir Allah’a el açıp yalvarmışlar; O da, gerek deprem, gerek fırtına, gerek sel, gerek ateş ve gerekse ebâbil kuşlarıyla onların yardımına koşmuştur.

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Derken ansızın Semûd kavmini bir deprem yakalayıverdi de, evlerinde diz üstü çöküp sabahladılar.” (A’raf, 78)

Yüce Pîr Mevlâna, Fil Vakâsı’ndan misâl vererek, “Ebâbil kuşlarında Tanrı kuvveti vardı” der, “Yoksa bir kuşcağız nasıl olurda bir fili helâk edebilirdi? Koca bir orduyu birkaç kuş kırıp geçirdi. Bak da bu kudretin Tanrı’dan olduğunu bil. Eğer bundan şüpheye düşersen yürü var, Eshâbı Fil suresini oku. Onunla inada kalkışır, düşmanlık dâvâsına girişirsen, yok mu? Eğer onlardan başını kurtarabilirsen beni de kâfir bil sen!”

“Hazreti Muhammed Efendimiz, İmam Ali Efendimiz, Ehlibeyt Efendilerimiz, yüce Mevlâna’mız ve Pîrân Efendilerimiz bizim sünnetlerimizdir, bizleri de size farz kılmışlar” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Onların yüzleri bizden görünür, onların dilleri bizden dile gelir; hiçbiri kabirden dile gelmez. İşte, mürşid-i kâmil kâinattır ve yüzyirmidörtbin nebînin ve sayısız velînin vârisidir.”

‘Devenin yavrusu nedir? Sâlih Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin. Onun gönlünü alırsanız azâptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.’

Kasîde:

“Yaşayışın rahatı, huzuru o güzelle beraber bulunmadadır. Ondan ayrı düşersen, o güzel rahatı da, huzuru da alır götürür. Sen de rahattan ve huzurdan ayrı düşersin. 

Senin sevgin eteğimi tutmuş da bana diyor ki: ‘Benim bu sevgim, o sevgilinin sevgisinden; aslında bu sevgi benim sevgim değil, gerçek sevgilinin sevgisidir.’

Sana bu sevgiyi lütfettiği için ona şükret! 

Yeni yeni ateşlere düşen, yanan yakılan benim, artık o eski dostlarla ne alış verişim var? Gönlüm de sevgilinin canı gibi kararsız bir hâlde feryâd edip duruyor. 

Can, aşktan kendisinin de yaralı olduğunu, gönlüne diken battığını bilmez de sevdiği hâlde seni hırpalar, yaralar, onu hoş gör! Çünkü o da bir aşk hastasıdır. 

Sen aşk ırmağına dalmışsın, orada bulunan, kendisini göstermeyen gizli bir diken seni yaralamaktadır.

Sen o dikenden kaç, güle git, gül bahçesine git! Gül de, gül bahçesi de Tebrizli Şems’in gönlündedir. Çünkü Tebrizli Şems baştanbaşa bir bahardır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCV

His gözünün Sâlih Peygamber’i ve devesini hakîr görmesi… Ulu Tanrı, bir orduyu helâk etmek isterse, düşmanları, gâlib olsalar bile onlara hor ve pek az gösterir. “Ve yukallilukum fî a’yunihim li yakdıyallahu emren kâne mefula.”

Sâlih’in devesi; görünüşte deveydi, o zâlim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kesti.

2505. Su için, deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular.

Tanrı devesi, ırmaktan, buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hakk’tan esirgediler.

Sâlih’in devesi, sâlih kişilerin cisimleri gibidir; onlar, kötülerin helâki için tuzaktır.

Neticede “Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helâk etti!

Tanrı kahrının şâhnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.

2510. Ruh, Sâlih gibidir, ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır, ten ihtiyaç içindedir.

Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı yaralanmaz.

Böyle ruha sahip olanlara kimse gâlib gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil.

Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı’nın nuru kâfirlere mağlûb olmaz.

Can, toprağa mensûb cisme, kötü kişiler incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.

2515. Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir.

