MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXVII

Bazen bir mürid, dâvâcı ve yalancı bir şeyhe adamdır diye sadâkatle inanır, itikât eder. Bu itikât yüzünden öyle bir makâma erişir ki şeyhi, o makâmı rüyada bile görmemiştir. Bu suretle müride su ve ateş bile zarar vermez. Hâlbuki şeyhe zararlıdır. Fakat bu, nâdirdir.

Fakat nâdir olarak tâlibin itikâdındaki parlaklık yüzünden şeyhin yalanı tâlibe faydalı olur.

Şeyhi, can sanır, ceset çıkar, ama tâlib, kendi iyi niyeti yüzünden öyle bir makâma erişir ki…

2280. Hâli, tıpkı gece ortasında kıble arayana benzer. Kıble bulunmasa bile namazı câizdir.

Dâvâcı ve yalancı şeyhin can kıtlığı gizlidir. Fakat bizdeki ekmek kıtlığı meydanda.

Niçin bunu, dâvâcı şeyh gibi gizleyelim? Neden fayda olmadığı hâlde utanıp ârlanarak can çekişelim?

Bir şeyh varmış, bu şeyhin de çok sâdık bir müridi varmış. Bir gün, şeyhin bir dostu onu ziyârete gelmiş. Selâmlaşmışlar, hâl hatır soruşmuşlar.

Sonra dostu, şeyhe, “Çok fenâ bir baş ağrısı çekiyorum. Bir nefes etsen de şu başımın ağrısı geçse” diye buyurmuş.

Şeyh, “Hay hay” demiş ve hemen o sâdık müridini çağırmış. 

Mürid hemen gelmiş, “Buyrun Efendi Hazretleri…”

“Bir nefes et de” demiş, “dostumun başındaki ağrı geçsin.”

Mürid, hiç itirâz etmeden, “Eyvallah” demiş ve oturmuş adamın karşısına, nefes etmiş. Adamın başındaki ağrı bir anda geçivermiş.

Mürid huzurdan ayrılınca, dostu sormuş şeyhe, “Ben” demiş, “senin nefes etmeni istedim, sen ise müridini çağırdın, ona nefes ettirdin. Bundaki hikmet nedir?”

“Ah dostum” demiş şeyh, “ben harâbâtım, safım, ama o benden daha saftır. Bu kadar şeyh varken, o geldi bana ikrâr verdi. Her sabah gün ağarmadan, atlar bisikletine, onlarca yol kateder gelir dergâha, sabah namazını edâ eder ve hizmete geçer. Ondaki bu sadâkati, saflığı, temizliği gördüğüm için, onun nefes etmesini istedim.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, kendisine “Müminler, namazlarını (salâtlarını) huşû içinde kılarlar” âyetini sorduklarında şu cevabı vermiş: “Huşû kalptedir. Huşû, Müslümanın vekârına yakışır şekilde, vücudunun sakin olması ve gözünü namaz kıldığı yerden ayırmamasıdır.”

Allah, sâdıkları sever.

Nitekim Peygamber Efendimiz, selâm üzerine olsun, ümmetine hitâben, “Ey ümmetim! Sıdk üzerinize olsun. Zîrâ sıdk, hayır ve ihsâna götürür. Hayır ve ihsân ise cennete götürür. Bir insan gösterdiği sıdkından dolayı yok olsa, ona devam eylediği için, o kimse Allah indinde sıddıkların makâmına yazılır” diye buyurur.

Kur’ân-ı Kerîm’de de, Ahzâb suresinin 23. âyetinde, “Müminler arasında öyle erler vardır ki, Allah’a verdikleri ahde sadâkat gösterdiler. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirerek şehid olmuştur, bir kısmı da şehid olmayı beklemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” diye buyrulur.

Gayb sırlarının tercümanı Hazreti Ali Efendimiz yine buyurur ki: “Aşktan daha feyiz verici, aşktan daha önemli bir hikmet rehberi, hayatın özünü her zerresine kadar gösteren, yollara ışık tutan, ruhun her yüzünde parlayan, aşktan daha üstün bir mürşid yoktur.”

“Hakk yolunda hakîkate varmak sözle olmaz, inandığını yaşamakla olur” der Yüce Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Hakk yolunda yürüyen âşık ilâhî sevgiyi gönlünde hissedince onun için baht da budur, devlet de budur, zevk de budur, yaşayış da budur. Onun için bu aşktan, bu sevdâdan başka bir alış veriş, başka bir kâr yoktur.”

Ne güzel seslenir bir şiirinde, mihrâb-ı aşk Hasan Dede, selâm olsun üzerine…

“Hakîkat bâb’ına varmak, kolay değil, kolay değil. 

Bütün zorlukları yenmek, kolay değil, kolay değil. 

İkrârına sadık olmak, temiz, pak su ile temizlenmek, 

Ateşten leblebi yutmak, kolay değil, kolay değil. 

Cemîyet içine girmek, zâlimi mazlumu görmek, 

Bu yolun sırrına ermek, kolay değil, kolay değil. 

Tüccâr olup satmak, öğretmen olup okutmak, 

İnsanları hep bir tutmak, kolay değil, kolay değil. 

Zâlim olan çeker zârî, bilmez neylesin o yâri, 

Gün gelir çekilir dâr’a Mansûr gibi, kolay değil, kolay değil. 

O Kur’ân’ın hecesine, yol gösterdi nicesine, 

Ermek yolun yücesine, kolay değil, kolay değil. 

Hasan’ın budur dileği, Allah’tır yaratmış meleği, 

Giymek ateşten gömleği, kolay değil, kolay değil…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXVI

Muhtaç ve müştâk müridlerin yalancı, düzenci dâvâcılara aldanmaları ve onları Hakk’a ulaşmış, yüce şeyh sanmaları, veresiyeyi peşinden, hileyle yapılmış çiçeği hakîki, bitmiş ve yeşermiş çiçekten ayıramamaları.

Bundan dolayı bilenler, hikmetle dediler ki: “İhsân ve kerem sahiplerine konuk olmak gerek.”

2260. Hâlbuki sen, öyle birisinin müridisin ki hasîsliği yüzünden kendisi gâlib değil, seni nasıl gâlib edecek?

Sana nur vermesi şöyle dursun… bilâkis kapkara bir hâle koyar.

Kendisinin nuru yok, onunla görüşüp konuşanlar nerden nurlanacak?

Bu çeşit şeyh, gözü akan ve görmeyen kişiye benzer. Gözüne ilaç çeker, ama zararlı ilaçtan başka bir şey çekemez ki.

Yoksulluk ve meşakkatte bizim hâlimiz de böyledir. Bize aldanıp da hiçbir konuk gelmez.

2265. On yıllık kıtlığı mücessem olarak görmedinse gözünü aç da bize bak!

Görünüşümüz dâvâcı adamların içi gibi gönlü kapkara, fakat dili şaşâlı!

Tanrı’dan onda ne bir korku var, ne bir eser. Fakat dâvâsı Şit’ten de ileri, Âdem’den de!

Hattâ ona, şeytan bile kendisini göstermez. Böyle olduğu hâlde o ‘Biz abdallardanız, hattâ daha ilerdeyiz’ der durur.

Kendisini adam sansınlar diye dervişlerin bir hayli sözünü çalmış çırpmıştır.

2270. Söz söylerken lâfı Bayezid’den ziyâde inceler, onu bile kusurlu bulur. Hâlbuki onun içyüzünden Yezid arlanır.

Gökyüzünün ekmeğinden, sofrasından nasîpsizdir. Hakk, önüne bir kemik bile atmamıştır.

