MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXI

Tavşanın arslana oyun edip onunla başa çıkması.

1055. Tavşan, arslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli arslanın yanına gitti.

1056. Arslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremekteydi.

1057. “Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham, ahîretleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim.

1058. Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar?

1059. Tedbîrsiz emîr, adamakıllı âciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.

1060. Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Kitaplarda da mânâ kıt.

1061. Sözler, kitaplar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler, bizim ömrümüzün suyunu emen kumdur.

1062. İçinden su kaynayan kum ise pek az bulunur; yürü, onu ara!

* Ey oğul! O kum, Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır.

* Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.

* Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.

* Hâkim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın.

1063. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.

1064. Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfûz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır.

1065. Akıl önce ona muâllim iken, sonra akıl ona şakirt kesilir.

Hazreti Mevlâna’nın, bu hikâyede kullandığı tavşan metaforunun, hakîkat arayışına giren ve kimliğini öğrenme yolunda yürümeye karar veren akl-ı meadı temsîl ettiğine deyinmiştik. 

Arslan metaforuna gelince; Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de anlattığı diğer hikâyelerde de sıkça bu metaforu kullanmıştır. Bazen herkesin anladığı mânâda, arslan, padişahı ve genellikle de mürşid-i kâmili temsîl etmekte, bazen de farklı mânâlarda karşımıza çıkmaktadır. Hattâ aynı hikâye içinde iki farklı anlama işâret ettiği de olmuştur.

Bu hikâyede ise, arslandan maksat nefs-i emmâredir ki, ‘arslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremektedir.’

Nitekim, Hasan Dede, nefsine tâbî olan kişiler hakkında, “Kimliğinden habersiz bir kişi etrafına zarar verir, hiddet eder, kendi küçük aklıyla kendini başkalarından büyük görür” diye bahseder.

‘Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Kitaplarda da mânâ kıt.’

İnsan, hakîkatte, Allah’ın sırrını ihtivâ eden bir kitap gibidir; fakat kendinden haberi olmayınca mânâsı yoktur.

Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle seslenir Yüce Allah, Hazreti Muhammed’in dilinden:

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ, 14)

Bir gün, Mevlâna’ya sormuşlar: “Yâ Mevlâna, bu kadar kitap okudun, peki ne öğrendin?”

Mevlâna, “Söyleyeyim” demiş, “bu kadar kitap okudum, sonunda adımı öğrendim.”

“Neymiş adın yâ Mevlâna?” diye sormuşlar.

“Benim adım ‘İnsan’…” demiş.

İnsan, insanlık ilmini yine bir insandan, yâni kâmil insandan, mürşid-i kâmilden öğrenir. Hazreti Mevlâna’nın buyurduğu üzere, o, ‘içinden su kaynayan kum gibi olan Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır. Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.’

Bakın Hasan Dede nasıl bir dil sarfediyor ve diyor ki:

“Allah’a giden yol çetin ve zor bir yoldur. İnsanın önüne bu yolda bir çok engeller çıkar, ki bunlar, insanın çabasının, isteğinin ve imanının ne kadar güçlü veya ne kadar güçsüz olduğunu meydana çıkaran imtihanlardır. Ancak bütün bu imtihanlara göğüs gererek pes etmeyen kişi Allah’ın hakîkatine ulaşır, kurtuluşa erer. Kişi ne kadar saf ve temiz bir niyetle ve hiçbir karşılık beklemeden ibâdet eder ve nefsiyle mücâdeleye girişip, nefsine tamamen hâkim olursa o kadar Allah’a yakınlaşır ve Allah da o kadar ona yaklaşır. Nefsine gâlib gelerek, kendini bilen kişi, Rabbini de bileceği gibi, kâinattaki her türlü sır ve mânâyı da kavrayıp, öğrenir ve anlar. Çünkü nefsini yenen ve benlikten kurtularak kemalâta eren insan-ı kâmil, hava ne kadar rüzgârlı olursa olsun alevi sabit duran bir mum gibidir.

Kur’ân-ı Kerîm, Hazreti Ali’nin burhânıdır ve O demiştir ki: ‘Resûlallah’a inmiş olan bütün nurların şahidiyim, çünkü bir an dahî O’ndan ayrı değilim.’

Kur’ân’ın sırrına ermek ve Kur’ân’ı daha iyi anlayabilmek için, Hazreti Muhammed’i kendine bende etmiş, Hazreti Ali’yi kendinde ruh etmiş, onların varlığına tamamen bürünmüş bir mürşid-i kâmile büyük bir imanla bağlanmak ve onun sohbetlerinden feyizlenmek gerekir. Çünkü onun dilinden konuşan Hakk’tır, ondan zuhûra gelen o güzel kelâmlar Hakk’ın kelâmlarıdır.”

Ne güzel buyurur Hazreti Şems… “Ufuklardaki âyetler, Ay’ın yarılması ve mucizelerdir! Nefislerdeki de, gönül açıklığıdır. Şüphe yok ki o Hakk’tır. Yâni şüphesiz Allah Hakk’tır; Muhammed de Hakk’tır. Ne güzel yorum bu! Ama hakîkat yolcuları ve Allah erleri içindir bu. Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kur’ân’ı onlar bilir. Kur’ân’ın güzelliği onlarda yüz gösterir, onlarla cilveleşir.”

Kâşânî’ye göre, Levh-i Mahfûz, Hazreti Muhammed’in kalbidir. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi olarak tanımlanan Yâsîn sûresindeki 12. âyette de, “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) sayıp yazmışızdır” diye buyrulmaktadır.

Şiir:

“Her belâya göğüs germek, 

Her erenin harcı değil ey can. 

Ejderha denilen nefsi yenmek, 

Her milletin kârı değil ey can. 

O nefsin zehrini panzehir yapan, 

Hiç Hakk’ı bilir mi nefsine tapan, 

Bir mürşid-i kâmile varıp eteğin tutan, 

Hakîkatte mahrûm kalmaz ey can…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXX

Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları.

1041. Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!

1042. Ey bir arslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!

1043. Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.

1044. Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.

Hasan Dede, “Kalb ile dinleyebilmek için insanın çok saf olması lâzımdır. Her şeyden arınmış olması lâzımdır” diye buyurur ve Hazreti Mevlâna’dan misâl vererek, “Mevlâna’nın çok güzel bir sözü vardır, şöyle seslenir” der, “Ey yolcu! Bir iş yapmak istediğin zaman birkaç bilgine danış, ya da istersen yüzlerce bilgine danış; fakat işe başlamadan evvel mutlaka kalbine danış ve kalbinden gelen ses ile işe koyul… Çünkü kalpteki ses her zaman üstündür. Oradan güzel bir ses gelirse o sese uy. Akıl yenilebilir ama kalb yenilmez, orası tevhid yeridir. Hele o kalbe güzel bir Dost koymuşsan, hiç yenilmezsin.”

Nitekim, ‘Peygamber, “Ey tedbîr sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emîndir” dedi.’

Tavşanın sırrını onlardan gizlemesi.

1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!

1046. Aynanın berraklığını, yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.

1047. Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.

1048. Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.

1049. Bir iki kişiye söyledin mi, artık o sırra vedâ et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.

1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahpus kalırlar.

1051. Danışanlar, üstü örtülü, güzel bir tarzda konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinâyelerledir.

1052. Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi. Ashâb cevap verir, düşman haberdâr olmazdı.

