MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVII

Çalışmanın tevekküle tercihi.

992. Arslan bu yolda birçok deliller getirdi. O cebrîler arslanın cevabına kandılar.

993. Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebrîliğe inanışı ve dedikoduyu bıraktılar.

994. Bu biâtte ziyâna düşmemek için kükremiş arslanla ahitlerde bulundular.

995. Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, arslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.

996. Kur’a kime isâbet ederse günü gününe arslanın yanına sırtlan gibi o koşar, teslîm olurdu.

997. Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan bağırdı: “Niceye dek bu zulüm?”

Arslana gitmekte geciktiğinden av hayvanlarının tavşana itirâz etmeleri.

998. Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamandır biz ahdimize vefâ ederek can fedâ ettik.

999. Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebep olma, arslan da incinmesin. Yürü, yürü; çabuk, çabuk!”

Tavşanın av hayvanlarına cevabı.

1000. Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle siz de belâdan kurtulun.

1001. Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile, çocuklarımıza miras kalmasın.

1002. Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti.

1003. Peygamberler, halk nazârında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi.

1004. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”

1005. Hayvanlar ona, “Ey eşek, kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma!

1006. Bu ne lâftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırlarına bile getirmezler.

1007. Ya gururlandın, yâhut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu lâf, senin gibisine nereden yaraşacak?” dediler.

Hazreti Mevlâna’nın anlattığı bu hikâyede tavşan, akl-ı meadı temsîl etmektedir ki, diğer hayvanların da temsîl ettikleri akl-ı meaştır.

Akl-ı meaş sahipleri, kendi hakîkatlerini sorgulamadan, kaza ve kadere razı gelerek varlıklarını sürdürürler. Akl-ı mead olanlar ise, hakîkat arayışına girerler ve kimliklerini öğrenme yolunda yürümeye karar verirler.

Nitekim, ‘kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan, ‘Niceye dek bu zulüm?’ diye bağırır.’

Hasan Dede, akl-ı meaşın ve akl-ı meadın henüz maddeden kurtulamadıklarından dolayı yine sıkıntı içinde olduklarını dile getirirken, tevhid ehlini bunların dışında tutarak, “Onlar huzur içinde yaşamlarını sürdürmektedirler” diye açıklar.

Zîrâ, Hazreti Mevlâna hikâyenin devamında peygamberlerden misâl verir ve, “Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti” diye belirterek, “Peygamberler, halk nazârında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı” der.

Nitekim, Hazreti Ali de, “Derman sende fakat senin haberin yok. Derdin sende fakat sen görmüyorsun. Kendini küçük bir beden sanıyorsun. Oysa ki koskoca bir âlem dürülmüş içinde senin. Öylesine apaçık bir kitapsın ki, gizli şeyler onun harfleri ile meydana çıkmada. Dışarıya ihtiyacın yok senin. Gönlünde yazılmış yazılar, her şeyden haber verir sana” diye seslenir ve şöyle buyurur: 

“Ey insan! Şurasını iyi bil ki, gönül büyük bir şehristandır. O şehirde iki tane padişah bulunur. Her padişah kendi işinin hâkimidir ve kendi işinin gâlib gelmesine bakar; aralarındaki mücâdele sonucunda hangisi diğerine gâlib gelirse orada onun hükmü yürür. Bu iki padişahtan birisi akıldır; diğerinin adı ise tabiat dediğimiz şeytandır. Burada hangisinin mücâdelesi diğerine gâlib gelirse hüküm onundur. İnsanda olan şeytanî sıfatlar sırasıyla şunlardır: Tamah, hırs, intikam, kibir, kin, cimrilik, hased, gurur, gazap, düşmanlık, gıybet, inkâr, yalan, doyumsuzluk, gaflet. İnsanda olan aklın sıfatları da şöyledir: Kalp huzuru, kanaat, doğruluk, itimat, tevekkül, ilim, güzel huy, tevazû, sabır, şefkat, merhamet, cömertlik, ikrâr, saygı, teslîmiyet ve Allah aşkı.”

Kasîde:

“Gönül ehlinden, canın ölümsüzlüğünden başka bir rivâyet gelmemiştir! Aşkın verdiği rahatlıkların da, aşk gibi, sonu yoktur! 

Bu topluluk ne kadar hoştur! Hepsinden de şükürler duydum! Sen, kendine gel de, aşktan şikâyet edenin şikâyetine kulak asma! 

Her seher vaktinde, başka bir tatlılık, başka bir güzellik vardır; her tarafta bir başka terûtazelik vardır! Sanki her şey, yeniden yaşamaya başlamıştır! Her adımda bir şaşılacak şey, her nefeste bir başka lütûf, bir başka kerem hissedilir! 