Tanrı, bütün âleme penâh olsun diye bir cisme alâka bağlamıştır.

Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez.

Tanrı velîsinin cisim devesine kul ol ki Sâlih Peygamber’le kapı yoldaşı olasın.

Hazreti Sâlih ve Semûd kavmi arasında geçen bu kıssa, Kur’ân-ı Kerîm’de, Hûd suresi, 64-65. âyetlerde ve Şems suresi, 11-14. âyetlerde anlatıldığı üzere; Hazreti Sâlih, Semûd kavmine dahil olur ve bir dağdan deve yavrusu izhâr ederek onlara mucize gösterir. Bu deve yavrusu da, doğal olarak, Semûd kavminin hayvanlarının su içtikleri yerden su içecektir. Fakat onlar, bu deve yavrusu suyu bitirir ve kendi hayvanları susuz kalır korkusuyla, deveyi istemezler. Hazreti Sâlih, “Ey kavmim” der, “Bu, Allah’ın dişi devesidir, sizin için bir işâret olacaktır; onu bırakın Allah’ın arzında yesin, içsin; ona bir kötülük yapmayın, yoksa beklenmedik bir azâba dûçar olursunuz!” Fakat Semûd kavmi o deveyi, ayaklarını keserek öldürürler. Hazreti Sâlih der ki: “Yurdunuzda üç gün daha yaşayın, sonra helâk olacaksınız!”

Ve, ‘Tanrı kahrının şâhnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi… Tanrı’nın nuru kâfirlere mağlûb olmaz.’

Evliyâların ruhları da Hazreti Sâlih’in ruhu gibidir, yâni saf ve temizdir; cisimleri de Hazreti Sâlih’in devesine benzer. Cisimlerine, yâni bedenlerine zarar gelse bile ruhlarına zarar gelmez, çünkü onların ruhları Hakk’a vâsıldır, Hakk’la vuslattadır.

Hattâ onların ruhları, Allah’ın kahır sıfatının kötü kişiler üzerinde tezâhürünü gösterebilmesi için, bedenlenmişlerdir. Öyle ki, onları incitenler, Allah’ın imtihanına tutulurlar ve bilmezler ki, aslında Hakk’ı incitmektedirler.

“Müminin kalbini kıran iflâh olmaz” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Kişi kendini kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Hakk her şeye vâkıftır, her şeyi görür. Çünkü kâinat O’nundur. Onu incitmek Hakk’ı incitmektir. Şefkat dolu bir yer ama bir yerde de hiç affı yoktur. Akıl gözü ile kısa menziller görünür ama kalp gözüyle çok şey görülür. Dar bakışla, bu gözle insan çok şey kaybeder. Hakk yolu kolay bir yol değildir.”

Kasîde:

“Develer sarhoş oldular. Şimdi sen deve oyununu seyret! Kim sarhoş deveden edeb, bilgi ve ibâdet bekler? 

Bizim bilgimiz Hakk’ın bilgisi, yolumuz onun caddesi, harâretimiz koç burcundan güneşten değil, onun sıcak nefesi. 

‘Ruhumdan ruh üfürdüm’ günü nefesi sana can verir. 

Hakk’ın işi ‘Ol’ emri ile oldurmaktır. Yaratışı sebeplere, vâsıtalara bağlı değildir.

Biz bu Hakk yolunda nesrin ve karanfil çiğneriz. Balçık çiğneyen yâni yerden biten otları, dikenleri yiyen bayağı develerden değiliz. 

Balçık çiğneyen develer bu dünyaya, şu balçığa bağlanıp kalmışlardır. Ruhumuzun, gönlümüzün balçıkla ne ilgisi var? 

Din mucizesini göstermek arzusu ile Hazreti Sâlih’in duası dağın bağrından Allah devesini doğurdu. 

Biz doğu tarafına da gitmeyiz batı tarafına da. Biz durmadan ezel güneşine doğru adımlar atar dururuz.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCIV

“Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir şey mi sanıyorsun? Binlerce âlem sende dürülüdür.” Ali Keremallahu Veche

Senin aklın deveciye benzer, sen de devesin. Akıl, seni, ister istemez hükmünce çekip durmaktadır.