1053. Düşman ayağı baştan ayırd edemesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misâlle söylerdi.

1054. Bu misâlle muradını anlatmış olurdu. Ağyâr sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

Hazreti Ali, “Akıllı kişi ne sırrını ifşâ eder, ne de başkasının sırrını sorar” diye buyurur.

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle anlatır ve der ki: “Dostlara ısmarıcım olsun, içyüzden anlam gelinleri size yüz gösterdi, gizli şeyler açıldı mı, sakının sakının, onu yabancılara söylemeyin, anlatmayın; duyduğunuz şu sözlerimi herkese söylemeyin. Çünkü ‘Hikmeti, ehli olmayandan başkasına vermeyin; ona zulmetmiş olursunuz; ehlinden de esirgemeyin, ehline zulmedersiniz’ denmiştir. Eline bir güzel, bir sevgili geçse, ben seninim, beni kimseye gösterme; evinde gizle dese onu çarşılarda pazarlarda dolaştırman, herkese, gel de şunu bir gör demen, yerinde bir iş midir; o sevgilinin de hiç hoşuna gider mi bu iş? Onlara gitmez amma sana da kızar. Ulu Tanrı, bu sözleri onlara harâm etmiştir. Hani cehennemlikler, cennetliklere, nerde verginiz, nerde adamlığınız? Tanrı’nın size verdiği, bağışladığı şeylerden birazcığını sadaka olarak, kulların gönüllerini almak için döküp saçsanız, bize bağışlasanız ne olur ki? Çünkü biz bu ateşin içinde yanıyor, eriyoruz; o meyvelerden birazcığını verseniz, o arı duru, soğuk mu soğuk cennet sularından bizim de canımıza dökseniz ne çıkar ki? diye bağırırlar ya…

‘Cehennemlikler, cennettekilere; sudan, Tanrı’nın size rızk olarak verdiği şeylerden bize de dökün saçın derler; cennettekiler de derler ki: Gerçekten de Allah her ikisini de kâfirlere harâm etmiştir.’

Cennettekiler, onu Tanrı harâm etmiştir size derler; bu nimetin tohumu dünyada ekilecekti; mâdemki orda ekmediniz, ekmeye de çalışmadınız, burada ne biçeceksiniz, ne elde edeceksiniz? Büyüklük etsek de size versek bile mâdemki Tanrı, onu size harâm etmiştir, boğazınızı yakar, boğazınızdan aşağıya gitmez o. Bir keseye koysanız kese yırtılır, dökülür gider. İşte tıpkı bunun gibi. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafa’nın yanına, münâfıklardan, yabancılardan bir topluluk geldi. Sahâbe, gizli şeyleri anlatmada, Mustafâ’yı övmedeydi. Peygamber, üstü kapalı olarak sahâbeye buyurdu ki: ‘Kaplarınızın ağızlarını kapatın.’ Yâni testilerin, kâselerin, tencerelerin, kapların kacakların, küplerin ağızlarını örtün; örtülü tutun; pis, zehirli hayvanlar vardır; testilerinize düşerler. Tanrı esirgesin; siz de bilmeden o testiden su içersiniz; size ziyânı dokunur. Mustafa, böylece onlara, yabancılardan hikmeti gizleyin; yabancıların önünde ağzınızı dilinizi kapatın; çünkü onlar farelerdir; bu hikmete, bu nimete lâyık değildir onlar buyurdu.”

Kasîde:

“Ey Hakk’ın sırlarını öğrenmek isteyen! Haydi gel, bu aşk bahçesinde gezinmeye bak ki, aşk sırlarıyla sevinesin. 

Bizim gül bahçemiz şarap kadehleri devreden bir aşk bahçesidir. Bu gül bahçesi, bülbüllerin yuvasıdır, cihan farelerine lâyık bir yer değildir.

Burada tûti kuşlarına şekerler, susayanlara âb-ı hayat vardır. Sanki bu, nisan yağmurudur. Bazen zehir gibi acı, bazen kıymetli inci olur. Müttekîler sedef gibi inci ile dolarlar. Şakîler yılan gibi zehirle dolarlar. 

Tevhid ilmi, tasavvuf ehline, hâl ehline nasiptir; fıskdan, fücûrdan uzaklaşmayan kimse, mürşitlerin sözlerinden uzak kalır…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXIX

Tavşanın bilgisi, bilginin fazîleti ve faydaları.

1027. Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver, tavşan hikâyesini anla!

1028. Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!

1029. Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve arslanı mağlûb edişini gör!

1030. Bilgi, Süleyman mülkünün hatemidir; bütün âlem cesettir, ilim candır.

1031. Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.

1032. O yüzden kaplan, arslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzden ovada, dağda bütün vahşî hayvanlar gizlenmişlerdir.

1033. O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekân tutmuşlardır.

1034. İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur, ihtiyâta riâyet eden kişi, akıllıdır.

1035. Bizden gizli; güzel, çirkin nice maklûkat vardır ki onlar, daima gönül kapısını çalıp dururlar.

1036. Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir.

1037. Gerçi diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcûdiyetini anlarsın.

1038. Vahîy ve vesveselerin ıstırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil.

1039. Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hâllolur.

1040. O vakit kimlerin sözlerini reddetmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin, görürsün.

Hakîkate kulak vermeyen ve hakîkatten anlamayan kimselere, Mevlâna’nın hitâbı çok açıktır: “Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!”

Çünkü bu kelâmları idrâk edebilmek ve anlayabilmek için nefsinden arınmış, hayvanlıktan kurtulmuş olmak gerekmektedir. 

Abdülbâki Gölpınarlı, 1030. beyitteki, Mevlâna’nın, “Bilgi, Süleyman mülkünün hatemidir” sözüne istinâden, “Süleyman Peygamber’in, üstünde İsm-i Âzam, yâni Tanrı’nın en ulu adı kazınmış bir mührü varmış. Süleyman, bunun kutluluğu sâyesinde kurda, kuşa, bütün yaratıklara buyruk yürütürmüş” der ve, “Mevlâna, bu yüzüğü, gerçek gâye değil de, yokluğunu anlamaya vâsıta olan bilgi olarak tevîl ediyor” diye açıklar.

Nitekim, “Bir insanın öğrenmesi gereken en yüce bilgi, yokluk bilgisidir” diye buyurur Hasan Dede ve, “Hakk’ın güzelikleri bizde varlığını ne kadar çok gösterirse, biz o kadar alçalırız. İşimiz bu bizim; yokluğa bürünmek! Kendimizi yoklukta tutmak. Hakk’ın büyüklüğünü, güzelliklerini kendi içimizde seyretmek… Başka bir yerde değil!” der.

İşte, ’bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.’

Fakat yine de ihtiyâtı, yâni tedbîri elden bırakmamak gereklidir, çünkü, ‘İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur, ihtiyâta riâyet eden kişi, akıllıdır.’

Hazreti Mevlâna’nın, 1036 ve 1037. beyitlerdeki, ‘derenin dibindeki diken’ teşbîhinden maksat da insanın nefsidir ki, Hasan Dede, şöyle bir menkîbe dile getirir:

Hazreti Muhammed Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra, sahâbesine, “Biz küçük savaştan çıktık, şimdi büyük savaşa gidiyoruz” diye buyurunca, sahâbe sorar: “Nasıl küçük savaş olabilir, yâ Resûlallah? Yaptığımız bu savaş, âdetâ kıyameti andırdı.” 