Canın güzelliği haddi aşınca, Hakk’tan ona yardım üstüne yardım gelir! Fakat, hasedin kötü gözü kurumaz ki!.. 

Gökyüzü, her zaman aşkı arayıp durduğu için, sırtı, aşıkların sırtı gibi bükülmüştür! Çünkü, onun güzelliği, eşsiz ve örneksiz bir güzelliktir! 

Seher vakitleri güneşin mızrak çekmesi, sabahın bayrak açması, aşkın yüzünün parıltısıdır! 

Aşk yol gösterince, can rahata kavuşur; başını gökyüzünden çıkarır da; ‘Ne güzel memleket!’ der! 

Allah, aşkına; ‘Senin güzelliğin olmasaydı, ben, varlık aynasına itibâr eder miydim?’ diye buyurdu! 

Ne zamana kadar anlatıp duracaksın? Canın hakkı için, daha fazla söyleme! Gönül, senin dilinden dertlere düşüyor, tasalara batıyor! 

Halvete girenler, yalnızlığı arayan kişiler kaçmışlar, sesin azığını dökmüşler! Çünkü susmak, sarhoş olanlara güçtür, kuvvettir!

Bülbüllerin ötmesi, aşıklara ilaçtır, devâdır! Ama, sen sus da, aşk, sana daha başka bir güç, daha başka bir kuvvet versin!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXVI

Yine arslanın çalışmayı tevekküle tercih etmesi ve çalışmanın faydalarını bildirmesi.

971. Arslan dedi ki: “Doğru ama peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.

972. Cefâdan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nâil oldular; Tanrı onların mücâhedesini zâyî etmedi.

973. Onların başvurdukları çareler her hususta lâtif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.

974. Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tamam sayıldı.

975. Ey ulu kişi! Nebîlerin ve velîlerin yolunda çalış!

976. Kaza ve kaderle pençeleşmek mücâhede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.

977. Bir kimse iman ve taat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyân etmişse kâfirim!

978. Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!

979. Dünyayı arayan kişi, olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbâyı arayansa kendine iyi bir hâl aramış oldu.

980. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise câizdir, emredilmiştir.

981. Hile ve çare diye zindanı delip de çıkmaya derler. Yoksa birisi zâten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.

982. Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpûslarız. Zindanı del, kendini kurtar!

983. Dünya nedir? Tanrı’dan gâfil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.

984. Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “Ne güzel mal” demiştir.

985. Suyun gemi içinde olması, geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır.

986. Mal, mülk sevgisini gönlünden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, yoksul adını takındı.

987. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz, bucaksız su üstünde yüzüp gitti.

988. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.

989. Bütün dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şeydir.

990. Şu hâlde kalbini min ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!

991. Çalışma da haktır, devâ da haktır, dert de hak. Münkîr kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.”

Bir kasîdesinde şöyle seslenir Mevlâna… “Ey Hakk yoluna düşen, o yolda yoklukta mahvolan, yok olan aşık! Sen, yokluğu da geride bırak, yokluktan da yola düş; sen, onu da terket! Gönlünden başını çıkar da, gönlün tâ kendisini, özünü seyret!..”

“Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerde bahsettiği terk, son merhâledir” diyor Mithat Bahârî Beytur, “Âriflere göre dört türlü terk vardır: Birincisi, terk-i dünya; dünyayı terketmek. İkincisi, terk-i ukbâ; ahiretteki nimetleri terketmek. Üçüncüsü, terk-i hestî; kendi benliğini, varlığını terketmek. Dördünücüsü, terk-i terk; terki de terketmek, onda yok olmaktır.”

Hasan Dede, Peygamber Efendimizi ve Hazreti Mevlâna’yı örnek göstererek, onların bu yolda çektikleri çileleri ve bu çileler sonucunda kazandıkları ruhanî nimetlerle donattıkları mânevî sofrayı şöyle dile getirir: “Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yâni fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hattâ zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. Cenab-ı Mevlâna ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine baktı, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyordu; hemen içinden bir ses geldi, ‘Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emâneti bak ne hâle getirmişsin.’ İşte Mevlâna şu cevabı verdi: ‘Eğer ben bu emâneti bu hâle getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim.’ Yâni açlık dediğimiz zaman, eğer insan o açlık içinde gönül verdiği yere yönelirse gıdanın en güzelini alır. Onlar, yâni bizim büyüklerimiz, bizler için çileler çektiler, halvetler yaptılar ve bizler için çok güzel bir sofra kurdular. Peki bizlerden ne istiyorlar şimdi? Bizlerden istedikleri sadece bir gönül… Şimdi bizler mâdemki onlara gönlümüzü verdik, artık nefisimize ait hizmetlere koşamayız. Neden? Çünkü sevgilimizi incitiriz. Eğer bizler sevgilimize sunduğumuz aklımızı, gönlümüzü başka yerlere dağıtırsak işte asıl o zaman çilelerden kurtulamayız. Fakat bizler aklımızı da gönlümüzü de devamlı bir yerde tutarsak, oranın güzellikleri bizlerde yansıma yapar ve kurtuluşa erer, sonsuz huzura, hürriyete kavuşuruz.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna… 

“Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir? Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhrân kalmadı. Küfür, iman oldu, küfrân kalmadı. 

Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçti. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır. Kendi huylarından çıkmış tek olmuş… canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir. 

O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir…”

Çalışma, dış âlem için değil; yâni dünya nimetleri, mal, mülk, para için değil; çalışma, iç âlem için; yâni mânevîyat, ruhânîyet, yokluk bilgisi ve kalb huzuru için… Önemli olan dünyaya gönül vermemek, Allah’ın nazargâhı ve sahibi olduğu gönlü dünyadan temizlemektir… 

“İnsan, Allah’ı yaşatmak için gelmiştir bu âleme. Dünya nimetleri için gelmemiştir” der Hasan Dede, “İnsanın yapması gereken; gönlünde mala, mülke, dünyevî her şeye karşı ne sevgi beslemişse, onları gönlünden çıkartması, iç âlemini temizlemesi ve kendini tamamen Allah’a vermesidir. Ama bu demek değildir ki, dünyadan tamamen elini çekeceksin. Elin dünyada olacak, ama dünyayı gönlüne koymacaksın. Kazandıklarınla da yine insanlara hizmete çıkacaksın. Çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmak bunu gerektirir. O demiştir: ‘Benim dinim ahlâktır. Bir insan hiçbir ilme sahip olmasa bile, insan toplumu için yararlı fikirler üretirse, bu kişi ahlâk sahibidir, bendendir. Bir kişi de ne kadar bilgi sahibi olursa olsun insanlığı ikiliğe, fesada, kavgaya sürüklerse, o benden değildir…’ 

İnsan, bu âlemde Allah’ın halîfesidir. Allah, insana bu kadar güzellikler verdi, hattâ kendisini de verdi. Dünyayı insanın ayakları altına serdi. O hâlde bizlerin vazîfesi Hakk’a lâyık bir yaşam sürmeye gayret ederek, Hazreti Muhammed’in ahlâkıyla ahlâklanmak olmalıdır. Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. Yarınlar için çalışmayanın, geleceği kayıptır…”

Nitekim, ’Suyun gemi içinde olması, geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır… Şu hâlde kalbini min ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle! Çalışma da haktır, devâ da haktır, dert de hak. Münkîr kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.’

Kasîde:

“Ey gönül! Bu fânî dünyaya, bu toprak yurda neden bağlanıp kalmışsın? Bu ağıldan dışarı çık; çünkü sen, can âleminin kuşusun! 

Sen, naz âleminin sevgilisisin; sen, sır perdesi altında oturanlardansın! Bu fânî yerde, ne diye oturuyorsun? 

Kendi hâline bir bak da, suret âlemine hapsolmaktan kurtul, mânâlar çimenliğine sefer et! 

Sen, kutsal âlemin kuşusun; ünsîyet, dostluk meclisinin nedîmisin! Sen, bu değersiz yerde kalırsan, yazıklar olur! 

Bu cihanda hakîki mutluluk, devlet arama; bulamazsın! İki cihanda selâmeti, ona kul olmaklığından iste! 

Aşk sözünü bırak! Zîrâ o, bir geçit yoludur, bir köprüdür! Sen, elinden geldiği kadar Allah’a kulluk et, iyi bir insan ol! 

Tebriz’in iftihâr ettiği Şems’ten ukbâ saadetini iste! Çünkü o, mânâların ön safında, mârifetler güneşidir!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXV

Azrâil’in birisine bakması, onun da Süleyman Aleyhisselâm’ın sarayına kaçması, tevekkülün çalışmadan üstün olduğu ve çalışmadaki faydaların azlığı.

956. Saf bir adam, bir kuşluk vaktinde koşa koşa Süleyman’ın adâlet sarayına erişti.

957. Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman, ona “Efendi ne oldu?” dedi.

958. O, “Azrâil, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki…” dedi.

959. Süleyman, “Peki, şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan! Rüzgâra emret,

960. Beni tâ Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarır.”

961. İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırsa, emele lokma olurlar.

962. Fakirlikten korkmak, tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farz et!

963. Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.

964. Ertesi gün Süleyman, divân vakti halkla buluşunca Azraîl’e dedi ki:

* “O Müslüman’a ne sebeple hışımla baktın? Ey Tanrı elçisi, bana anlat!