Velîler, akılların aklıdır. Akıllar da tâ en sonuncusuna kadar develere benzer.

Onlara ibretle bak; bir kılavuz yüzbinlerce can!

2495. Ne kılavuzu, ne deveciyi! Sen, güneşi gören gözü bul da sonra bak!

Bütün cihan, gece içinde kalmış, karanlıklara mıhlanmış, güneşi ve gündüzü bekleyip durmakta.

İşte sana zerrede gizli güneş, işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek arslan.

İşte sana saman altında gizli bir deniz! Kendine gel, o samana şüphe ile ayak basma!

Ama yol gösterici hakkında içe gelen şüphe, Tanrı rahmetidir.

2500. Her peygamber dünyaya tek gelmiştir. Tektir ama içinde yüzlerce âlem gizli.

Âlem-i kübra, kudretle sihir yaptı da cirmini, küçücük bir suret içinde gizledi.

Ahmaklar onu tek ve zayıf gördüler. Hiç padişahın dostu olan zayıf olur mu?

Ahmaklar, “O, ancak bir tek kişiden ibâret!” dediler. Vay akîbeti düşünmeyene!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Kim benim bir evliyâma düşmanlık ederse; muhakkak ki o kişi, bana karşı harp açmıştır. Muhakkak ki ben evliyâ için gadab ederim. Arslanın, yavruları için öfkelenmesi gibi…”

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Denizde gemileri görüyorsunuz, ama gemilerin içindeki sayısız denizleri göremiyorsunuz” der.

Bir şiirinde, 

“Bir canım, gel gör ki var yüzbin tenim, 

Neyleyip etsem ki ağzım sır benim, 

Bunca insan var, benim hep ben diyen,

Yok ki bir el söylesin tek ben senim…”

diye seslenen Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Allah, insan vücudunu eksiksiz yaratmıştır, sonra da gelip içine oturmuştur” der, “O beden, Kendisine mahsustur, Kendisine tâbi olmuştur. O, tevâzuyla yeryüzünde gezer, bizler gibi görünür ama öyle yücelerden bakar ki, ay, yıldızlar, güneşler hep aşağıda kalır. Hiçbir mahlûk onun nazârından kaçamaz. Ne fiilini, ne malını, ne kalbindeki sırlarını O’ndan gizleyemez insan. Biz işte böyle nurdan bir sarayda oturmaktayız. Biz o binâ değiliz; o Sultan’la beraberiz.”

‘İşte sana zerrede gizli güneş, işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek arslan. İşte sana saman altında gizli bir deniz! Kendine gel, o samana şüphe ile ayak basma!’

Kasîde:

“Âşıkların içlerinde bir başka dünya vardır. Ama bizim sevgilimizin aşkı bir başka zevktir, bir başka candır. 

Gönül gözleri açık olanlar pek çok gizli şeyler bilirler. Ama âşıkların gönülleri başka bir gizli şey bilir. 

Akıl, aşk ve mârifet insanı Hakk’ın, hakîkatin damına çıkaran birer merdivendir. Fakat hakîkat âleminde Hakk’a ulaşmak için bambaşka bir merdiven vardır. 

Mânâ yolunun güzelleri, bir gönülle uğraşmaktan şaşırdılar, âciz kaldılar da onlara ‘Gönlün bambaşka bir sevgilisi var!’ diye vahiy geldi. 

Ey bir sevdâya kapılmış, kendini kaybetmiş gönlü kınamaya, ayıplamaya açılan diller! Dudaklarınızı yumun! Çünkü gönlün de bir başka dili var! 

Tebrizli Şems muma benzer. Fakat bütün mumlar onun pervânesi olmuşlardır. Çünkü onun gönlünün içinde bambaşka bir âlem vardır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCIII

“Hâsireddünya vel âhire” hükmünce şakîlerin, iki cihanda da mahrûmiyetlerinin sebebi.