Peygamber Efendimiz onlara şu cevabı verir: “Oradaki savaşta karşımızdaki düşmanı görüyorduk. Gaflete düşersek düşmana yeniliriz, ama gözümüzü dört açarsak düşmanı yeneriz. Büyük savaş ise, görünmeyen düşmana karşı yapılandır; o düşman da nefsimizdir. Onun nereden nasıl saldıracağını bilemeyiz, bu nedenle daima ihtiyâtlı olmalıyız.”

Nitekim, Mevlâna, “Tanrı, bir hâlden bir hâle döndürme esnâsında her şeyi zıddıyla meydana çıkararak seni hâlden hâle döndürür durur” der, “Bu suretle de Ashâb-ı Şimâlden olmaktan korkar durur, erler gibi de Ashâb-ı Yemîn’in lezzetini umarsın.”

Şiir:

“Düşündüm âlemde vardır hikmetler, 

İnsanlar bir fayda bulsunlar diye. 

Yaratılmış nice nice âlemler, 

Görüp de bir ibret alsınlar diye. 

Yaratmış insanı bir de ruh vermiş, 

Her biri birine iyi görünmüş, 

Onsekizbin âlem insanda sırlanmış, 

İnsanlar o sırra ersinler diye. 

Resûller yarattı kendi nurundan, 

Nice velîler geldi Hakk’ın sırrından, 

Âdem’i yarattı balçıktan nurdan,

İlim, irfân verdi bilsinler diye. 

İyiler verdi, zâlim de verdi, 

Nice peygamberler peşpeşe geldi, 

Çıktı Muhammed mîraca erdi, 

Binlerce yıl geçince uçsunlar diye. 

Hasan, daim Hakk’ı Hakk bildi, 

Nice canlar Hakk’tı kâfir sayıldı, 

Dünya yedi kere ıssız kılındı, 

Yaşarken kıymetini bilsinler diye…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVIII

Tavşanın av hayvanlarına cevabı.

1008. Tavşan, “Dostlar, Hakk bana ilhâm etti. Hakîkaten zayıf birisi, kuvvetli bir rey ve tedbîre nâil oldu.

1009. Hakk’ın arıya öğrettiğini, arslan ve ejderha bilemez.

1010. Arı terûtaze balla dolu petekler yapar. Tanrı, ona, o ilimde kapı açtı.

1011. Hakk’ın ipekböceğine öğrettiğini hiç bir fil bilir mi?

1012. Toprağa mensûb insan Hakk’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlattı.

1013. Tanrı’ya şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin adını, sanını unutturdu.

1014. Altıyüzbin yıllık zâhidin, o buzağının ağzını bağladı.

1015. Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp dolaşmasına mâni oldu.

1016. Duygu ehlinin, yalnız zâhire îtibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt emenler için ağız bağıdır.

1017. Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere, feleklere bile verilmemiştir.

1018. Ey surete tapan! Niceye dek suret kaygısı? Senin mânâsız canın suretten kurtulmadı gitti.

1019. Eğer insan, suretle insan olsaydı Ahmed’le Ebûcehil müsâvî olurdu.

1020. Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer. Bak, suret bakımından nesi eksik?

1021. O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü, o nâdir bulunur cevheri ara.

1022. Ashâb-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün arslanların başları alçaldı.

1023. Canı, nur denizinde garkolduktan sonra ona, kötü ve çirkin suretin ne ziyânı var?

1024. Kalemler sureti övmezler. Kitaplara da adamın suretine ait vasıflar değil, ‘âlim, adâlet sahibi’ gibi zâtına ait vasıflar yazılır.

1025. Bilgi ve adâlet sahibi… Hep mânâdır, onları önde, artta… bir yerde bulamazsın.

1026. Zâta ait sıfatlar Lâmekan elinden cana şule vermektedir; can güneşi göklere sığmaz” dedi.

Hazreti Mevlâna, 1009 ve 1010. beyitlerde, “Ve Rabbin balarısına, dağlarda, ağaçlarda ve çardak kurulan yerlerde kovan yapın diye emretti” (Nahl, 67) âyetine işâret etmektedir.

Arının cüssesi küçüktür fakat Allah’tan aldığı emirle, şifâlarla dolu bal yapar. Kim bu baldan yese, hastalıklarına şifâ olur.

İnsan da bu âlemde küçük bir varlık gibi görünür, fakat bir kâmil mürşidin eğitiminde yetişip feyz aldıktan sonra hakîkatlere vâkıf olur ve aslında insanın ne kadar yüce bir varlık olduğu sırrını anlar.

Bir Mevlevî olan Sakıb Dede, arıyı, tenden kurtulmaya ve Hakk’a ulaşmaya çalışan bir dervişe benzetir. Derviş, ezel meclisinin hasretiyle inler ve ten kafesine kapatılmış çırpınan bir arı gibi dönüp dolaşmaktadır. Yaratan’ın hasretiyle yanıp tutuşan dervişin amacı, tenden kurtulup Hüsn-ü Mutlak’a kavuşmaktır. Ve der ki…

“Nâlân-ı şevk-i bezm-i ezeldür ebed yine,

Zenbûr-veş bu cilve-geh-i mâ’ü tînde.”

Kovan ise çokluk ve kalabalık oluşu nedeniyle vahdetteki tekliğe işâret eder.

Nitekim Mevlâna bir beyitinde, “Şu dünya küpünün içinde, bir arı gibi vızıldar dururum. Fakat sen, sadece benim bu sızlanmalarıma bakma, benim balla dolu bir kovanım var!” diye buyurur.

1014. beyitte geçen ‘Altıyüzbin yıllık zâhid’den maksatsa insanın yaratılışından bu yana savaşıp durduğu İblis, yâni nefsidir. Öyle ki Hasan Dede, “Terk edeceğimiz nefsimiz bizden daha yaşlı, daha tecrübeli ve daha kuvvetlidir. Onun yaşı, Âdem’den bu zamana kadar kaç bin sene geçmişse o kadardır. Hâlbuki biz onun karşısında çocuk yaşta sayılırız. Binlerce sene yaşı olan bir kuvvet, kendisine nazaran henüz çocuk denecek yaşta birisinden korkar mı? Onu ancak aşk korkutur. Aşk gelince o korkar, kaçar” der ve bir şiirinde şöyle seslenir…

“Cihan Kutbu yüce Mevlâna’m,

Bir aşk ile gönlüme geldin oturdun, 

Yüceliğinden bir nebze yükünden sundun. 

Herkesin derdine ortak kıldın, 

Hem yoğurdun hem oldurdun. 

Seçtin fakîri hem sevginde yoğurdun, 

Gönlüme dost muhabbeti doldurdun. 

İsm-i Âzam’ını özüme kondurdun, 

Kur’ân’ı okutan sırrı noktada buldurdun. 

Muhammed Mustafa’da Hakk lisânı oldurdun, 

Aratmadın kendini, Hasan’ında buldurdun. 

İlim ile irfânını kerem sahibi Şah Ali’mden okuttun, 

Cihan Kutbu Mevlâna’m, 

Ezeldeki makâmını gönlüme oturttun…”

‘Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere, feleklere bile verilmemiştir.’

Kur’ân-ı Kerîm’de, “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık” (İsrâ, 70) diye buyrulmaktadır.