965. Acaba bu işi, o adamı hanümânından avâre etmek için mi yaptın?”

* Azrâil cevâben dedi ki: “Ey cihanın zevâlsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü.

966. Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.

967. Çünkü Hakk bana ‘Haydi bugün var, onun canını Hindistan’da al’ buyurdu.

968. Taaccüple ‘Yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak’ dedim.”

969. İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç da gör!

970. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!

Ahmed Eflâkî, ‘Âriflerin Menkîbeleri’ isimli eserinde bildirdiği üzere; Hazreti Şems, bir mecliste şunları dile getiriyor: “Cömertlik dört türlüdür: Zâbitlere mahsus olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan can cömertliği, ârifiere mahsus olan gönül cömertliği. Zâhitler mallarını verir, marifet alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘İşte biz ahiret evini arzda, ululuk ve fesat murad etmeyenlere mahsus kıldık’ buyurulmuştur. Cihad edenler, vücutlarını verir, hidâyet satın alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘Bizim yolumuzda cihad edenlere doğ­ru yolumuzu gösteririz’ buyurulmuştur. Gaziler canlarını verir, ebedî hayatı alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘Belki onlar sağ olup Rableri yanında rızıklanırlar’ denmiştir. Ârifler, gönüllerini verip sevgi alırlar. Nitekim Kur’an’da, ‘O onları, onlar da onu severler’ buyrulmuştur. 

Gönül alçaklığından daha iyi bir şey görmedim. Elinizde bulunanla kanaat ediniz. Başkalarının elinde bulunan şeyden de ümidinizi kesiniz. Peygamberlerin izzeti, peygamberlikte; bilginlerin izzeti, tevazûda, kanaatte; zenginlerin izzeti, cömertlikte; ibâdet edenlerin izzeti de halvettedir. 

Dini iki şeyle koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukla. Ölümden kaçınılmaz. İnsanın rızkı insandan kaçamaz. Rızk bölünmüştür. Ecel, malûm; hâris, mahrûm; cimri, mezmûm; kıskanç, mağmûm (gamlı) ve ârif de merhûmdur (rahmet olunmuş). Tedbîrin takdîre faydası yoktur. Kendi ecelinden kurtulamayacak ve emeline kavuşamayacak ve kendi rızkından geri kalamayacaksın ve başkalarının rızkını da sana vermiyecekler; o hâlde kendi vücudunu niçin öldürüyorsun. 

Ey insan oğlu! Zenginlik kanaatte, selâmet yalnızlıkta, serbestlik arzusuzlukta, dostluk rağbetsizlikte ve saadet sabretmektedir. Tamah edene izzet, kanaat edene de zillet yoktur. Hür insan tamahla kul olur. Kul da, kanaat etmekle azâd olur.”

Hasan Dede, “Allah, çok cömerttir, hiçbir varlıktan rızkını esirgemez” der, “O’nun bahşetmiş olduğu en büyük nimet ise akıldır, onu da insana vermiştir. İnsanın düşünmesi lâzım, mâdemki Allah, yarattıklarına karşı bu kadar cömert, o hâlde, talebimiz sadece Allah’tan olmalıdır. Bilgisizlikten başka hiçbir şeyden korkmamalı, bilmediklerimizi öğrenmekte azimli, isteklerimizde ölçülü olmalıyız. En büyük zenginliğimiz olan aklımızı kullanarak insanlık yolundan ayrılmamalıyız.”

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde buyuruyor ki: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” 

Mevlâna’nın çok büyük bir hayranı olan İbrahim Gülşenî de şöyle sesleniyor: “Biz, Cenab-ı Allah’ın ailesi mesâbesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah-u Zülcelâl, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrâil’in gıdasını gönderir. Mademki ne istersek onu ihsân ediyor, şu hâlde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, daima O’nu isteyelim.”

Şiir:

“Her zerre senin mânevî sofrandan yer içer, 

Ebedî olarak yeseler içseler de, 

Yine de mânevî güzellikler bitmez. 

Ezelî sofra için herkes kavga gürültü eder, 

Ama yediler içtiler yine de eksilmedi. 

Sevenlerini daima bu ebedî gıdayla, 

Yüceliklerine götürür, 

Gözlerin nuru biricik sultanım,

Nurum Muhammed…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXIV

Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tekrar tercih eylemeleri.

948. Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o hârisler…

949. Kadın, erkek nice yüzbinlerce kişi, neden oldu da zamâne menfaatlerinden mahrûm kaldılar?

950. Dünyanın başlangıcından beri yüzbinlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar.

951. O bilgili, idrâkli kavimler hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılır.

952. Tanrı, onların hile ve tedbirlerini ‘O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu’ diye anlattı.

953. O avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…

954. Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.