Tabîata inananlar; gök bir yumurtadır, yer de onun şansı diye itikâd etmişlerdir.

Birisi, “Bu yeryüzü, yeri kaplayan göğün ortasında nasıl duruyor?

2480. Havaya asılmış bir kandil gibi ne aşağıya gitmekte, ne yukarı çıkmakta” dedi.

O hâkim, “Altı cihetten de göğün çekmesi yüzünden hava ortasında kalır.

Mıknatıstan bir yuvarlak olsa ortasına konan demir, ortada kalır” diye cevap verdi.

Öteki hâkim de, “Saf gök, kara toprağı kendisine çekmez.

Onu altı taraftan da iter. Ondan dolayı da yeryüzü, kuvvetli yeller ortasında muallâkta kalmıştır” dedi.

2485. Kemâl ehlinin gönülleri de firavunların canlarını böyle defeder de onlar delâlette kalırlar.

Onları, bu cihan da defeder, o cihan da. O yolsuzlar da bu yüzden o cihandan da mahrûm kalırlar, bu cihandan da.

Ululuk sahibi Tanrı’nın kullarından, velîlerinden baş çeker, uzaklaşırsan bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar.

Onların kehribârları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü gibi olan varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler.

Kehribârlarını saklarlarsa derhâl seni azgınlığa teslim ederler.

2490. Hayvanlık mertebesi, nasıl insanlığa esir ve mağlûpsa, İnsan mertebesinin de Tanrı velîlerinin elinde hayvan gibi mağlûb olduğunu anla ey yoksul!

Ahmed, irşâd ederken halka “Kullarım” dedi, “Tanrı ‘Bütün âlemi ‘Kul yâ ibâdi’ diye çağır” buyurdu.

“Hâsireddünya vel âhire”, yâni “İnsanlardan, Allah’a kalbiyle değil de diliyle kulluk eden de var; ona bir hayır isâbet ederse kalbi yatışır o hayır yüzünden, fakat bir sınamaya uğrarsa yüzü dönüverir; dünyada da ziyân eder, âhirette de; işte budur apaçık ziyân!” (Hac, 11)

“Bir dereceye dek ki iki çeşit ağlayan belirir: Biri dinine ağlar, biri dünyasına ağlar” der İmam Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine ve şöyle nasîhatte bulunur: “İyice bilin ki iyi gören göz, hayrı gören, işlerin düzenlenmesine bakan gözdür. İyice bilin ki en iyi işiten, en iyi duyan kulak, öğüdü işiten, onu duyup kabul eden kulaktır. Ey insanlar, ışığınızı, öğüt veren, öğüt tutan kişinin ışığından yakın; suyu bulanık olmayan arı duru kaynaktan alın.”

İnsan-ı kâmil, güneşe benzer; onun kehribâr gibi olan, cevher saçan, bengisu gibi hayat veren sözleri bazılarını kendine çeker, bazılarına da küfür görünür. Fakat, selâm üzerine olsun, Hasan Dede’nin buyurduğu üzere, “Hakîkatte güneşin hâlinde hiç değişiklik yoktur, değişiklik bizim hâlimizdedir. Arkamızı güneşe dönersek, elbette karanlıkta kalırız. Allah, ‘Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın giderim’ diyor. Bu bir söz değil, bir hâldir; giden bilir. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın aşk ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifirî karanlıktadır. Oysa ki, Hazreti Muhammed Efendimizin ışığıyla aydınlansa, teslim olacak ve huzur bulacak.”

‘Ahmed, irşâd ederken halka “Kullarım” dedi, “Tanrı ‘Bütün âlemi ‘Kul yâ ibâdi’ diye çağır” buyurdu.’

“Yâ Habîbim, de ki: Ey nefslerine isrâf eden kullarım; Allah’ın rahmetinden meyûs olmayınız. Muhakkak ki Allah bütün günâhları mağfiret eder; zîrâ O çok mağfiret edici ve rahmet eyleyicidir.” (Zümer, 53)

Yüce Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, ne güzel söyler… “Kulu efendisinden ayrı gördüğün vakit, kitab-ı kâinatın hem metnini ve hem dîbâcesini kaybedersin.”