Hasan Dede, “Hakîkati arayın ve bilin ki, hakîkat sizi özgür kılsın. Hakîkat, ilâhî güzelliktir; mevcuttur ama varlığı yoktur. Bütün ruhunla arınman gereklidir. Tam bir özgürlük içinde aramazsan bulamazsın” der, “Kimsin sen? Neden yaşıyorsun? Yaşamanın amacı nedir? Kâinat nedir? Niye varoldum? Hayatımı nasıl yaşamalıyım? Neredeyim? Nereye gidiyorum? Bu sorular bir insanda zuhûr eder de cevaplarını bulmaya çaba sarfederse insan gelişir, değişir ve özgürleşir. Bu güne kadar içinde bulunduğumuz kalıplardan kurtulmak ve içimizde saklı olan hakîkatleri bulmak için çaba sarfetmemiz gereklidir… İnsana bahşedilmiş olan en büyük, en yüce mânâ aşktır. Aşk, karanlıksız, gecesiz bir gündüzdür. Gündüz bile karanlık vardır da, aşkta yoktur. Gündüzün bir mağarada karanlık vardır ama, aşkın ışığına hiçbir şey engel olamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVII

Çalışmanın tevekküle tercihi.

992. Arslan bu yolda birçok deliller getirdi. O cebrîler arslanın cevabına kandılar.

993. Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebrîliğe inanışı ve dedikoduyu bıraktılar.

994. Bu biâtte ziyâna düşmemek için kükremiş arslanla ahitlerde bulundular.

995. Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, arslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.

996. Kur’a kime isâbet ederse günü gününe arslanın yanına sırtlan gibi o koşar, teslîm olurdu.

997. Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan bağırdı: “Niceye dek bu zulüm?”

Arslana gitmekte geciktiğinden av hayvanlarının tavşana itirâz etmeleri.

998. Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamandır biz ahdimize vefâ ederek can fedâ ettik.

999. Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebep olma, arslan da incinmesin. Yürü, yürü; çabuk, çabuk!”

Tavşanın av hayvanlarına cevabı.

1000. Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle siz de belâdan kurtulun.

1001. Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile, çocuklarımıza miras kalmasın.

1002. Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti.

1003. Peygamberler, halk nazârında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi.

1004. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”

1005. Hayvanlar ona, “Ey eşek, kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma!

1006. Bu ne lâftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırlarına bile getirmezler.

1007. Ya gururlandın, yâhut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu lâf, senin gibisine nereden yaraşacak?” dediler.

Hazreti Mevlâna’nın anlattığı bu hikâyede tavşan, akl-ı meadı temsîl etmektedir ki, diğer hayvanların da temsîl ettikleri akl-ı meaştır.

Akl-ı meaş sahipleri, kendi hakîkatlerini sorgulamadan, kaza ve kadere razı gelerek varlıklarını sürdürürler. Akl-ı mead olanlar ise, hakîkat arayışına girerler ve kimliklerini öğrenme yolunda yürümeye karar verirler.

Nitekim, ‘kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan, ‘Niceye dek bu zulüm?’ diye bağırır.’

Hasan Dede, akl-ı meaşın ve akl-ı meadın henüz maddeden kurtulamadıklarından dolayı yine sıkıntı içinde olduklarını dile getirirken, tevhid ehlini bunların dışında tutarak, “Onlar huzur içinde yaşamlarını sürdürmektedirler” diye açıklar.

Zîrâ, Hazreti Mevlâna hikâyenin devamında peygamberlerden misâl verir ve, “Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti” diye belirterek, “Peygamberler, halk nazârında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı” der.

Nitekim, Hazreti Ali de, “Derman sende fakat senin haberin yok. Derdin sende fakat sen görmüyorsun. Kendini küçük bir beden sanıyorsun. Oysa ki koskoca bir âlem dürülmüş içinde senin. Öylesine apaçık bir kitapsın ki, gizli şeyler onun harfleri ile meydana çıkmada. Dışarıya ihtiyacın yok senin. Gönlünde yazılmış yazılar, her şeyden haber verir sana” diye seslenir ve şöyle buyurur: 

“Ey insan! Şurasını iyi bil ki, gönül büyük bir şehristandır. O şehirde iki tane padişah bulunur. Her padişah kendi işinin hâkimidir ve kendi işinin gâlib gelmesine bakar; aralarındaki mücâdele sonucunda hangisi diğerine gâlib gelirse orada onun hükmü yürür. Bu iki padişahtan birisi akıldır; diğerinin adı ise tabiat dediğimiz şeytandır. Burada hangisinin mücâdelesi diğerine gâlib gelirse hüküm onundur. İnsanda olan şeytanî sıfatlar sırasıyla şunlardır: Tamah, hırs, intikam, kibir, kin, cimrilik, hased, gurur, gazap, düşmanlık, gıybet, inkâr, yalan, doyumsuzluk, gaflet. İnsanda olan aklın sıfatları da şöyledir: Kalp huzuru, kanaat, doğruluk, itimat, tevekkül, ilim, güzel huy, tevazû, sabır, şefkat, merhamet, cömertlik, ikrâr, saygı, teslîmiyet ve Allah aşkı.”

Kasîde:

“Gönül ehlinden, canın ölümsüzlüğünden başka bir rivâyet gelmemiştir! Aşkın verdiği rahatlıkların da, aşk gibi, sonu yoktur! 

Bu topluluk ne kadar hoştur! Hepsinden de şükürler duydum! Sen, kendine gel de, aşktan şikâyet edenin şikâyetine kulak asma! 

Her seher vaktinde, başka bir tatlılık, başka bir güzellik vardır; her tarafta bir başka terûtazelik vardır! Sanki her şey, yeniden yaşamaya başlamıştır! Her adımda bir şaşılacak şey, her nefeste bir başka lütûf, bir başka kerem hissedilir! 

Canın güzelliği haddi aşınca, Hakk’tan ona yardım üstüne yardım gelir! Fakat, hasedin kötü gözü kurumaz ki!.. 

Gökyüzü, her zaman aşkı arayıp durduğu için, sırtı, aşıkların sırtı gibi bükülmüştür! Çünkü, onun güzelliği, eşsiz ve örneksiz bir güzelliktir! 

Seher vakitleri güneşin mızrak çekmesi, sabahın bayrak açması, aşkın yüzünün parıltısıdır! 

Aşk yol gösterince, can rahata kavuşur; başını gökyüzünden çıkarır da; ‘Ne güzel memleket!’ der! 

Allah, aşkına; ‘Senin güzelliğin olmasaydı, ben, varlık aynasına itibâr eder miydim?’ diye buyurdu! 

Ne zamana kadar anlatıp duracaksın? Canın hakkı için, daha fazla söyleme! Gönül, senin dilinden dertlere düşüyor, tasalara batıyor! 

Halvete girenler, yalnızlığı arayan kişiler kaçmışlar, sesin azığını dökmüşler! Çünkü susmak, sarhoş olanlara güçtür, kuvvettir!

Bülbüllerin ötmesi, aşıklara ilaçtır, devâdır! Ama, sen sus da, aşk, sana daha başka bir güç, daha başka bir kuvvet versin!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVI

Yine arslanın çalışmayı tevekküle tercih etmesi ve çalışmanın faydalarını bildirmesi.

971. Arslan dedi ki: “Doğru ama peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.

972. Cefâdan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nâil oldular; Tanrı onların mücâhedesini zâyî etmedi.

973. Onların başvurdukları çareler her hususta lâtif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.

974. Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tamam sayıldı.