O ise ‘Sofrayı yaydım, Hakk’ın vekîliyim, halîfe oğluyum’ diye bağırıp durmaktadır.

‘Ey aşağılık saf kişiler, gelin… gelin de ihsân ve keremimin sofrasından, kimse mânî olmaksızın yiyin’ demektedir.

Onlar da onun başına toplanırlar. Nimet ve ihsân istedikçe yalancı şeyh ‘Yarın’ der. Fakat bir türlü o yarın gelip çatmaz.

2275. Âdemoğlunun, az çok sırrı meydana çıkarabilmek için uzun zaman lâzımdır.

Tek duvarının altında define mi var, yoksa yılan, karınca, ejderhâ yuvası mı?

O yalancı şeyhin hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya kadar tâlibin de ömrü tükenmiş olur; artık anlamanın ne faydası var?

Bir söz vardır; “Kendisi muhtaç dede, kime himmet ede?”

Bir gün, selâm olsun üzerine, Yüce Pîr Mevlâna’ya demişler ki: “Efendi Hazretleri, siz burada sayısız hakîkat sunuyorsunuz. Biz başka yerlere de gidiyoruz, sizin sunduklarınızın onda birini dahî işitmiyoruz. Ama orada cemaat çok, sizde ise az; bunun hikmeti nedir?” 

Hazreti Pîr şu cevabı vermiş; “Orada o kalabalığı görüyorsunuz, ama benim buradan gönderdiklerimi görmüyorsunuz. Benim cemaatim az olsun, ama has olsun.”

Nitekim, “Manavda mal çoktur, ama değeri yoktur; sarraf dükkânında da malzeme azdır ama değeri çoktur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Hattâ sarraf dükkânı boştur” der, “Sarrafta hiçbir zîynet bulunmaz. Bir mihenk taşı bir de terâzisi vardır. Bütün mücevherlere ayar verir.”

Aslında kâmil mürşidi, sahte mürşitten ayırdedecek olan, yâni keşfedecek olan mürittir. Mürid, Hakk’ı anlamak, Hakk’ı bilmek üzere sorular sorar; mürşid de cevap verir. Fakat sahte mürşid, soruları bir yere kadar cevaplayabilir, sonrasında, ‘Hâşâ’ der, ‘Çizmenin dışına çıkma!’ Fakat kâmil mürşid, müridin her sorduğu soruya zahmetsizce cevap verir, çünkü ondan konuşan Hakk’ın kendisidir. 

Zîrâ, Hakk, bütün kâinatı yaratırken şöyle buyurmuştur: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi diledim.”

Hasan Dede, “Allah, en son varlık olarak insanı yarattı. İnsana en büyük nimet olan akılı bahşetti” diye buyurur; “İnsan, aklını güzel kullanırsa ve ben kimim, ne için yaratıldım, diye bir araştırmaya girerse, sonunda görecek ki kendi dışında hiçbir varlık yokmuş, hattâ kendinde varolan da Allah’mış. 

Bir insan kendini bilerek yaşarsa hiç hatalara düşmez. Ama bir insan kendini bilmeyerek yaşarsa ve bir de kimliğini öğrenmek için arayışa düşmezse, demek ki ona verilen o akıl boşa verilmiş, o aklı doğru yolda kullanmıyor ve ömrünü boşa zâyî ediyor demektir. 

Peygamber Efendimiz her zaman insana insanı söylemiştir. İnsanın hakîkatte ne kadar mukaddes bir varlık olduğunu, Allah’ın insan dışında olmadığını, Allah’ın insandan işlediğini ve insanla kendini kanıtladığını söylemiştir. Fakat mâlesef kendinden haberi olmayan hocalar yüzünden O’nun sözlerinin mânâsı toplumda bilinememiştir.

Çalışmak lâzım ki, İslâm oyuncak hâline gelmesin. Dışarıdan bir sürü misyoner gelip, bir takke takıyor, sakal bırakıyor, isim değiştiriyor, toplumda kendini sevdirip, insanları gericiliğe sürüklüyor. 

Bütün peygamberler İslâm’dır. Misyonerlik devri geçti, artık insanlık devri doğdu. İnsana insanı söyleyeceksin. İnsan olursa kâinata rahmettir. İkilik tohumu atanlar ne Allah katında sevilir, ne kendi peygamberleri sever.

Bizim vazîfemiz, yolcuya kendinin kim olduğunu bildirmek, kimliğinden haber vermektir. Eğer yolcu burada anlatılanlara kulak verir de kimliğini öğrenmeye ve kendini bulmaya gayret ederse, kısa zamanda kurtuluşa erer. Ama kulak vermez de yanlış yollara saparsa, hiçbir yere varamaz. Kendini bilen insan, Hakk’ı kendinde bulur, gayrıda aramaz. O, insan dışında değildir. Her zerreniz O’nunla diridir. Bizlerin tek arzusu evlâtlarımızı yücelerde görmektir, aşağılarda değil…”

Kasîde:

“Ey zavallı insan! Ölümsüz bir canın var; neden boş yere ölümden korkuyorsun? Sen, Allah’ın bir nuruna mâliksin; bu nurla sen, o daracık mezara sığabilir misin? 

Gönlünü hoş tut; âlem, sende bulunan o incinin, o ilâhî emânetin yüzünden, baştan başa altın kesildi! Gönül verdiğin o güzel varlığa benzer bir güzel nerede var; öyle bir güzeli gösterebilir misin? 

Beden, aşk ile arkadaş olunca, onunla düşüp kalkmaya başlayınca dayanamadı da, kendini fazlaca içkiye verdi! Ey hoca; neden benim bu hâlimden ürküyorsun da, bana bakıp yüzünü ekşitiyorsun? 

Renksizlik âleminde, mest olup kendinden geçmek var, şuhluk var! Ey şeyh efendi; senin gönlün neden böyle daralıyor, neden kendini gamları kederlere kaptırıyorsun? Herhâlde, senin aşktan haberin yok! 

Bu kadar kedere kapılma, bu kadar çok gam yeme! Ne zamana kadar böyle yaslara gömüleceksin? Sen, acılar çekmeye, yaslara gömülmeye lâyık değilsin! Bizim sana bağışladığımız o sevgiyi kaybetmedinse, gamı kederi bırak da, bizimle beraber ol, bizimle aynı renge boyan! 

Ey Sevgili! Verdiğin nurla, can, öyle mânevî bilgiler elde etti, öyle derin bir bilgin oldu ki… Buyur ey Efendimiz, buyur; sende ne şarap dolu kadehler var!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXV

Yoksul Arap bedevîsinin hikâyesi ve yoksulluk yüzünden karısıyla arasında geçenler.

Bir gece bir bedevî karısı, dedikoduyu hadden aşırarak kocasına dedi ki:

“Bütün bu yoksulluğu, bu cefâyı biz çekmekteyiz. Âlemin ömrü hoşlukla geçiyor. Sade biz kötü bir hâldeyiz.

Ekmeğimiz yok, katığımız dert ve zahmet… Testimiz yok, suyumuz gözyaşı.

2250. Gündüzün elbisemiz güneşin ziyâsı… Geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı.

Açlığımızdan değirmi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.

Yoksullar, bizim yoksulluğumuzdan ve gece gündüz yiyecek düşünmemizden arlanıyorlar.