955. Adı, sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekâr adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”

Şöyle bir deyiş vardır: Duvara dayanırsın, bir gün gelir yıkılır; insana dayanırsın, bir gün gelir ölür; iyisi mi sen Allah’a dayan, çünkü O ne yıkılır ne de ölür…

Hazreti Mevlâna, “Sebeplere mübâşeretle dünya tâlibi, taate sarılmakla din tâlibi; Tanrı erlerine hizmetle de Hakk tâlibi olursun” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Gönlü kırık kimse Müslümandır. Seleflerimiz kırık vücutlu olmuş, gönüle ulaşmış ve, ‘Ben, gerçekten Muhammedî’yim’ sözünü tamamiyle bırakmışlardır. Gönlü kırık olan bir kavim ‘Rabbim, çok yüksektir’ dedi. Bununla da kanaat etmediler. Hastaya, Âyet’el Kürsî okuyan bir kavim de olur. Bir kavim de vardır ki Âyet’el Kürsî’dir. Davette hem kahır hem de lütûf vardır. Halvette ise sadece lütûf vardır.”

Hasan Dede, “Herkes halveti soruyor, halvet nedir diyor?” der, “Halvet, kimseyi dinlememek, Allah’la beraber olmaktır. Son perde, insanın kendisidir. O kalkınca, ebedî dirilik başlar. İnsan, büyük bir kitaptır ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin. Bu perdeler ve karanlıklar; bu dünyadaki türlü türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde aldığı çeşitli tedbirler ve nefsin sonsuz arzularından başka bir şey değildir.”

Kâinatta her varlığın bir ismi var; insanların da, kadın-erkek çeşitli isimleri var. Fakat isimlerden kurtuldun mu, o zaman orada sadece tevhid var.

Nitekim, “İsimden çok ne var?” der Hasan Dede, “İsimler sıfattır; zât ise her şeyi çevreler. İsim, bir bağdır, tek bir bağ. Hâlbuki zât, hiçbir şeyin zıddı değildir, çünkü tevhiddir. Biz kendi küçük aklımızla, her şeyi çevreleyen o kudreti de küçültüyoruz. ‘Ali’ diye isimlendirince, o kudret her şeyiyle beraber; ‘Ali’ olunca, ‘Rabb’ül-Âlemin’ olmaz, küçülür. Allah’a isim koyunca, O’na hudut çiziyoruz. Sonra o hududun içinde seyrediyoruz O’nu. Allah’ı esmâdan çıkarıp, hüsnâda seyrettik mi, o zaman O bütün kâinatı kaplar. Hüsnâ, Allah demektir.”

Kasîde:

“Hakk yoluna düşenlere mahrem oldum. Herkesin madde peşinde koştukları bir zamanda mânâya önem verenlere hemdem oldum, arkadaş oldum. 

Altı yönden de dışarda mânevî bir kubbe gördüm. Ben o kubbeye toprak oldum. Yeksân oldum, kan oldum, aşkın damarlarında coşarak dolaşmaya başladım. Gözyaşı oldum, Hakk aşıklarının gözlerinden aktım. 

Bazen beşiğinde konuşan İsa gibi baştan başa dil kesildim. Bazen de Meryem gibi susan bir gönül oldum. 

Hazreti İsa’nın, Hazreti Meryem’in kaybettikleri bir şey vardı ya, eğer bana inanırsan bil ki; o kaybedilen şey ben oldum. 

Zevâlsiz aşk neşterine karşı yüzlerce defâ yara oldum, merhem oldum. 

Her adımda Azrâil benim yol arkadaşım olmuştu. Ondan korktum, perişan oldumsa canım çıksın. 

Ölümle yüzyüze savaşa giriştim. Korkmak şöyle dursun, karşıma çıktığı için ölümün kendisinden neşeler aldım, sevinçler elde ettim. 

Varlık yükünü tamamiyle sırtımdan attım, ölümsüzlük üzengisine ayak bastım, ölümsüzlük atına bindim. 

Gerçi belim çeng gibi büküldü ise de, yine de sen ölümsüzlük ney’inin sesini benden duy, benden işit! 

Benim için Şems-i Tebrizî bayramların en büyüğü olan ‘Îd-i Ekber’ idi. İşte ben o bayrama büyük bir kurban oldum.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXIII

Aslanın yine çalışmayı tevekküle tercih etmesi.

929. Aslan dedi ki: “Evet ama kulların Tanrı’sı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu.

930. Dama doğru basamak basamak çıkmalı, burada cebrî olmak ham tamahtır.

931. Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, niye pençeni saklarsın?

932. Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malûm olur.