975. Ey ulu kişi! Nebîlerin ve velîlerin yolunda çalış!

976. Kaza ve kaderle pençeleşmek mücâhede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.

977. Bir kimse iman ve taat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyân etmişse kâfirim!

978. Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!

979. Dünyayı arayan kişi, olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbâyı arayansa kendine iyi bir hâl aramış oldu.

980. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise câizdir, emredilmiştir.

981. Hile ve çare diye zindanı delip de çıkmaya derler. Yoksa birisi zâten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.

982. Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpûslarız. Zindanı del, kendini kurtar!

983. Dünya nedir? Tanrı’dan gâfil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.

984. Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “Ne güzel mal” demiştir.

985. Suyun gemi içinde olması, geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır.

986. Mal, mülk sevgisini gönlünden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, yoksul adını takındı.

987. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz, bucaksız su üstünde yüzüp gitti.

988. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.

989. Bütün dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şeydir.

990. Şu hâlde kalbini min ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!

991. Çalışma da haktır, devâ da haktır, dert de hak. Münkîr kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.”

Bir kasîdesinde şöyle seslenir Mevlâna… “Ey Hakk yoluna düşen, o yolda yoklukta mahvolan, yok olan aşık! Sen, yokluğu da geride bırak, yokluktan da yola düş; sen, onu da terket! Gönlünden başını çıkar da, gönlün tâ kendisini, özünü seyret!..”

“Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerde bahsettiği terk, son merhâledir” diyor Mithat Bahârî Beytur, “Âriflere göre dört türlü terk vardır: Birincisi, terk-i dünya; dünyayı terketmek. İkincisi, terk-i ukbâ; ahiretteki nimetleri terketmek. Üçüncüsü, terk-i hestî; kendi benliğini, varlığını terketmek. Dördünücüsü, terk-i terk; terki de terketmek, onda yok olmaktır.”

Hasan Dede, Peygamber Efendimizi ve Hazreti Mevlâna’yı örnek göstererek, onların bu yolda çektikleri çileleri ve bu çileler sonucunda kazandıkları ruhanî nimetlerle donattıkları mânevî sofrayı şöyle dile getirir: “Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yâni fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hattâ zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. Cenab-ı Mevlâna ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine baktı, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyordu; hemen içinden bir ses geldi, ‘Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emâneti bak ne hâle getirmişsin.’ İşte Mevlâna şu cevabı verdi: ‘Eğer ben bu emâneti bu hâle getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim.’ Yâni açlık dediğimiz zaman, eğer insan o açlık içinde gönül verdiği yere yönelirse gıdanın en güzelini alır. Onlar, yâni bizim büyüklerimiz, bizler için çileler çektiler, halvetler yaptılar ve bizler için çok güzel bir sofra kurdular. Peki bizlerden ne istiyorlar şimdi? Bizlerden istedikleri sadece bir gönül… Şimdi bizler mâdemki onlara gönlümüzü verdik, artık nefisimize ait hizmetlere koşamayız. Neden? Çünkü sevgilimizi incitiriz. Eğer bizler sevgilimize sunduğumuz aklımızı, gönlümüzü başka yerlere dağıtırsak işte asıl o zaman çilelerden kurtulamayız. Fakat bizler aklımızı da gönlümüzü de devamlı bir yerde tutarsak, oranın güzellikleri bizlerde yansıma yapar ve kurtuluşa erer, sonsuz huzura, hürriyete kavuşuruz.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna… 

“Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir? Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhrân kalmadı. Küfür, iman oldu, küfrân kalmadı. 

Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçti. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır. Kendi huylarından çıkmış tek olmuş… canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir. 

O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir…”

Çalışma, dış âlem için değil; yâni dünya nimetleri, mal, mülk, para için değil; çalışma, iç âlem için; yâni mânevîyat, ruhânîyet, yokluk bilgisi ve kalb huzuru için… Önemli olan dünyaya gönül vermemek, Allah’ın nazargâhı ve sahibi olduğu gönlü dünyadan temizlemektir… 

“İnsan, Allah’ı yaşatmak için gelmiştir bu âleme. Dünya nimetleri için gelmemiştir” der Hasan Dede, “İnsanın yapması gereken; gönlünde mala, mülke, dünyevî her şeye karşı ne sevgi beslemişse, onları gönlünden çıkartması, iç âlemini temizlemesi ve kendini tamamen Allah’a vermesidir. Ama bu demek değildir ki, dünyadan tamamen elini çekeceksin. Elin dünyada olacak, ama dünyayı gönlüne koymacaksın. Kazandıklarınla da yine insanlara hizmete çıkacaksın. Çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmak bunu gerektirir. O demiştir: ‘Benim dinim ahlâktır. Bir insan hiçbir ilme sahip olmasa bile, insan toplumu için yararlı fikirler üretirse, bu kişi ahlâk sahibidir, bendendir. Bir kişi de ne kadar bilgi sahibi olursa olsun insanlığı ikiliğe, fesada, kavgaya sürüklerse, o benden değildir…’ 

İnsan, bu âlemde Allah’ın halîfesidir. Allah, insana bu kadar güzellikler verdi, hattâ kendisini de verdi. Dünyayı insanın ayakları altına serdi. O hâlde bizlerin vazîfesi Hakk’a lâyık bir yaşam sürmeye gayret ederek, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmak olmalıdır. Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. Yarınlar için çalışmayanın, geleceği kayıptır…”

Nitekim, ’Suyun gemi içinde olması, geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır… Şu hâlde kalbini min ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle! Çalışma da haktır, devâ da haktır, dert de hak. Münkîr kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.’

Kasîde:

“Ey gönül! Bu fânî dünyaya, bu toprak yurda neden bağlanıp kalmışsın? Bu ağıldan dışarı çık; çünkü sen, can âleminin kuşusun! 

Sen, naz âleminin sevgilisisin; sen, sır perdesi altında oturanlardansın! Bu fânî yerde, ne diye oturuyorsun? 

Kendi hâline bir bak da, suret âlemine hapsolmaktan kurtul, mânâlar çimenliğine sefer et! 

Sen, kutsal âlemin kuşusun; ünsîyet, dostluk meclisinin nedîmisin! Sen, bu değersiz yerde kalırsan, yazıklar olur! 

Bu cihanda hakîki mutluluk, devlet arama; bulamazsın! İki cihanda selâmeti, ona kul olmaklığından iste! 

Aşk sözünü bırak! Zîrâ o, bir geçit yoludur, bir köprüdür! Sen, elinden geldiği kadar Allah’a kulluk et, iyi bir insan ol! 

Tebriz’in iftihâr ettiği Şems’ten ukbâ saadetini iste! Çünkü o, mânâların ön safında, mârifetler güneşidir!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXV

Azrâil’in birisine bakması, onun da Süleyman Aleyhisselâm’ın sarayına kaçması, tevekkülün çalışmadan üstün olduğu ve çalışmadaki faydaların azlığı.

956. Saf bir adam, bir kuşluk vaktinde koşa koşa Süleyman’ın adâlet sarayına erişti.

957. Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman, ona “Efendi ne oldu?” dedi.

958. O, “Azrâil, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki…” dedi.

959. Süleyman, “Peki, şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan! Rüzgâra emret,

960. Beni tâ Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarır.”

961. İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırsa, emele lokma olurlar.