Sâmirî’nin halktan kaçtığı gibi akraba, yabancı… Herkes, bizden kaçıyor.

Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize ‘Sus, geber, babalar çıkarasıca’ diyor.

2255. Arap’ın iftihârı, savaş ve ihsândır. Sense Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun.

Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş!

İhsân nerede? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarından kan emmekteyiz.

Hele bize misafir gelsin… geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!”

Bir gün Hazreti Musa, Tûr-i Sînâ’da iken, Sâmirî, cemaate buzağı şeklinde bir put yaparak, “Bu sizin ve Musa’nın unuttuğu bir ilâhtır” (Tâ Hâ, 88) demiş ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırmıştır. Hazreti Musa, Tûr-i Sînâ’dan geri döndüğünde kavminin bu hâlini görerek hiddetlenmiş ve Sâmirî’ye, “Defol, senin için dünya hayatında ‘lâ-misâs’ olsun” (Tâ Hâ, 97) yâni, ‘Bana dokunmayın, temas etmeyin’ demek olsun diye bedduada bulunmuştur. Sâmirî, bunun üzerine oradan kaçarak uzaklaşmış ve bir kimseye rastladığı vakit “Lâ-misâs” diye bağırmıştır.

Sâmirî, nefsine uyarak, buzağıdan bir put yapmış ve buzağıyı, yâni dünyayı halkın gözünde ilâhlaştırarak, Hakk’tan uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Hazreti Musa da, onun bu kötü huyundan dolayı, insanlara zarar gelmemesi için, ona bu bedduada bulunmuştur. Ve kavmine dönerek, “Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Onun bilgisi her şeyi kuşatmıştır” diye seslenmiştir. (Tâ Hâ, 98)

Hallâc-ı Mansûr’un, selâm olsun üzerine, bir sözü vardır, der ki: “İnsanın hayatta iki rekât namaz kılması kâfîdir, ancak abdesti kendi kanıyla alması gerektir.” 

“Her an iman ettiği yere teslimiyette duran kişi derviştir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Fakat bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, iman ettiği yerde yokluğa bürünmüş ve iman ettiği yerin varlığıyla gerçek kimliğine ermiş, ölmeden evvel ölmüştür. Fakat insanların kimliklerinden haberleri yok. Böyle olduğu için de daima korku içinde, cehâlet içinde ve isyanlar içinde ikiliklerde yaşayarak hayatlarını sürdürmektedirler.”

Hazreti Pîrimiz Mevlâna, selâm olsun üzerine, dünya yaşamı ile ilgili bakın ne güzel seslenir bizlere…

“Dünyadaki yaşayışımız, bazen tatlıdır, hoştur, bazen de kederlerle doludur, hoş değildir! Aklını başına al da sen, daima hoş yaşama mülkünü bağışlayana gönlünü ver; fânî dünyaya değil, ebedî hayat lütfedene aşık ol!.. 

Bütün ömrümüzün gecesi siyah, gündüzü aydınlık olarak geçer! Sen, ilâhî nurla daima aydınlık olan bir ömrü ara!.. 

Ey aşıklar, arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Bâkî olan sizsiniz, bekâ sizindir! Ey yüreklerinde aşk derdi olmayanlar, kalkın aşık olun… İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın! 

Aşk, kızıştı da akın etti mi bütün güzeller, göze çirkin görünür. Aşk gayreti, zümrüdü bile insanın gözüne pırasa kadar âdî gösterir… 

İşte ‘Lâ’nın mânâsı budur. Ey sığınacak yer arayan, ‘Lâ ilâhe illâ Hu’ işte budur… Ay bile sana kararmış çömlek gibi görünür! 

Âşıkın Allah’tan kazandığı sevap da Allah’tır. Âşıkların neşesi de O’dur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de. Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdâdır. 

Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar. ‘Lâ’ kılıcı, Allah’tan başka ne varsa hepsini keser, silip süpürür. Bir bak hele, ‘Lâ’dan sonra ne kalır? İllallah kalır, hepsi gider. 

Neşelen, sevin ey ikiliği yakıp yandıran şiddetli aşk! Zaten evvelkiler de O’ydu, sonrakiler de. İkilik ancak şaşı gözün bir görüşüdür, bunu böyle gör.”

Kasîde:

“Ey doğru yolda yürüyen dost, benden bir öğüt duy; ‘Dervişin işi gönül kanı ile başa çıkar, gönül kanı ile elde edilir.’

Bunu iyi bil ve inan ki, Allah gönlü yaralı dervişin duasını duyar, ve kabul eder.

Ne olduğu bir türlü bilinemeyen o padişahı gönlünde bulunca, zenginleştin, azdan çoktan kurtuldun demektir. 

Bu aşk yolunda İsmail gibi kurban ol, sen koyun değilsen bir ermişe bağlan! Ona gönül ver! 

Sen Tebrizli Şems’in havasında yetiştiğin için boş yere şu hamları düşünme, kendi hâllerine bırak!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXIV

Zamanında kerem ve ihsânda Hâtemî Taî’yi geçen ve nâziri bulunmayan halîfenin hikâyesi.

Eski zamanda bir halîfe vardı ki, Hâtem’i cömertliğine köle etmişti.

2240. İhsân ve adâlet bayrağını yüceltmiş, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıştı.

Deniz ve inci, onun vergisine nispetle ehemmiyetsiz bir hâle gelmiş, lütuf ve ihsân Kâf’tan Kâf’a yayılmıştı.

O padişah, topraktan ibâret olan şu yeryüzünde bulut ve yağmurdu. İnâm ve ihsân sahibi Tanrı’nın vericiliğine mazhârdı.

Deniz ve mâden, onun ihsânına karşı zelzeleye düşmüş, onun cömertliğine doğru kâfile kâfile gelip duruyordu.

Kapısı, hâcet kıblesiydi. Şöhreti, cömertlikte bütün âleme yayılmıştı.

2245. Onun vergisinden, onun cömertliğinden Acem de şaşırmıştı, Rum da. Türk de hayrete dalmıştı, Arap da.

Hayat suyu, kerem deniziydi. Onun yüzünden Arap da dirilmişti, Acem de!

Hikâyede adı geçen Hâtem, cömertliğiyle meşhûr bir Araptır ve Tay boyundandır. Hazreti Muhammed Efendimizin zamanında yaşamış, fakat Hazreti Muhammed’in nübüvvetini ilân edip, dâvete başlamasından önce vefât etmiştir. Kızı, Müslüman olmuş; oğlu ise, önce Şam’a kaçmış, lâkin sonra Medine’ye gelerek o da Müslümanlığı kabul etmiştir.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, kırk yaşlarında nübüvveti giydiği zaman, “Hem Musa ümmetine, hem Davud ümmetine, hem de İsa ümmetine kucak açmaya geldim; bütün âleme rahmet olmaya geldim” demiştir ve herkese insan olarak bakmış, aralarında hiç ayırım yapmamıştır.

Yüce Pîrimiz Mevlâna da, selâm üzerine olsun, Hazreti Muhammed Efendimizin bu sözüne dayanarak der ki: “Her ne isen yine gel, ister kâfir ol, istersen putperest ol, istersen yüzlerce sefer tövbeni bozmuş ol, yine gel. Burası bir umut kapısıdır, umutsuzluk kapısı değil, yine gel..” 

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, “Dünyamızda ne kadar Müslüman varsa hepsinin din kardeşiyim, dünyamızdaki bütün insanların, insan kardeşiyim” diye seslenir.  