933. Bel gibi olan el de, Tanrı işâretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibâreleridir.

934. Tanrı’nın işâretlerini canına nakşederek ve o işârete vefâkârlık ederek can verirsen,

935. Sana nice sır işâretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.

936. Şimdi yük altındasın; Tanrı sana yükler bindirir… Şimdi onun emrini kabul edersen; sonra seni makbûl eder.

937. Şimdi onun emrini kabul edersen, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat ararsan, sonra vâsıl olursun.

938. Tanrı’nın nimetine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.

939. Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini arttırır. Cebîrse nimeti elinden çıkarır.

940. Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma!

941. Ey dikkatsiz cebrî! Sakın o meyve dolu ağacın altından gayrı bir yerde uyuma.

942. Ki rüzgâr hep dalları silkip başına çerez ve azık döksün.

943. Cebrîyeye inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavîdir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur?

944. Onun işâretlerine burun kıvırıyorsan kendini erkek mi sanıyorsun? Dikkat edersen anlarsın ki kadınsın!

945. Sendeki bu kadarcık akıl da zayî olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!

946. Zîrâ şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hâl, şükretmeyeni, tâ ateşin dibine çeker götürür.

947. Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; önce kazan sonra Tanrı’ya dayan!”

Hazreti Mevlâna, “Yaratıcı, ele, ayağa bir dert verince, elin ayağın senin için bir yılan olur. Ey el! Bizden başkasının yardımını isteme! Ey ayak! En son gidilecek yerden başka yeri isteme!” diye buyurur.

Hasan Dede de şöyle bir misâl veriyor ve diyor ki: “Bir ustaya, ama gerçek bir ustaya, bir hamur verdiniz mi, o usta o hamurdan sayısız suretler meydana getirir. Yâni simit yapar, poğaça yapar, börek yapar… Hepsinin ana maddesi nedir? Hamur. Pekâlâ, aynı hamur usta olmayan birinin eline geçse, o ne yapar? O da sadece ekmek yapar, çünkü işlemesini bilmez. Bizler insanlık tohumunu ekiyoruz, ama müridin de o tohuma bakması, büyütmesi lazım. Eğer çalışılırsa, gün gelir o tohumdan yine bir suret doğar. Hayat nefesledir, hiçbir şeyi boşvermemek gerek. İnsana boşverme yoktur, daima çalışmak vardır.”

“Hakk senden razı olursa, yer, gök senin için âdî birer bende olur. Yılanı senin eline âsâ yapar, düşman için de âsâyı ejderha eder” der Sultan Veled, “Öyleyse Hûdâ’ya sarıl, aletten korkma, aleti kullanan Allah’tan kork. Hakk’tan başkasını görmek, Hakk’tan başkasından korkmak, şirk olur. Şirkin bir de mânevî kısmı vardır. Eğer iyi kulak verirsen onu da söyleyeyim. Dinin zâhiri şekli dil ile ikrârdır ki bu, halk arasında kolay bir şeydir. Sen kelime-i tevhîdi söyledin mi, herkes sana mümin der ve öyle bilir. Fakat mânevî muvahhit o kimsedir ki o, Hakk’tan başka şeye iltifat etmez.”

Akıl, aşk, mârifet insanı Hakk’a ulaştıran merdivenlerdir; fakat Hakk’ın nazargâhı olan gönül hepsinden üstündür.

Hasan Dede bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Bir vücud şehrine vardı yolumuz, 

Süzdü iliklerden getirdi bizi. 

Sevgi denizine dalıp yüzerken, 

Gönül kuyusuna indirdi bizi. 

Yaradan’ın ismi ‘Ah’ ile başlar, 

Sevgimize şahit dağlar, ağaçlar. 

Olgunlaşıp beyaz olunca saçlar, 

Muhabbet meyinden kandırdı bizi.

Âyetler döküldü dillerimizden, 

Arınmış nur akar hallerimizden, 

Almak bitti vermek yüreğimizden, 

Kulluk pazarında buldurdu bizi. 

Gerçeğin sözünün mânâsı ağır, 

Hakk’a varmak zordur, 

Bilmez ki kör ile sağır, 

Bir gönüle girmezsen, 

Çağır… Ah çağır… 

Ummanı deryaya daldırdı bizi. 

Aşık der, bulduk toplandık çiçekten, 

Yenilen bal olduk. 

Bu yolda ölmeden evvel öldük, 

Kudretin balına bandırdı bizi…

Kasîde:

“Ey aşıklar, boş durmayın, şu beden yükünü üstünüzden atmaya çalışın! Çünkü, beden ile can kalmayınca, gönlünüz şu ağır beden yükünden kurtulur da gökyüzüne uçar gider. 