962. Fakirlikten korkmak, tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farz et!

963. Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.

964. Ertesi gün Süleyman, divân vakti halkla buluşunca Azraîl’e dedi ki:

* “O Müslüman’a ne sebeple hışımla baktın? Ey Tanrı elçisi, bana anlat!

965. Acaba bu işi, o adamı hanümânından avâre etmek için mi yaptın?”

* Azrâil cevâben dedi ki: “Ey cihanın zevâlsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü.

966. Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.

967. Çünkü Hakk bana ‘Haydi bugün var, onun canını Hindistan’da al’ buyurdu.

968. Taaccüple ‘Yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak’ dedim.”

969. İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç da gör!

970. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!

Ahmed Eflâkî, ‘Âriflerin Menkîbeleri’ isimli eserinde bildirdiği üzere; Hazreti Şems, bir mecliste şunları dile getiriyor: “Cömertlik dört türlüdür: Zâbitlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan can cömertliği, ârifiere mahsus olan gönül cömertliği. Zâhitler mallarını verir, marifet alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘İşte biz ahiret evini arzda, ululuk ve fesat murad etmeyenlere mahsus kıldık’ buyurulmuştur. Cihad edenler, vücutlarını verir, hidâyet satın alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘Bizim yolumuzda cihad edenlere doğ­ru yolumuzu gösteririz’ buyurulmuştur. Gaziler canlarını verir, ebedî hayatı alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘Belki onlar sağ olup Rableri yanında rızıklanırlar’ denmiştir. Ârifler, gönüllerini verip sevgi alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘O onları, onlar da onu severler’ buyrulmuştur. 

Gönül alçaklığından daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz. Başkalarının elinde bulunan şeyden de ümidinizi kesiniz. Peygamberlerin izzeti, peygamberlikte; bilginlerin izzeti, tevazûda, kanaatte; zenginlerin izzeti, cömertlikte; ibâdet edenlerin izzeti de halvettedir. 

Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukla. Ölümden kaçınılmaz. İnsanın rızkı insandan kaçamaz. Rızk bölünmüştür. Ecel, malûm; hâris, mahrûm; cimri, mezmûm; kıskanç, mağmûm (gamlı) ve ârif de merhûmdur (rahmet olunmuş). Tedbîrin takdîre faydası yoktur. Kendi ecelinden kurtulamayacak ve emeline kavuşamayacak ve kendi rızkından geri kalamayacaksın ve başkalarının rızkını da sana vermiyecekler; o hâlde kendi vücudunu niçin öldürüyorsun. 

Ey insan oğlu! Zenginlik kanaatte, selâmet yalnızlıkta, serbestlik arzusuzlukta, dostluk rağbetsizlikte ve saadet sabretmektedir. Tamah edene izzet, kanaat edene de zillet yoktur. Hür insan tamahla kul olur. Kul da, kanaat etmekle azâd olur.”

Hasan Dede, “Allah, çok cömerttir, hiçbir varlıktan rızkını esirgemez” der, “O’nun bahşetmiş olduğu en büyük nimet ise akıldır, onu da insana vermiştir. İnsanın düşünmesi lâzım, mâdemki Allah, yarattıklarına karşı bu kadar cömert, o hâlde, talebimiz sadece Allah’tan olmalıdır. Bilgisizlikten başka hiçbir şeyden korkmamalı, bilmediklerimizi öğrenmekte azimli, isteklerimizde ölçülü olmalıyız. En büyük zenginliğimiz olan aklımızı kullanarak insanlık yolundan ayrılmamalıyız.”

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde buyuruyor ki: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” 

Mevlâna’nın çok büyük bir hayranı olan İbrahim Gülşenî de şöyle sesleniyor: “Biz, Cenab-ı Allah’ın ailesi mesâbesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah-u Zülcelâl, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrâil’in gıdasını gönderir. Mademki ne istersek onu ihsân ediyor, şu hâlde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, daima O’nu isteyelim.”

Şiir:

“Her zerre senin mânevî sofrandan yer içer, 

Ebedî olarak yeseler içseler de, 

Yine de mânevî güzellikler bitmez. 

Ezelî sofra için herkes kavga gürültü eder, 

Ama yediler içtiler yine de eksilmedi. 

Sevenlerini daima bu ebedî gıdayla, 

Yüceliklerine götürür, 

Gözlerin nuru biricik sultanım,

Nurum Muhammed…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXIV

Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tekrar tercih eylemeleri.

948. Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o hârisler…

949. Kadın, erkek nice yüzbinlerce kişi, neden oldu da zamâne menfaatlerinden mahrûm kaldılar?

950. Dünyanın başlangıcından beri yüzbinlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar.

951. O bilgili, idrâkli kavimler hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılır.

952. Tanrı, onların hile ve tedbirlerini ‘O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu’ diye anlattı.

953. O avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…

954. Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.

955. Adı, sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekâr adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”

Şöyle bir deyiş vardır: Duvara dayanırsın, bir gün gelir yıkılır; insana dayanırsın, bir gün gelir ölür; iyisi mi sen Allah’a dayan, çünkü O ne yıkılır ne de ölür…

Hazreti Mevlâna, “Sebeplere mübâşeretle dünya tâlibi, taate sarılmakla din tâlibi; Tanrı erlerine hizmetle de Hakk tâlibi olursun” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Gönlü kırık kimse Müslümandır. Seleflerimiz kırık vücutlu olmuş, gönüle ulaşmış ve, ‘Ben, gerçekten Muhammedî’yim’ sözünü tamamiyle bırakmışlardır. Gönlü kırık olan bir kavim ‘Rabbim, çok yüksektir’ dedi. Bununla da kanaat etmediler. Hastaya, Âyet’el Kürsî okuyan bir kavim de olur. Bir kavim de vardır ki Âyet’el Kürsî’dir. Davette hem kahır hem de lütûf vardır. Halvette ise sadece lütûf vardır.”

Hasan Dede, “Herkes halveti soruyor, halvet nedir diyor?” der, “Halvet, kimseyi dinlememek, Allah’la beraber olmaktır. Son perde, insanın kendisidir. O kalkınca, ebedî dirilik başlar. İnsan, büyük bir kitaptır ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin. Bu perdeler ve karanlıklar; bu dünyadaki türlü türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde aldığı çeşitli tedbirler ve nefsin sonsuz arzularından başka bir şey değildir.”

Kâinatta her varlığın bir ismi var; insanların da, kadın-erkek çeşitli isimleri var. Fakat isimlerden kurtuldun mu, o zaman orada sadece tevhid var.

Nitekim, “İsimden çok ne var?” der Hasan Dede, “İsimler sıfattır; zât ise her şeyi çevreler. İsim, bir bağdır, tek bir bağ. Hâlbuki zât, hiçbir şeyin zıddı değildir, çünkü tevhiddir. Biz kendi küçük aklımızla, her şeyi çevreleyen o kudreti de küçültüyoruz. ‘Ali’ diye isimlendirince, o kudret her şeyiyle beraber; ‘Ali’ olunca, ‘Rabb’ül-Âlemin’ olmaz, küçülür. Allah’a isim koyunca, O’na hudut çiziyoruz. Sonra o hududun içinde seyrediyoruz O’nu. Allah’ı esmâdan çıkarıp, hüsnâda seyrettik mi, o zaman O bütün kâinatı kaplar. Hüsnâ, Allah demektir.”