Yüce Pîrimizin de dünyaya çok güzel bir seslenişi vardır, şöyle buyurur: “Sevgiye dâir ne varsa bu âlemde, ben orada varım. Kavgaya, savaşa dâir ne varsa, ben orada yokum.” 

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “İnsanlar, Hazreti Muhammed Efendimizin, Hazreti Ali Efendimizin, Hazreti Mevlâna’nın o güzel bakışlarından, insanî sözlerinden biraz nasîb alsalardı; bütün insanlık âlemine sevgi dolu seslenişlerine, bilginlerimiz kulak verselerdi, bu kavgalar, bu savaşlar çıkmazdı” der, “Çünkü onlar cemaatlerine, kural koymadan, cemaatlerinin dertlerini dinleyip, sözleri ile devâ oldular, gönülleri tamir ettiler. Bu yüzden toplumda sevildiler. Biz ayırım yapmadan hepsini seviyoruz. Çünkü hizmetleri güzel. Onun için yolumuz gönül tamircisi olmak, sevgiden söz etmek ve sevgide yaşatmaktır.”

Yüce Pîr Mevlâna’ya sorarlar: “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?”

“Benim bakışımda bütün Peygamberler Ahmed. İsa da Ahmed, Musa da Ahmed, Davud da Ahmed. Çünkü peygamberlerin hepsi benim sevdiğim Allah’tan konuştular. Elinizde yüz tane mum var ve hepsini uyandırdınız diyelim. Hepsini uyandırınca istersen en öndekine bağlan, istersen en sondakine” diye cevap verir.

“Neden?” derler.

“Çünkü hepsinin görevi karanlığı ortadan kaldırmaktır.”

Yine sorarlar: “Yâ Mevlâna, dinler hakkında ne buyurursun?” 

Mevlâna şu cevabı verir: “Dinlerde ibâdet farkı var; bütün dinlerde amaç bir, hepsi benim inandığım Allah’a koşmaktadır.”

“Din, kuralı yaşatmak değil, kim tebliğ etti ise, onu sevmektir” der Hasan Dede, “Bizim dinimiz insandır. Kurallar olsun olmasın ben onu gönlüme koymadıktan sonra o kuralların kıymeti yoktur. Allah bütün güzelliklerini peygamberler ile insanlara sundu. Bütün peygamberler insanlığa ışık tutmak, karanlıkları kaldırarak, insanları aydınlığa götürmek, birliğe, kardeşliğe dâvet etmek için geldiler. Hiçbiri insanlara kötülük yapmadı. Peygamberlerin hepsi Allah’tan elçilik yaptılar. İnsanların sırtlarından yüklerini aldılar, onları doğru yola sevk ettiler. Peygamberleri en iyi tanıyarak dünyaya en güzel mesajı veren Hazreti Mevlâna’dır. Biz de âcizane ellisekiz seneden beri onun temsilcisiyiz. Onun dilini kullanmakta, onunla yürümekte, onunla yaşamaktayım ve onu yaşadığım kadar yaşatmaya çalışacağım.”

Rubaî:

“Bu sevdâma lâyık nârâ nerede; benim nurlarımı saçan bir güneş ve ay var mı?.. Yâ Rabbi! Canıma şu dilden başka bir dil ver de, Sen’in büyüklüğünden, Sen’in birliğinden söz ederken gönül sazımın teli kopmasın!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXIII

“Ey Şems-i Tebrizî; gel, gönlüme güneş gibi ışık kılıcını vur! Kalkana benzeyen cana, ancak güneşin kılıcı nur verebilir!” Mevlâna

2230. O para veriş cömert kişiye lâyıktır. Can vermekse esâsen âşığın vergisidir.

Hakk uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hakk uğruna can verirsen sana da can bahşederler.

Şu çınarın yaprakları dökülürse Tanrı, ona yapraksızlık azığı bağışlar.

Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Tanrı’nın inâyeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi?

Bir adam ekin ekince ambarı boşalır, ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur.

2235. Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler.

Bu cihan tamamiyle fânîdir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Suretin sıfırdan ibârettir; dilediğini mânâ âleminde dile!

Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, fedâ et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!

Eğer bu kapıdan bunu almaya kudretin yoksa bâri benden şu hikâyeyi dinle!

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle bir menkîbe dile getirir:

“Bir gün Musa Kelâmullah kalkmış Tûr-i Sînâ’ya gitmiş. Tûr-i Sînâ’da Cenâb-ı Hakk’a demiş ki, ‘Bana izin verir misin Allah’ım, senin kullarını biraz keşfe çıkayım?’

‘Buyrun yâ Musa’ demiş Hakk, ‘çıkabilirsin.’

Çıkmış Musa, gelmiş bir rençbere, ‘Allah’ın selâmı üzerine olsun’ demiş.

O da ‘Sizin de yâ Musa’ demiş.

‘Ne yapıyorsun?’

‘Toprağı işliyorum.’

‘Güzel… Ne ekeceksin?’

‘Buğday ekeceğim.’

‘Olacak mı? Nasıl görüşün?’ demiş Musa.

‘Allah verirse’ demiş rençber, ‘olacak.’

Musa sevinmiş. Neden? Çünkü Allah’a sığınarak cevap verdi.

Kalkmış yürümeye devam etmiş. Bir rençber daha görmüş karşısında. Ona da selâm vermiş. Ona da sormuş, ’Ne yapıyorsun?’

‘Toprağı işliyorum.’

‘Ne ekeceksin?’

‘Buğday.’

‘Olacak mı?’

‘İster istemez olacak’ demiş rençber.

Bakın şimdi… Musa duraklamış, sormuş, ‘Ya Allah vermezse?’

‘İster istemez verecek!’

Musa Kelâmullah böyle bir kişiyle karşılaşmadığı için, bırakmış başkasını gezmeye, doğru Tûr-i Sînâ’ya gelmiş, çıkmış Hakk’ın huzuruna. ‘Allah’ım’ demiş, ‘senden izin istedim kullarını gezmeye. İki kulunu gezdim, ikisinin de işlerini keşfettim. Sordum ilkine, ne ekeceksin tarlanda, dedi buğday ekeceğim. Olacak mı? diye sordum, dedi ki Allah verirse, sana sığındı. Bu cevap benim hoşuma gitti, sana sığındığı için. İnşallah Allah verir… Sonra daha ileriye gittim, yine bir rençbere rastladım. O da toprağını işlemiş, ona da sordum, ne ekeceksin, dedi buğday. Olacak mı? diye sordum, bana celâlî cevap verdi, ister istemez olacak dedi. Durakladım, rençberin cemâline baktım, sordum ya Allah vermezse, dedi ister istemez verecek… Onlardan ayrıldım, senin huzuruna geldim.’

Cenâb-ı Hakk, Musa’ya sormuş, ‘Yâ Musa ilk ziyâret ettiğin rençberin tarlasına baktın mı, nasıl işlemiş?’

‘Baktım’ demiş, ‘dörtte üçünü güzel işlemiş, ama toprağın dörtte birinde topaklar vardı.’

‘Yâ Musa’ demiş Hakk, ‘ona istersem veririm, istemezsem vermem.’ Sonra yine sormuş, ‘Pekâlâ’ demiş, ‘beni mecbur kılan, ister istemez verecek diyen rençber toprağını nasıl işlemiş, baktın mı?’

‘Baktım’ demiş Musa, ‘toprağı o kadar güzel işlemiş ki, sanki toprağı kahve hâline getirmiş.’