Gönlünüzü, canınızı hikmet suyuyla yıkayın, gönül tozları gitsin de, gözleriniz hasretle şu kirli yeryüzüne takılıp kalmasın, göklere çevrilsin. 

Dünyada bulunan her şeyin canı aşk değil midir? Aşktan başka ne varsa hepsi de fânî, hepsi de ölür gider. Dünyada ebedî olarak kalan ancak aşktır!

Ey insanoğlu, senin yokluğun doğuya, ecelin de batıya benzer. Bu doğu ile batı, başka bir gökte bulunmaktadır. Çünkü senin şimdi gördüğün gökyüzü de fânîdir. O da gelip geçicidir. 

Göklerin yolu, senin içindedir. Aşk kanadını çırp da uçmaya bak! Aşk kanadı kuvvetlenince artık merdiven kaygısı, merdiven gamı kalmaz. 

Dünyayı dışından görme, çünkü senin gözünün içinde bir başka dünya var. Bundan senin haberin yok. Sen bu görünen dünyaya gözünü kapa da, gözünün içindeki dünyayı görmeye çalış! Şunu iyi bil ki, sen iki gözünü de kapayınca, bu gördüğün dünyadan hiçbir şey kalmayacaktır. 

Senin gönlün bir dam gibidir. Hislerin, duyguların, gönül damının oluklarına benzer. Oluklar kalmayınca, sen damdan su içmeye bak. 

Sen bu gazelin tamamını, geri kalanını gönlümden, gönül defterimden oku! Sen benim dilime bakma, çünkü zamanı gelince dil de kalmaz, dudak da kalmaz! 

İnsanın bedeni yaydır. Sözü, nefesi de beden yayının oklarıdır. Ok ile okluk gidince yay bir iş yapamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXII

Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tercih etmeleri.

915. Hayvanlar, ona: “Çalışıp kazanmak, bil ki, halkın itikâd zayıflığı yüzünden, hârislerin boğazları miktarınca bir riyâ lokmasıdır.

916. Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esâsen Hakk’a teslîm olmadan daha sevgili ne var?

917. Çokları belâdan belâya; yılandan ejderhaya sıçrarlar.

918. İnsan hile etti, ama hilesi ona tuzak oldu… can sandığı, kan içici bir düşman kesildi.

919. Kapıyı kapadı, hâlbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbîri de işte buna benzer masallardandı.

920. O kin güdücü, yüzbinlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.

921. Mâdemki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!

922. Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.

923. Çocuk; tutucu, koşucu değilken babasının omzuna biner.

924. Fakat kuvvetlenip küstâhlaşınca, elini, ayağını şuraya buraya salmaya başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.

925. Halkın canları; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefâdan sefâya uçuyordu.

926. Vakta ki, ‘İniniz’ emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştüler.

927. Biz, Hakk’ın ayâli ve süt isteyen yavrularıyız. Peygamber, ‘Halk, Tanrı ayâlidir’ dedi.

928. Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye de kâdirdir” dediler.

Yüce Pîr Mevlâna buyurur ve der ki: “Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.”

“İnsan vücudu Allah tohumunun kabuğudur. Çırpınıp bu nefs denilen kabuktan kurtulursak ne âlâ… Yoksa kabuk olarak kalırız. Kabuğunu kırıp içinden çıkabilen görecek ki, bu kabuğun altında sadece Allah varmış” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “İnsan çok mukaddes bir varlıktır; çok mukaddes bir varlık… Fakat kendinden haberi olmadığı için, Allah’ı kendi dışında aradığı için hatalardan kurtulamıyor ve bütün ömrü sıkıntılarla, hüzünlerle geçip gidiyor. Biz, ‘Ben biliyorum!’, ‘Ben yapıyorum!’ dediğimiz için, bizi çevreleyen Kudret’i meydana çıkaramıyoruz. Öyle bir kanun ki, biz ‘Benim!’ derken, o Kudret çekilip gidiyor; biz ortada kalakalıyoruz. Kendimize yine kendimiz engel oluyoruz. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Acaba ben kimim? Bu bedenin içinde konuk olan kim?..”

Mevlâna’mızın buyurduğu gibi: “Ey can! Acaba kim olduğundan haberin var mı? Ey gönül sendeki konuğun kim olduğunu biliyor musun? Ey beden! Sen her hileye bir yol arıyorsun. Seni kendine çeken O’dur, seni arayanın kim olduğunu anla!”

Fakat, ‘mâdemki bizim gözümüzde birçok illet var’ ve göremiyoruz; o hâlde, gözümüzü gören bir göze teslîm ederiz; o göz de, yol gösterici mürşid-i kâmilin gözüdür. Gözümüz onun gözüyle birleşirse, bir de bakarız ki, gözümüz de, gönlümüz de birdenbire açılmış. Onların bizlerden tek istediği sadece bir gönüldür… ‘Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.’