Kasîde:

“Hakk yoluna düşenlere mahrem oldum. Herkesin madde peşinde koştukları bir zamanda mânâya önem verenlere hemdem oldum, arkadaş oldum. 

Altı yönden de dışarda mânevî bir kubbe gördüm. Ben o kubbeye toprak oldum. Yeksân oldum, kan oldum, aşkın damarlarında coşarak dolaşmaya başladım. Gözyaşı oldum, Hakk aşıklarının gözlerinden aktım. 

Bazen beşiğinde konuşan İsa gibi baştan başa dil kesildim. Bazen de Meryem gibi susan bir gönül oldum. 

Hazreti İsa’nın, Hazreti Meryem’in kaybettikleri bir şey vardı ya, eğer bana inanırsan bil ki; o kaybedilen şey ben oldum. 

Zevâlsiz aşk neşterine karşı yüzlerce defâ yara oldum, merhem oldum. 

Her adımda Azrâil benim yol arkadaşım olmuştu. Ondan korktum, perişan oldumsa canım çıksın. 

Ölümle yüzyüze savaşa giriştim. Korkmak şöyle dursun, karşıma çıktığı için ölümün kendisinden neşeler aldım, sevinçler elde ettim. 

Varlık yükünü tamamiyle sırtımdan attım, ölümsüzlük üzengisine ayak bastım, ölümsüzlük atına bindim. 

Gerçi belim çeng gibi büküldü ise de, yine de sen ölümsüzlük ney’inin sesini benden duy, benden işit! 

Benim için Şems-i Tebrizî bayramların en büyüğü olan ‘Îd-i Ekber’ idi. İşte ben o bayrama büyük bir kurban oldum.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXIII

Aslanın yine çalışmayı tevekküle tercih etmesi.

929. Aslan dedi ki: “Evet ama kulların Tanrı’sı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu.

930. Dama doğru basamak basamak çıkmalı, burada cebrî olmak ham tamahtır.

931. Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, niye pençeni saklarsın?

932. Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malûm olur.

933. Bel gibi olan el de, Tanrı işâretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibâreleridir.

934. Tanrı’nın işâretlerini canına nakşederek ve o işârete vefâkârlık ederek can verirsen,

935. Sana nice sır işâretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.

936. Şimdi yük altındasın; Tanrı sana yükler bindirir… Şimdi onun emrini kabul edersen; sonra seni makbûl eder.

937. Şimdi onun emrini kabul edersen, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat ararsan, sonra vâsıl olursun.

938. Tanrı’nın nimetine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.

939. Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini arttırır. Cebîrse nimeti elinden çıkarır.

940. Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma!

941. Ey dikkatsiz cebrî! Sakın o meyve dolu ağacın altından gayrı bir yerde uyuma.

942. Ki rüzgâr hep dalları silkip başına çerez ve azık döksün.

943. Cebrîyeye inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavîdir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur?

944. Onun işâretlerine burun kıvırıyorsan kendini erkek mi sanıyorsun? Dikkat edersen anlarsın ki kadınsın!

945. Sendeki bu kadarcık akıl da zayî olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!

946. Zîrâ şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hâl, şükretmeyeni, tâ ateşin dibine çeker götürür.

947. Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; önce kazan sonra Tanrı’ya dayan!”

Hazreti Mevlâna, “Yaratıcı, ele, ayağa bir dert verince, elin ayağın senin için bir yılan olur. Ey el! Bizden başkasının yardımını isteme! Ey ayak! En son gidilecek yerden başka yeri isteme!” diye buyurur.

Hasan Dede de şöyle bir misâl veriyor ve diyor ki: “Bir ustaya, ama gerçek bir ustaya, bir hamur verdiniz mi, o usta o hamurdan sayısız suretler meydana getirir. Yâni simit yapar, poğaça yapar, börek yapar… Hepsinin ana maddesi nedir? Hamur. Pekâlâ, aynı hamur usta olmayan birinin eline geçse, o ne yapar? O da sadece ekmek yapar, çünkü işlemesini bilmez. Bizler insanlık tohumunu ekiyoruz, ama müridin de o tohuma bakması, büyütmesi lazım. Eğer çalışılırsa, gün gelir o tohumdan yine bir suret doğar. Hayat nefesledir, hiçbir şeyi boşvermemek gerek. İnsana boşverme yoktur, daima çalışmak vardır.”

“Hakk senden razı olursa, yer, gök senin için âdî birer bende olur. Yılanı senin eline âsâ yapar, düşman için de âsâyı ejderha eder” der Sultan Veled, “Öyleyse Hûdâ’ya sarıl, aletten korkma, aleti kullanan Allah’tan kork. Hakk’tan başkasını görmek, Hakk’tan başkasından korkmak, şirk olur. Şirkin bir de mânevî kısmı vardır. Eğer iyi kulak verirsen onu da söyleyeyim. Dinin zâhiri şekli dil ile ikrârdır ki bu, halk arasında kolay bir şeydir. Sen kelime-i tevhîdi söyledin mi, herkes sana mümin der ve öyle bilir. Fakat mânevî muvahhit o kimsedir ki o, Hakk’tan başka şeye iltifat etmez.”

Akıl, aşk, mârifet insanı Hakk’a ulaştıran merdivenlerdir; fakat Hakk’ın nazargâhı olan gönül hepsinden üstündür.

Hasan Dede bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Bir vücud şehrine vardı yolumuz, 

Süzdü iliklerden getirdi bizi. 

Sevgi denizine dalıp yüzerken, 

Gönül kuyusuna indirdi bizi. 

Yaradan’ın ismi ‘Ah’ ile başlar, 

Sevgimize şahit dağlar, ağaçlar. 

Olgunlaşıp beyaz olunca saçlar, 

Muhabbet meyinden kandırdı bizi.

Âyetler döküldü dillerimizden, 

Arınmış nur akar hallerimizden, 

Almak bitti vermek yüreğimizden, 

Kulluk pazarında buldurdu bizi. 

Gerçeğin sözünün mânâsı ağır, 

Hakk’a varmak zordur, 

Bilmez ki kör ile sağır, 

Bir gönüle girmezsen, 

Çağır… Ah çağır… 

Ummanı deryaya daldırdı bizi. 

Aşık der, bulduk toplandık çiçekten, 

Yenilen bal olduk. 

Bu yolda ölmeden evvel öldük, 

Kudretin balına bandırdı bizi…

Kasîde:

“Ey aşıklar, boş durmayın, şu beden yükünü üstünüzden atmaya çalışın! Çünkü, beden ile can kalmayınca, gönlünüz şu ağır beden yükünden kurtulur da gökyüzüne uçar gider. 

Gönlünüzü, canınızı hikmet suyuyla yıkayın, gönül tozları gitsin de, gözleriniz hasretle şu kirli yeryüzüne takılıp kalmasın, göklere çevrilsin. 

Dünyada bulunan her şeyin canı aşk değil midir? Aşktan başka ne varsa hepsi de fânî, hepsi de ölür gider. Dünyada ebedî olarak kalan ancak aşktır!

Ey insanoğlu, senin yokluğun doğuya, ecelin de batıya benzer. Bu doğu ile batı, başka bir gökte bulunmaktadır. Çünkü senin şimdi gördüğün gökyüzü de fânîdir. O da gelip geçicidir. 