‘Ah Musa’ demiş Hakk, ‘ben o kişiye vermezsem, dünyadan adâletim kalkar, mecburum vereyim.’

Bakın ne diyor, dünyadan benim adâletim kalkar diyor, mecburum vereyim…

Onun için her kişi, yaptığı işin hakkını verirse hiç gam yemesin, Allah karşılığını verir. Ama baştan savma iş yaptı mı, e Allah da onu başından savar… Yâni hiçbir şeyi mecbur ettiremezsin.”

Âşığa gelince; Sultan Veled Hazretleri, selâm üzerine olsun, niyâz ilâhîsinde şöyle seslenir: 

“Şem’i ruhuna cismimi pervâne düşürdüm

Evrâk-ı dili ateş-i suzâne düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâne düşürdüm

Takrîr idemem derd-i derûnum elemim var

Mevlâ’yı seversen beni söyletme gamım var

Dinle sözümü sana direm özge edâdır

Derviş olana lâzım olan aşk-ı Hüdâ’dır

Âşıkın nesi var ise mâşuka fedâdır

Semâ sâfâ cana şifâ ruha gıdadır

Ey sofu bizim sohbetimiz cana sâfâdır

Bir cur’amızı nûş ide gör derde devâdır

Hakk ile ezel ettigimiz ahde vefâdır

Semâ sâfâ cana şifâ ruha gıdadır

Aşk ile gelin eyleyelim zevk u sâfâyı

Göklere değin er görelim hûy ile hâyı

Mestâne olup debredelim çeng ile nâyı

Semâ sâfâ cana şifâ ruha gıdadır

Aşk ile gelin tâlib-i gûyende olalım

Şevk ile sâfâlar sürelim zinde olalım

Hazreti Mevlâna’ya gelin bende olalım

Semâ sâfâ cana şifâ ruha gıdadır…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXII

Her pazar yerinde “Yâ Rabbi, muhtaçları doyuranların her birine, verdiklerine karşılık mükâfat ihsân eyle. Yâ Rabbi, vermeyip saklayanların mallarını da telef et, onları zararlandır” diye dua eden iki meleğin dualarını, tefsîr; ve o verici kişinin Tanrı yolunda mücâhid olduğu, hevâ ve heves yolunda müsrif olmadığı.

Peygamber dedi ki: “Öğüt vermek üzere iki melek hoş bir surette nidâ ederler:

Ey Tanrı, muhtaçlara ihtiyaçları olan şeyi verenleri doyur, verdikleri her dirheme karşılık yüzbin ihsân et!

2220. Yâ Rabbi, malını esirgeyenlere de ziyân içinde ziyândan başka bir şey verme!”

Fakat nice esirgemeler vardır ki, vermeden iyidir. Tanrı malını Tanrı’nın buyurduğu yerden gayrıya verme.

Ki hadde hesaba sığmaz hazine elde edesin ve bu suretle kâfirlerle, küfrânı nimet edenlere katılmayasın.

Kâfirler; kılıçları, Mustafa’ya üstün olsun diye develer kurban ederlerdi.

Tanrı emrini, Tanrı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren. Her gönül, Tanrı emrini anlayamaz.

2225. Yersiz ihsân, âsi bir kölenin, güyâ adâlet ediyorum, ihsânda bulunuyorum diye padişahın malını âsilere dağıtmasına benzer.

Kur’ân’da “Onların bütün ihsânları hasretten ibârettir” diye gaflet ehlini korkutan bir âyet vardır.

Şu âsinin adl ü ihsânı, onu padişahtan daha ziyâde uzaklaştırır, gözden düşürür ve ancak yüzünü kara eder.

Mekke ulularının Peygamber’e harp ederken kurban kesmeleri de, Tanrı tarafından kabul edilir ümidiyleydi.

İşte bunun için mümin tevfîke mazhâr olamamak korkusundan dâima namazda “İhdinâs sırâtel müstakîm” der.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, der ki: “Biz su üstündeki kâseyiz sanki. Suyun üstündeki kâsenin gidişi, kâsenin buyruğuyla, dileğiyle değildir; suyun buyruğuyladır, suyun dileğiyle.”

Ve Fihî Mâ-Fîh’de şöyle buyurur: “Ehli olmayana güzelliği göstermek zulümdür; o, yalnız ehline gösterilir. ‘Hikmeti, ehli olmayana vermeyin, verirseniz hikmete zulmetmiş olursunuz; fakat ehlinden de saklamayın, ehil olanlara zulmedersiniz’ buyrulmuştur.”

Beyit:

“A gerçekler padişahı, benim gibi bir münâfık gördün mü sen? Dirilerinle diriyim, ölülerinle ölüyüm ben.”

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Size bir yara değdiyse o kavim de tıpkı sizin gibi yaralandı. Bu günler, öyle günler ki onları insanlar arasında nöbetle döndürür dururuz. Böylece de Allah, bilgisini, inananlara açıklar, içinizden şehitler edinir ve Allah zâlimleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 140)

Hazreti Pîr yine şöyle buyurur: “Müminin kulağı, vahyimizi kavrar, beller… Öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır. Âdetâ çocuğun kulağına benzer; anasının sözleriyle dolar da söze başlar, konuşur. Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur. Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir. Bu ince ve gizli kinâyelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?..”

Nitekim Hazreti Ali Efendimizin de, selâm üzerine olsun, şöyle bir nasihati vardır bizlere… “Kalbini öğütle dirilt, zâhitlikle öldür; tam inançla kuvvetlendir; hikmetle aydınlat.”

“Bir kişi Hazreti Muhammed’in izinden yürür, kabı ölçüsünde O’nun gibi hizmet sunmaya gayret gösterirse, O’ndan koku yansıtır. İnsanlık kokmaya başlar” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Gösteriş ve menfaat uğruna yapılan yardımlar geçersizdir. Kişi herkesi, hatta kendini kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Çünkü Hakk her şeye vâkıftır. O, her şeyi görür, çünkü kâinat O’nundur, kâinatla görür. Küçük akıllar ancak kendilerini kandırmış olurlar.”

‘İşte bunun için mümin tevfîke mazhâr olamamak korkusundan dâima namazda ‘İhdinâs sırâtel müstakîm’ der.’

Adâlet, her şeyi lâyık olduğu yere koymaktadır.

Rubaî:

“Hakîkat erinin bu âlemde bir nişânı olsaydı, hatıra gelen bütün ilâhî remizlere tercümân olurdu. 

Ovada uçan kuşlar, o âleme yol bulsalardı, her kuşun kanadından bütün müşküller halledilirdi. 

Herkes aşk pazarına gelemez; gelebilseydi her taşın dibinde binlerce kervan görünürdü.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXI

“Vasf-ı lîsan seninledir, vasfedemem gönül seni. Nutk-ı beyân seninledir, vasfedemem gönül seni. Asl-ı cihansın ey gönül, vasla mekânsın ey gönül. Kevn ü mekân seninledir, vasfedemem gönül seni.” İbrahim Hakkı Erzurumî

2205. Çalgıcının gönlüne öyle bir hayret geldi ki yerden de dışarda kaldı, gökten de.

Ona, arayıp tarama hudûdu ardında öyle bir arayıcılık düştü ki ben bilmiyorum; sen biliyorsan söyle!

Hâlden de öte, kâlden de ileri şöyle bir hâle, öyle bir kâle erişti; ululuk sahibi Tanrı’nın cemâline dalıp kaldı.