Kasîde:

“Sen beni istemesen de ben seni canla, gönülle isterim. Sen bana kapıyı açmasan da ben kapının eşiğinden ayrılmam, orada oturur kalırım.

Ben balık gibiyim, dalga beni karaya atsa da, sudan başka sığınacağım yer yoktur. Gönlüm sudan başka bir şey istemez. 

Kendi kendime nereye gidebilirim? Benim gönlüm mü var? Ben de, beden de, gönül de ancak padişahlar padişahının gölgesine sığınmışız. 

Mest olup gitmişsem, yıkılmış, kendimden geçmişsem, mest oluşum, yıkılıp gidişim sendendir. Bir şey biliyor, bir şey duyuyorsam bilişim, duyuşum da sendendir. 

Eğer bende bir gönül kalmışsa gönlümü alan sen değil misin? Eğer ben değersiz bir saman çöpü gibiysem, benim kehribârım sen değil misin?

Yediğim nefis yemeklerin tatlı helvaların, çöreklerin ağzımda bıraktıkları tat, o güzel dudaklarının tadından, lezzetinden birer kırpıntı değil midir? 

Ne yüksek mevkîler düşünürüm, ne sultanlık, ne mal mülk, ne şöhret, ne ululuk! Bunların hiçbirinde gözüm yok! Senin aşkın bunların hepsinden üstündür!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCII

“Gelenler âsitân-ı evliyâya; bütün dâvetlidir Gâlib safâya. Sakın surette kalma aldanırsın; komazlar, yoksa sen gelmem sanırsın.” Şeyh Gâlib

Sen, define sandığın şey yüzünden, o vehminden defineyi kaybediyorsun.

Sen, vehmi de, tedbirleri, düşünceleri de mamûre bil, mamûr yerlerde define olmaz.

Mamûr yerlerde varlık, didişmek olur. Yok olan, varlıklardan utanır, ârlanır.

Varlık, yokluktan feryâd etmemiştir. Yokluk, o varlığı, kendisinden uzaklaştırmış, gidermiştir.

2475. “Ben, yokluktan kaçıyorum” deme. Hakîkatte o, senden yirmi kere daha fazla kaçmakta!

Görünüşte seni kendisine çağırmaktadır ama içinden seni reddetme sopasıyla sürmektedir.

Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır. Ey saf kişi! Firavun’un, Musa’dan nefretini, sen, Musa’dan bil!

Eski devirlerde sefere çıkanlar, atlarının nal izlerini kaybetmek ve buna binâyen düşmanlarının takip etmelerini önlemek için, atlara ters nal mıhlarlarmış.

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey mücrimler, bu günde ayrılın” (Yâsîn, 59) buyrulmaktadır.

İşte, ‘Firavun’un, Musa’dan nefretini, sen, Musa’dan bil!’

Fakat bununla beraber, Hakk’ın yakınlığına lâyık kıldığı kula gelince, onun da vasıflarını, Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Mecâlis-i Sebâ’da şöyle dile getirir:

“Yüce Hak, bir kulu yakınlık durağına lâyık kıldı mı, ona ebedî lütuf şarabını tattırır; zâhirini de gösterişten, münâfıklıktan arıtır, bâtınını da; kendisinden başkalarının sevgisini gönlüne sokmaz; gizli lütfu gösterir ona. Varlık âleminin hakîkatine ibret gözüyle bakar, yapılıp düzülen sanat eserlerinden, yapıp düzen sanatçıyı görür; takdîr edilmiş olanlardan, takdîr edene ulaşır o kul. Artık yapılıp düzülmüş şeylerden usanır, yapıp düzenle oyalanmaya koyulur; onca dünyanın bir önemi, bir tehlikesi kalmaz; âhiret de aklından geçmez. Gıdası sevgilinin zikri olur; bedeni kulluk edilenin özlemiyle heyecanlanır, o heyecanla nazlanır; canı sevgilinin sevgisiyle yanar, erir; ne çekinmeye gücü kalır, ne itirâza kudreti. Öldü mü de zahirî duyguları, feleğin dönüşünden dışarı çıkar, bütün tabî hareketlerden kalır; ama bütün bu değişiklik görünüştedir; içyüzü, özlemle, sevgiyle dolar. Halk katında ölüdür, Rab katında diridir bunlar. Halkla diridirler, Tanrı katında ölü. 