Göklerin yolu, senin içindedir. Aşk kanadını çırp da uçmaya bak! Aşk kanadı kuvvetlenince artık merdiven kaygısı, merdiven gamı kalmaz. 

Dünyayı dışından görme, çünkü senin gözünün içinde bir başka dünya var. Bundan senin haberin yok. Sen bu görünen dünyaya gözünü kapa da, gözünün içindeki dünyayı görmeye çalış! Şunu iyi bil ki, sen iki gözünü de kapayınca, bu gördüğün dünyadan hiçbir şey kalmayacaktır. 

Senin gönlün bir dam gibidir. Hislerin, duyguların, gönül damının oluklarına benzer. Oluklar kalmayınca, sen damdan su içmeye bak. 

Sen bu gazelin tamamını, geri kalanını gönlümden, gönül defterimden oku! Sen benim dilime bakma, çünkü zamanı gelince dil de kalmaz, dudak da kalmaz! 

İnsanın bedeni yaydır. Sözü, nefesi de beden yayının oklarıdır. Ok ile okluk gidince yay bir iş yapamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXII

Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tercih etmeleri.

915. Hayvanlar, ona: “Çalışıp kazanmak, bil ki, halkın itikâd zayıflığı yüzünden, hârislerin boğazları miktarınca bir riyâ lokmasıdır.

916. Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esâsen Hakk’a teslîm olmadan daha sevgili ne var?

917. Çokları belâdan belâya; yılandan ejderhaya sıçrarlar.

918. İnsan hile etti, ama hilesi ona tuzak oldu… can sandığı, kan içici bir düşman kesildi.

919. Kapıyı kapadı, hâlbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbîri de işte buna benzer masallardandı.

920. O kin güdücü, yüzbinlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.

921. Mâdemki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!

922. Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.

923. Çocuk; tutucu, koşucu değilken babasının omzuna biner.

924. Fakat kuvvetlenip küstâhlaşınca, elini, ayağını şuraya buraya salmaya başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.

925. Halkın canları; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefâdan sefâya uçuyordu.

926. Vakta ki, ‘İniniz’ emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştüler.

927. Biz, Hakk’ın ayâli ve süt isteyen yavrularıyız. Peygamber, ‘Halk, Tanrı ayâlidir’ dedi.

928. Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye de kâdirdir” dediler.

Yüce Pîr Mevlâna buyurur ve der ki: “Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.”

“İnsan vücudu Allah tohumunun kabuğudur. Çırpınıp bu nefs denilen kabuktan kurtulursak ne âlâ… Yoksa kabuk olarak kalırız. Kabuğunu kırıp içinden çıkabilen görecek ki, bu kabuğun altında sadece Allah varmış” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “İnsan çok mukaddes bir varlıktır; çok mukaddes bir varlık… Fakat kendinden haberi olmadığı için, Allah’ı kendi dışında aradığı için hatalardan kurtulamıyor ve bütün ömrü sıkıntılarla, hüzünlerle geçip gidiyor. Biz, ‘Ben biliyorum!’, ‘Ben yapıyorum!’ dediğimiz için, bizi çevreleyen Kudret’i meydana çıkaramıyoruz. Öyle bir kanun ki, biz ‘Benim!’ derken, o Kudret çekilip gidiyor; biz ortada kalakalıyoruz. Kendimize yine kendimiz engel oluyoruz. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Acaba ben kimim? Bu bedenin içinde konuk olan kim?..”

Mevlâna’mızın buyurduğu gibi: “Ey can! Acaba kim olduğundan haberin var mı? Ey gönül sendeki konuğun kim olduğunu biliyor musun? Ey beden! Sen her hileye bir yol arıyorsun. Seni kendine çeken O’dur, seni arayanın kim olduğunu anla!”

Fakat, ‘mâdemki bizim gözümüzde birçok illet var’ ve göremiyoruz; o hâlde, gözümüzü gören bir göze teslîm ederiz; o göz de, yol gösterici mürşid-i kâmilin gözüdür. Gözümüz onun gözüyle birleşirse, bir de bakarız ki, gözümüz de, gönlümüz de birdenbire açılmış. Onların bizlerden tek istediği sadece bir gönüldür… ‘Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.’

Yüce Mevlâna yine şöyle buyurur: “Yüce göklere çıkmak, ancak doğru yolu bulma kuvvetiyle olabilir. İnsan, doğru yolu ancak Allah’dan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Aşıkların yolu da yokluktur, dini de.”

Mâdemki, ‘İniniz’ emriyle hapsolunduk, hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştük.’ Bu yeryüzünde, Rabb’in hâlifesi olarak yaratılmış iken, ‘bozgunculuk eden kan dökücü’ bir hâle geldik; o hâlde varlığımızı, ‘gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kâdir’ olanda yok edelim de, ‘Dönünüz’ emriyle elsiz, ayaksız olarak sefâ yurduna, asıl vatanımıza geri dönelim, yücelelim.

Kasîde:

“Gökyüzünden, Ülker yıldızından cana şöyle bir ses geldi: ‘Sen, yeryüzüne mensûb değilsin; sen, ötelerden geldin! Bu yüzden, aklını başına al da, yücelere yüksel, tortu gibi dibe çökme!.. 

Hiç kimse eşinden dostundan, eski bildiklerinden bu kadar uzun müddet seferde, yolculukta kalamaz! Bu ne bitmez bir yolculuk; artık şehrine geri dön!’

Sonunda; ‘Geri dön!’ sesini o padişahtan, o padişahlar padişahından duydun.

Ey zavallı; bu dünyayı, bu yıkık yeri ancak baykuşlar yurt edinir! Sen, ötelerden geldiğin hâlde, nasıl oluyor da bu yıkık yerde oturuyorsun?

Kendisine dikenden döşek döşeyen kişinin yanı, beli, sırtı hiç rahat eder mi, dinlenir mi? 

Her nefeste yüzlerce Çin’e, Maçin’e değer hikmetlerle canı neden beslemiyorsun, süslemiyorsun? 

Fakat, boş sözlerden, dedikodulardan ibâret olan hikmetlerle değil, insanın canını Allah’a yaklaştıran, mânen Allah’ı görür, hisseder hâle getiren hikmetlerle beslemelidir! 

Sen, bir inci ol, mücevher ol da, isteseler de istemeseler de alsınlar, seni taca taksınlar! 

Eğri büğrü yürüyen ayak gibi olma! Bırak şu eğri yürüyüşü de, elif gibi dümdüz ol, dosdoğru ol! 

Mezarlığa git de taşın, kerpiçin altına bak; yatanların başlarını ayaklarından ayırt edemezsin! 

Allah’ım! Sen, canları, Yasîn soyunun gittiği yoldan canlara ulaştır!

Nasıl ki, dua etmek bizden, kabul etmek de Sen’den ise, dualarımızı, Yasîn soyundan gelenlerin dualarına kat! 

Allah’ım! Nasıl ki, bizim işimiz az bir ihsanda bulunmak, Sen’in şânın da azı çok görüp beğenmekse, lütfet de, bize o çeşit yardımda bulun! Azımızı çok olarak kabul buyur! 

Allah’ım! Bizi, nefsanî arzulardan, bedenimize ait isteklerden, kibir ve hiddetten kurtar, akıl ve vicdan âlemine ulaştır! Bizi, asıl vatanımız olmayan şu dünyadan al, ötelere, yücelere götür!”