Ama tek bir kurtuluş imkânı bulunsun… Yâhut denizden başka onu tanıyan, gören olsun… Hayır, bu çeşit dalış değil.

Bu sözler, her ân zuhûra gelmeseydi, durmadan zuhûr ediş, bu sözlerin söylenmesine sebep olmasaydı aklıcüzî, külle ait sözler söylemezdi.

2210. Fakat birbiri ardınca durmadan zuhûr ettikçe zuhûr ediyor. Bundan dolayı da denizin dalgaları buraya dek gelip vuruyordu.

İhtiyar çalgıcının hikâyesi buraya varınca ihtiyar da yüzünü perde ardına çekti, ahvâli de.

İhtiyar, eteğini dedikodudan silkti; ona ait bizim ağzımızda ancak yarım bir söz kaldı.

Bu ayş ü işreti düzüp koşma uğrunda yüzbinlerce can fedâ edilse değer.

Can ormanındaki avcılıkta doğan ol; cihanın güneşi gibi canla oyna!

2215. Yüce güneş, can veregelmiştir; her nefeste boşaldıkça doldururlar.

Ey mânevî güneş, can ver de eski cihana yenilik göster.

İnsanın vücuduna da akıl ve ruh, gayb âleminden akar su gibi gelmekte.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara sûresinin 105. âyetinde, “Allah, rahmetini dilediğine tahsîs eder. Allah, çok büyük lütuf ve ihsân sahibidir” diye buyrulur.

“Her şeyin başı aşktır” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Aşk, bütün zekâlardan üstündür. Akıl orada şaşkına döner. O âlemin sultanı aşktır. Akıl aşkı anlayamaz. Aşk, târifi mümkün olmayan bir zevktir. Aşktan başka her şey Allah’ın sıfatı, ancak aşk, Allah’ın zât’ıdır. Aşkın ne olduğunu bilmeyenler, âşıka deli derler. Aşkın mâhiyeti, hep yokluktur. Yokluk tecellî edince, görgü değişir, duygu değişir.

Hakk aşıklarının hâlleri meczupları andırır, çünkü o ilâhî aşk şarabının küpünden sarhoş bir hâle gelmiştir. Âşık, her an sevgilisi ile râbıtadır, onun aşkıyla kendinden geçmiştir. Âşık olan kişinin hâli, davranışı farklıdır. Âşık olan kişide Hakk’ın nefesleri zuhûr eder.”

Nitekim şöyle buyurur Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun… “Ben söylemiyorum. Fakat Hakk’ın, ‘Nahnu nefahnâ – Biz üfledik’ nefesi, içimde üflüyor da iniltilerim, tâ Süreyyâ’ya kadar çıkıyor… Bu tenimin kamışını, azîz ve yüce Tanrı, yokluk kamışlığından kesti, yonttu, ney yapıp üfledi… Gönül, baştan başa ney idi. Cihan, baştan başa başka şey. Gönül, aşkın dudağından şekerler emdi. Onun nefesiyle dolunca ve onun iki dudağından mest olunca, heyecanlandı; sevinç içinde mestâne, ‘Âlâ.. Âlâ…’ diye bağırdı…”

Şiir:

“Hilkatin cilvesi aşk zuhûr etti, 

Aşkın dışında kalan her şey fâsid oldu. 

Aşk sıfatını bu âlemde giymeyen her varlık mahluktur, 

Aşk tümdür, ondan gayri her şey mahvolur. 

Aşk ne ilk, ne de sondur,

Aşk sonsuzluk vahdetidir, 

Aşkın ne sûreti ne de sîreti vardır, 

Aşk her vasfın üstündedir. 

Aşkın nâz ve cilvelerinden mâşukluk zuhûr etti. 

Aşk kadeh suretinde göründü, 

Şarap hâlinde dem oldu. 

Her kim o surette demi gördü, aslına vasıl oldu,

Görmeyen tümüyle yok oldu, 

Her şey aslına rücû etti. 

Aşkı, aşktan başka hiçbir şey tefsîr edemez. 

Aşkın sırrına ermeyen, mâşukun hakîkatini göremez. 

Aşk, ânbeân yanmaktır. 

Aşk göründü, padişahlık yapan akıl kul oldu. 

Aşk hem yaratan hem yaratılandır, 

Aşk hem er, hem erendir. 

Aşk Ali’nin Muhammed’de görünen sıfatıdır. 

Aşk hem nâz hem niyâzdır. 

Aşk hem dem hem vuslattır. 

Aşk hem çekirdek hem meyvadır. 

Aşk her ân doğmaktır. 

Aşk kalemsiz hitâpsız, 

Doğrudan doğruya ilâhî Kitab’tır. 

Aşkı olmayanın ne dini vardır, ne de imanı…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXX

Ömer’in -Tanrı ondan razı olsun- ihtiyar çalgıcının nazârını varlık âlemi olan ağlamaktan mestlik âlemi olan istiğrâk âlemine çevirmesi.

2195. Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delâlet eder.

Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günâhtır.

Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Tanrı’ya perdedir, geleceğin de.

Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?

Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz.

2200. Sen, kendi tarafından tavâf edip durdukça nasıl tavâfta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?

Haberlerin, haber vericiden bîhaberdir; tövbe günâhından beterdir.

Ey geçen hâllerden tövbe etmek isteyen! Bu tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gâh zîr nağmesini kıble edinirsin; gâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.”

Faruk, sırlara ayna olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı.

Artık can gibi, ağlamadan gülmeden kurtuldu. Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi.

Mürşid-i kâmilin huzurunda bulunan, onun güzel nefesleriyle hakîkatlere vâkıf olan müridin canı dirilir; sıkıntı ve hüzünlerden, geçmiş ve gelecek kaygısından kurtulur, varlık âleminden mestlik âlemine adım atar ve Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, “Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vaktin oğludur. ‘Yarın’ demek yol şartlarından değildir” diye buyurduğu üzere, ânda yaşamaya başlar.

‘Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?’

Yüce Pîr Mevlâna’mız, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle seslenir: “Biz kendimizi tamamiyle dünya işlerine verdik. Birçok isteklere, emellere düştük. Hep dünya için çalışıyoruz; servet, şöhret, yüksek mevkî hırsıyla didinip duruyoruz. Bu yüzden de kederden, sıkıntıdan kurtulamıyoruz. Gamlardan, kederlerden kurtulmak için eşe, dosta sarıldık. Eğlencelere kapıldık. Ey def! Sen bizim şu hâlimize candan, gönülden feryâd et! Ey ney sen de ağla, inle!”

Bu yolda, yılmadan çalışıp çabalayan yolcu, aşkı ve imanı sahi ise gün gelir mutlaka varmak istediği yere ulaşır.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bir karıncadan misâl vererek şöyle bir hikâye dile getirir: “Bir karınca niyet etmiş Hacca gidecek, ona demişler, sen bu hâlinle nasıl varırsın Hacca? Karınca da demiş, bir kervan Hacca gidiyor ya, ben de o kervanda birinin heybesine takılırım, onlarla belki Hacca varırım… Bizler de ne kadar kendimizi doğru yola sevketmeye çalışırsak, bakarsın belki bir gün bir yerlere varırız.”

‘Sen, kendi tarafından tavâf edip durdukça nasıl tavâfta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?’

