MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCIII

“Hâsireddünya vel âhire” hükmünce şakîlerin, iki cihanda da mahrûmiyetlerinin sebebi.

Tabîata inananlar; gök bir yumurtadır, yer de onun şansı diye itikâd etmişlerdir.

Birisi, “Bu yeryüzü, yeri kaplayan göğün ortasında nasıl duruyor?

2480. Havaya asılmış bir kandil gibi ne aşağıya gitmekte, ne yukarı çıkmakta” dedi.

O hâkim, “Altı cihetten de göğün çekmesi yüzünden hava ortasında kalır.

Mıknatıstan bir yuvarlak olsa ortasına konan demir, ortada kalır” diye cevap verdi.

Öteki hâkim de, “Saf gök, kara toprağı kendisine çekmez.

Onu altı taraftan da iter. Ondan dolayı da yeryüzü, kuvvetli yeller ortasında muallâkta kalmıştır” dedi.

2485. Kemâl ehlinin gönülleri de firavunların canlarını böyle defeder de onlar delâlette kalırlar.

Onları, bu cihan da defeder, o cihan da. O yolsuzlar da bu yüzden o cihandan da mahrûm kalırlar, bu cihandan da.

Ululuk sahibi Tanrı’nın kullarından, velîlerinden baş çeker, uzaklaşırsan bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar.

Onların kehribârları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü gibi olan varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler.

Kehribârlarını saklarlarsa derhâl seni azgınlığa teslim ederler.

2490. Hayvanlık mertebesi, nasıl insanlığa esir ve mağlûpsa, İnsan mertebesinin de Tanrı velîlerinin elinde hayvan gibi mağlûb olduğunu anla ey yoksul!

Ahmed, irşâd ederken halka “Kullarım” dedi, “Tanrı ‘Bütün âlemi ‘Kul yâ ibâdi’ diye çağır” buyurdu.

“Hâsireddünya vel âhire”, yâni “İnsanlardan, Allah’a kalbiyle değil de diliyle kulluk eden de var; ona bir hayır isâbet ederse kalbi yatışır o hayır yüzünden, fakat bir sınamaya uğrarsa yüzü dönüverir; dünyada da ziyân eder, âhirette de; işte budur apaçık ziyân!” (Hac, 11)

“Bir dereceye dek ki iki çeşit ağlayan belirir: Biri dinine ağlar, biri dünyasına ağlar” der İmam Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine ve şöyle nasîhatte bulunur: “İyice bilin ki iyi gören göz, hayrı gören, işlerin düzenlenmesine bakan gözdür. İyice bilin ki en iyi işiten, en iyi duyan kulak, öğüdü işiten, onu duyup kabul eden kulaktır. Ey insanlar, ışığınızı, öğüt veren, öğüt tutan kişinin ışığından yakın; suyu bulanık olmayan arı duru kaynaktan alın.”

İnsan-ı kâmil, güneşe benzer; onun kehribâr gibi olan, cevher saçan, bengisu gibi hayat veren sözleri bazılarını kendine çeker, bazılarına da küfür görünür. Fakat, selâm üzerine olsun, Hasan Dede’nin buyurduğu üzere, “Hakîkatte güneşin hâlinde hiç değişiklik yoktur, değişiklik bizim hâlimizdedir. Arkamızı güneşe dönersek, elbette karanlıkta kalırız. Allah, ‘Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın giderim’ diyor. Bu bir söz değil, bir hâldir; giden bilir. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın aşk ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifirî karanlıktadır. Oysa ki, Hazreti Muhammed Efendimizin ışığıyla aydınlansa, teslim olacak ve huzur bulacak.”

‘Ahmed, irşâd ederken halka “Kullarım” dedi, “Tanrı ‘Bütün âlemi ‘Kul yâ ibâdi’ diye çağır” buyurdu.’

“Yâ Habîbim, de ki: Ey nefslerine isrâf eden kullarım; Allah’ın rahmetinden meyûs olmayınız. Muhakkak ki Allah bütün günâhları mağfiret eder; zîrâ O çok mağfiret edici ve rahmet eyleyicidir.” (Zümer, 53)

Yüce Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, ne güzel söyler… “Kulu efendisinden ayrı gördüğün vakit, kitab-ı kâinatın hem metnini ve hem dîbâcesini kaybedersin.”

Kasîde:

“Sen beni istemesen de ben seni canla, gönülle isterim. Sen bana kapıyı açmasan da ben kapının eşiğinden ayrılmam, orada oturur kalırım.

Ben balık gibiyim, dalga beni karaya atsa da, sudan başka sığınacağım yer yoktur. Gönlüm sudan başka bir şey istemez. 

Kendi kendime nereye gidebilirim? Benim gönlüm mü var? Ben de, beden de, gönül de ancak padişahlar padişahının gölgesine sığınmışız. 

Mest olup gitmişsem, yıkılmış, kendimden geçmişsem, mest oluşum, yıkılıp gidişim sendendir. Bir şey biliyor, bir şey duyuyorsam bilişim, duyuşum da sendendir. 

Eğer bende bir gönül kalmışsa gönlümü alan sen değil misin? Eğer ben değersiz bir saman çöpü gibiysem, benim kehribârım sen değil misin?

Yediğim nefis yemeklerin tatlı helvaların, çöreklerin ağzımda bıraktıkları tat, o güzel dudaklarının tadından, lezzetinden birer kırpıntı değil midir? 

Ne yüksek mevkîler düşünürüm, ne sultanlık, ne mal mülk, ne şöhret, ne ululuk! Bunların hiçbirinde gözüm yok! Senin aşkın bunların hepsinden üstündür!”