Buyuruyor ki: Bu kullar âleme rahmettir; belâlar onlarla kalkar; halkın amânıdır onlar; rızık kapısı onların bereketiyle açılır, belâ kapısı onların yüzünden kapanır. Yağmura benzerler onlar; nereye yağarlarsa kutlu olurlar, bereket verirler; yürüyen definedir onlar, yaşayış bağışlarlar; bengisudur onlar. Yağmur yere yağarsa buğday bitirir, nimetler verir, meyveler verir. Denize yağarsa sedefleri incilerle doldurur; inciler, mücevherler meydana getirir. 

Anlamı gerçekleyenlerin, anlamdaki gerçeği anlayanların bazıları derler ki: Bu kuruluktan maksad, insanların cesedleri, bedenleri, suretleridir; erenlerin sohbetlerinin bereketiyle bezenirler; ibâdetler, çekinmeler, yalvarışlar, esirgeyişler, acıyışlar, hayırlar, sadakalar, mescidler, minâreler, ibâdet yurtları, köprüler, tekkeler, konak yerleri ve bunlardan başka daha bu çeşit şeyler, bütün bu görünen hayırlar dünyada, o kulların sohbetinden meydana gelir; bütün bunları halk, onlardan çalmışlardır, onlardan öğrenmişlerdir. Denize yağmaktan maksat, gönülleri diriltmek, gönül gözlerini açmak, gönülleri onların sohbetiyle aydınlatmak, bezemektir; can yeni gelinini bilgi, mârifet, şevk ve zevk mücevherleriyle süslemektir.”

“Tanrı zuhûruna perde kesilen, zâtın zuhûruna perde olan o zuhûru izhâr eden azîzler, 

Kâbe Kavseyn meyhânesindedirler. 

Kimi korkulu bir uğrak olan nefîsleriyle savaşmak uğrağındadır onlar; 

Kimi de sevgiliyi görüp seyrediş meclisindedirler. 

Hepsi de hem şaraptır hem sarhoş; 

Hepsi de hem yoktur; hem var. 

Hepsi de gerçek var olanın yüceliğiyle yok olmuştur; 

Yalvarmayış bayrağı ellerindedir. 

Bedenleri, Âdem’in ermişliğinden beri vardır; 

Adları âlemin sonuna dek var olacaktır. 

Susmaktadırlar; candan da daha gizlidir onlar; 

Yüzleri ekşidir; fakat baldan da daha tatlıdır onlar. 

Yokluk yük yerinde canlarını satmaktadırlar; 

Önüne ön bulunmayış tekkesinde hırka giymişlerdir onlar. 

Hepsi de yokluğa düşüp hayret yüzünden, 

Kendisinden başka tapacak bir mâbud olmayan Allah’ın cemâline karşı yokolup gitmiştir. 

Orda yürüyüp giden bir ışık gördüm; 

Bir âh gibi gökyüzünde koşup duruyordu. 

O ilden boyuna uzaklaşıp durmadaydı; 

Hırkaları ışıklarla dopdolu bir hâlde parlamadaydı. 

Ben de o yola girmek istedim; 

Onlarla yoldaş olmayı arzuladım. 

O hem eğri büğrü, hem dosdoğru safdan bir âşık çıkageldi de,

Yanıma sokuldu; susuyordu ama her sözü yerli yerinde söz de söylüyordu.

Eliyle bana dokundu da dedi ki: 

Sen dur burda; o yer, senin yerin değildir. 

Sen yine câizdir, câiz değildir yanına uç; 

İpin ucu henüz suret elinde çünkü.”