Hakîki Kâbe gönüldür, yâni mürşid-i kâmildir, çünkü o gönül tamircisidir, yıkık gönülleri tamir eder; hakîki tavâf ise, onun etrafını tavâf etmektir, yâni onun ilmine, feyzine ve muhabbetine nâil olup, gönül sahibi olmaktır. Âcizâne, bundan daha üstün bir tavâf da yoktur.

Nitekim Hazreti Pîr, gönül hakkında şöyle buyurur: “Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavâf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür! Cenâb-ı Hakk, görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavâf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur.”

“Gönül çok mukaddes bir varlıktır” der Hasan Dede, “Fakat gönül dediğin bostanda bitmez, çarşıda satılmaz, her kula da nasîb olmaz. Bütün dâvâ gönüller sultanı Hüdâvendigâr Mevlâna’nın yolunda yürümektir. Bizim yolumuz âriflerin yoludur; irfâniyettir. İnsanı insana bildirmektir, insanı Hakk’a ulaştırmaktır, çünkü insan yaşar ve yaşatır.”

Kasîde:

“Ey gönül! Kendine gel; ‘Zahmet çekmeye gücüm kuvvetim yok!’ deme! Kendi saçma görüşlerinden vazgeç; sen, güçsüz değilsin! 

Herkesin zahmetini bol bol çekiyorsun da, sende bulunan gizli hazineyi aramak zahmetine katlanmıyorsun! Bu; tembelliktir, hasisliktir, aşağılıklıktır! 

Gönlünde ne varsa, o, senin sözünde, feryâdında gizlenmiştir! Onlar; sözünle, feryâdınla meydana çıkarlar ve derlenir toplanır, kıyâmeti koparırlar! 

Müridin canı da, gönlü de, benlik ve bizlik şehvetinden, ancak Senin tertemiz denizinden başka bir şeyle temizlenmez. 

Günâh işlemekten çekinenler, temiz gönüllü kişiler, sabah akşam çölde yol alırlar, Kâbe’ye gitmek isterler! Hâlbuki Kâbe, onları ziyaret etmek için onlara doğru gelir, onları karşılar! 

Ruh, ona secdeye kapanır, onun varlığına şükürler eder! Allah’ım! Ruh, Sana ibâdette baş olmuştur, yücelmiştir! 

Güneş gibi gülüşündeki lûtfa, kereme, zerre zerre her şey, bir başka çeşit şehâdette, tanıklıkta bulunur! 

Herkes, her şey, Sen’i arıyor; Sen’in mahallende itikâfa girmiş, Sen’in kereminin, lütfunun Kâbe’sine yüzlerini dönmüşler, ibâdet ediyorlar! 

Bazen çeng gibi, kapının önünde Sana rükû etmekte, bazen ney gibi, Senin nefesinin ümidi ile kamet getirmektedir! 

Yeter ey akıl! Artık, bu hüzünlü feryâdı bırak; acıklı hikâyeyi söyleme! Cesur olan her gönül, konuşarak değil, susarak hakîkatin kokusunu alır!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXIX

“Sevgiliye giden yolun konaklarında nasıl istirahat edebilir, nasıl zevk ve sâfâya dalabilirim? Çan sesleri, yükleri bağlayın diye feryâd edip durmakta.” Hâfız-ı Şirâzî

Çalgıcı, Ömer’i görünce şaşırdı. Gitmek istedi, fakat titremeye başladı.

İçinden dedi ki: “Yâ Rabbi, senin elinden el amân! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesîb geldi, çattı.”

Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış, çehresini sararmış görünce,

2175. “Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hakk’tan müjdeler getirdim.

Tanrı, senin huylarını o derece methetti ki nihâyet Ömer’i, senin cemâline âşık etti.

Otur şöyle önüme; uzaklaşmaya kalkışma. Kulağına devlet ve ikbâl âleminden bazı sırlar söyleyeyim.

Tanrı sana selâm söylüyor; hâlini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden ne hâldesin, buyuruyor.

Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!”

2180. İhtiyar, bunu işitince, kendini yerden yere vurup ellerini ısırmaya, elbisesini yırtmaya başladı.

“Ey nâziri olmayan Tanrı! Ziyâde utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmaya koyuldu.

Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihâyet çengi yere çalıp parça parça etti.

Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!

Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemâl sahibine karşı yüzümü kara eden!

2185. İhsân ve vefâ sahibi Tanrı, cefâlarla, suçlarla geçen ömrüme acı!

Tanrı, bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez.

Bense bütün o ömrü, her nefeste zîr ü bem perdelerine harcederek yele verdim.

Âh! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı.

Eyvâhlar olsun ki kûçek makâmının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.

2190. Eyvâhlar olsun bu yirmi dört makâmın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti!

Ey Tanrı, bu feryâd edenin elinden feryâd! Hiç kimseden değil, bu medet isteyenden medet! Şikâyetim, ancak kendimden…

Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak, bana benden yakın olandan medet var.

Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte… Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.”

Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.

Hazreti Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, bu beyitlerde ‘yirmidört makâm’ buyurmasındaki maksat, musikînin yirmidört makâmı olmakla birlikte, aynı zamanda, gündüz ve geceden oluşan yirmidört saate işârettir. 

Bir insan ömrü, selâm üzerine olsun, Hasan Dede’nin dile getirdiği üzere, “Ömür bir günü andırır; aynen gündüz ve gece gibi…”

Mevlâna’mız, bir kasîdesinde şöyle der: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” 

Biz ne aramalıyız, nasıl aramalıyız?.. Mevlâna’mızın buyurduğu gibi, biz can konağını olan Allah’ı aramazsak, O’nu kendimizde var etmezsek, demek ki, hikâyedeki ihtiyar çalgıcı gibi, ömrümüzü boşa geçirmiş oluruz.

Öyleyse bizleri Allah’a ulaştıracak, O’nun güzelliklerini bizlere yansıtacak bir ayna bulmamız lâzım; yâni mürşid-i kâmili… Ona varıp, onun eteğini tutmalı ve onun kaptanlık ettiği ilâhî aşk denizine kendimizi bırakmalıyız. Çünkü aşk, Hasan Dede’nin buyurduğu gibi, bu yolda yolcuya en hızlı vasıtadır.

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna… “Diri ve faal imam, o velîdir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan! Ey yol arayan, Mehdî de odur, Hâdî de o. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta. O, nura benzer; akıl onun Cebrâil’idir.”

Mevlâna’nın çok büyük bir hayrânı olan İbrahim Gülşenî de şöyle buyurur: “Biz, Cenâb-ı Allah’ın ailesi mesâbesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah u Zülcelâl, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrâil’in gıdasını gönderir. Mâdemki ne istersek onu ihsân ediyor, şu hâlde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, dâima O’nu isteyelim.”

“Evet, mâdemki Allah, biz ne istersek onu ihsân ediyor, o hâlde Allah’tan yalnız Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun” der Hasan Dede, “Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.”

‘Birisi sana para verse, altın saysa ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.’

Her varlık Allah’ın kudretiyle diri, fakat malesef çoğumuz kendimizi görmekten O’nu göremiyoruz. Oysa O, bize her şeyi vermiş, sağlık vermiş, geçim vermiş, güzel dostlar vermiş; hattâ en önemlisi, kendini de bize vermiş; O’nun kudretiyle görüyor ve işitiyoruz. O hâlde, çok şükretmemiz ve kendimizi dâima yoklukta tutmamız lâzım.

Kasîde:

“Aşıkların arasına, akıllı biri gelmesin. Bilhassa bizim gönül verdiğimiz o güzelin âşıklarından uzak dursun! 

Akıllılar, âşıklardan uzak olsun. Külhân kokusu, seher vaktinde esen sabah rüzgârından uzaklara gitsin. 

Eğer aramıza akıllı bir kişi gelmek isterse, onu bırakmayın, ona yol vermeyin. Ama bir âşık gelirse, ona hoş geldin, sâfâlar getirdin deyin, yüzlerce merhabalar edin! 

Âşıklar meclisi, bağışlayış meclisidir. Pek tutumlu olan akla uyup, aşkta cimrilik etmek vebâle girmektir. 

Aklın nurundan aşk utanır. Genç yaşta ihtiyar olmak kötü bir hâldir. 

Ey aşık! Vakit geçirmeden âşıklar evine dön gel! Çünkü aşksız ömür geçirmek, ömrü hebâ etmek, boş yere harcamaktır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXVIII

Çalgıcı hikâyesinin sonu ve Emîrülmüminin Ömer’in -Tanrı ondan razı olsun- kendisine hatîfin söylediğini alıp ulaştırması.

Bunu bırak da yine çalgıcının hikâyesine kulak ver. Çalgıcı beklemekten bunalınca,

Ömer’e yine ses geldi: “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar!

Has, muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyâr et.

2160. Ey Ömer kalk. Beytülmâldan yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say!

O parayı huzuruna götürüp ‘Ey makbûlümüz olan! Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mâzur gör.

Bu kadarcık para sana ancak ibrişim parasıdır. Harcet bitince yine buraya gel’ de.”

Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için belini bağladı.

Koltuğu altında para kesesi olduğu hâlde koşarak çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığın yolunu tuttu.

2165. Mezarlığın etrafını bir hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi.

“Bu olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu. Nihâyet yoruldu, fakat yine o ihtiyardan başkasını göremedi.

Kendi kendisine “Hakk, bana dedi ki: Bizim saf, makbûl ve mübârek kulumuz var.

İhtiyar çalgıcı, nasıl olur da Tanrı haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garip!”

Ava çıkan arslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha mezarlık etrafını dolaştı.

2170. Orada o ihtiyardan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca “Karanlıklar içinde parlak gönüller çoktur” dedi.

Gelip edebe fazlasıyla riâyet ederek oraya oturdu Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp sıçradı.

Kimseyi dış görünüşüne bakıp hor, hakîr görmemek gerek. Çünkü Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın buyurduğu gibi, selâm olsun üzerine, “Hiç kimseye hor, hakîr bakma, çünkü bir kişinin son nefesini nasıl vereceğini sen bilemezsin.”

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Gökyüzüne ve târıka yemîn ederim. Târıkın ne olduğunu nereden bileceksin? O, karanlığı delen yıldızdır. Hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir gözetici bulunmasın.” (Târık, 1-4)

Yine Mevlâna der, “Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, herkeste Muhammed’in nuru var. Meleklerin Âdem’e secde edişi de yine bu, Muhammedî nur sebebiyledir. Mâdemki herkeste O’nun nuru var, hiç kimseye kâfir deme.”

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle bir menkîbe anlatır:

“Bir derviş, dertleşmek için kimseyi bulamıyor, hep dem alıyor, kendi iç âleminde Hazreti Muhammed’le Hazreti Ali’yle muhabbet ediyor.

Bir gün demi biraz fazla kaçırıyor ve meyhâneden eve doğru dönerken kendinden geçiyor, kaldırımın kenarına yığılıyor.

O sırada oradan geçmekte olan bir müftü, dervişi tanımadığı için, ‘Puh!’ diyor, ‘Yazıklar olsun, hiç insan bu kadar içer mi? Halka kendini rezil eder mi?’ Ve tükürüyor dervişin yüzüne.

O gece müftünün rüyâsında Hazreti Muhammed yüzü asık bir şekilde tecellî ediyor. Müftü, ‘Amân yâ Resulallah, senin muhabbetinle ailemi geçindirdim. Senin o nur yüzünle kendimi ayakta tutuyorum. Niçin bana asık yüzle çıkıyorsun?’ diye onunla konuşması için yalvarıyor.

Birkaç gün aynı rüyâyı görüyor ama Hazreti Muhammed hiç konuşmuyor.

En sonunda Hazreti Muhammed, ‘Hiç utanmadan sen benim yüzüme tükürdün. Bir de benden güler yüz istiyorsun,’ diyerek sessizliğini bozuyor.

‘Amân yâ Resulallah, ben nasıl yaparım öyle şey, ben nasıl senin yüzüne tükürürüm!’

‘Filân yerde ben kendimden geçip yere düşmüştüm. Sen yüzüme tükürdün. Ayrıca hakaretli bir dil de kullandın. Benim güler yüzüme tekrar nâil olman için o kişiyi bulup, onun gönlünü alacaksın ve sonra benim yüzüme nâil olacaksın. Çünkü o kişinin bütün muhabbeti benimleydi. Beni kimseye anlatamadığı için dem aldı. Benim muhabbetim onda taştı, sonunda da yıkılıp gitti.’

Bunun üzerine müftü, sabah uyanır uyanmaz kalkıyor o dervişi aramaya gidiyor ve onu meyhânede buluyor. Hemen masasına gidiyor. Derviş müftüyü görünce şaşırıyor. Müftü selâm veriyor, o da selâmını alıyor.

Müftü, ‘Ben sana karşı büyük bir hatada bulundum. Senin beni bağışlaman için geldim.’

‘Sen bana karşı nasıl bir hata yapabilirsin?’

‘Sen farkında değildin. İçkili bir anında ben senin yüzüne tükürdüm. Böyle yaptığım için çok yüksek yerden darbe yedim, Hazreti Muhammed’den. Eğer sen beni affetmezsen, O da beni affetmeyecek.’

Derviş, bunu duyunca gözyaşları döküyor. Çünkü sırrı çıkıyor meydana.

Müftü, ‘Bütün malımın yarısını sana vereceğim, seni kendime arkadaş edeceğim ve ben nereye gidersem seni de oraya alacağım’ diye söz veriyor ve dervişle arkadaş oluyorlar. Sohbetlere beraber gidip, beraber oturuyorlar. Derviş, Resulallah’ı zikretmeye arkadaş bulduğu için, dem almaktan da vazgeçiyor.

Bütün Evliyâullah, hepsi Hazreti Muhammed’in mânevî kardeşleridir. Biri anıldığı zaman hepsi anılmış sayılır. Çünkü bir ağacın meyveleridirler, bir mânâyı taşırlar, bir güzelden söz ederler. Bu yüzden onlara kim dil uzatırsa büyük hatalara düşmüş olur.”

Şiir:

“Gönül çilesini her can çözemez, 

Hâlden anlamayan ne bilsin bizi. 

Gönül âleminde bir olmuşuz ki, 

Oraya girmeyen bulamaz bizi. 

Sırrımız içtedir yere vermeyiz, 

Kazancımız nurdur boşa vermeyiz, 

Câhil bilmez bizi, biz hor görmeyiz, 

Değer bilmeyenler anlamaz bizi. 

Âşıkların yüzü güleç, şirindir, 

Sözlerimiz kâmil sözü, derindir, 

Hilesiz dost olan kişi nârindir, 

Bilmeyen baksa da göremez bizi. 

Dede der, yanıp pişerse özü, 

Uyarır, diriltir ârifin sözü, 

Görenler şevk alır, nurlanır yüzü, 

Kendi özün görür, bulursa bizi…”