Yüce Mevlâna yine şöyle buyurur: “Yüce göklere çıkmak, ancak doğru yolu bulma kuvvetiyle olabilir. İnsan, doğru yolu ancak Allah’dan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Aşıkların yolu da yokluktur, dini de.”

Mâdemki, ‘İniniz’ emriyle hapsolunduk, hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştük.’ Bu yeryüzünde, Rabb’in hâlifesi olarak yaratılmış iken, ‘bozgunculuk eden kan dökücü’ bir hâle geldik; o hâlde varlığımızı, ‘gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kâdir’ olanda yok edelim de, ‘Dönünüz’ emriyle elsiz, ayaksız olarak sefâ yurduna, asıl vatanımıza geri dönelim, yücelelim.

Kasîde:

“Gökyüzünden, Ülker yıldızından cana şöyle bir ses geldi: ‘Sen, yeryüzüne mensûb değilsin; sen, ötelerden geldin! Bu yüzden, aklını başına al da, yücelere yüksel, tortu gibi dibe çökme!.. 

Hiç kimse eşinden dostundan, eski bildiklerinden bu kadar uzun müddet seferde, yolculukta kalamaz! Bu ne bitmez bir yolculuk; artık şehrine geri dön!’

Sonunda; ‘Geri dön!’ sesini o padişahtan, o padişahlar padişahından duydun.

Ey zavallı; bu dünyayı, bu yıkık yeri ancak baykuşlar yurt edinir! Sen, ötelerden geldiğin hâlde, nasıl oluyor da bu yıkık yerde oturuyorsun?

Kendisine dikenden döşek döşeyen kişinin yanı, beli, sırtı hiç rahat eder mi, dinlenir mi? 

Her nefeste yüzlerce Çin’e, Maçin’e değer hikmetlerle canı neden beslemiyorsun, süslemiyorsun? 

Fakat, boş sözlerden, dedikodulardan ibâret olan hikmetlerle değil, insanın canını Allah’a yaklaştıran, mânen Allah’ı görür, hisseder hâle getiren hikmetlerle beslemelidir! 

Sen, bir inci ol, mücevher ol da, isteseler de istemeseler de alsınlar, seni taca taksınlar! 

Eğri büğrü yürüyen ayak gibi olma! Bırak şu eğri yürüyüşü de, elif gibi dümdüz ol, dosdoğru ol! 

Mezarlığa git de taşın, kerpiçin altına bak; yatanların başlarını ayaklarından ayırt edemezsin! 

Allah’ım! Sen, canları, Yasîn soyunun gittiği yoldan canlara ulaştır!

Nasıl ki, dua etmek bizden, kabul etmek de Sen’den ise, dualarımızı, Yasîn soyundan gelenlerin dualarına kat! 

Allah’ım! Nasıl ki, bizim işimiz az bir ihsanda bulunmak, Sen’in şânın da azı çok görüp beğenmekse, lütfet de, bize o çeşit yardımda bulun! Azımızı çok olarak kabul buyur! 

Allah’ım! Bizi, nefsanî arzulardan, bedenimize ait isteklerden, kibir ve hiddetten kurtar, akıl ve vicdan âlemine ulaştır! Bizi, asıl vatanımız olmayan şu dünyadan al, ötelere, yücelere götür!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXI

Av hayvanlarının tevekkülü çalışıp kazanmaya tercih etmeleri.

908. Hepsi dediler ki: “Ey hâlden haberdâr hâkim! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.

909. Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkül, hepsinden iyidir.

910. Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.

911. Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hakk hükmüne karşı ölü gibi olması lâzımdır.”

Aslanın çalışıp kazanmayı tevekküle, teslîmiyete tercih etmesi.

912. Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebbüs de, Peygamber’in sünnetidir.

913. Peygamber, yüksek sesle ‘Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla’ dedi.

914. ‘Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir’ işâretini dinle; tevekkülden dolayı esbâba teşebbüs husûsunda tembel olma” dedi.

Hazreti Şems, Makalât isimli eserinde, “Şeyhi gamlı gördüğün zaman bile ona bağlan! Daima ona yapış ki, seni tatlı ve olgun bir meyve gibi yetiştirsin” diye buyurur ve, “Çünkü senin olgunlaşman ve beslenmen o bulutun bereketindendir. İyi kişi vardır, ama bilgisizdir, iyi bir adam tevekkül ettim der, ama bilgisi yoktur ki tevekkülün yeri neresi olduğunu anlayabilsin. Nihâyet mütabaat odur ki, deveyi dizinden bağla, sonra Allah’a tevekkül et nüktesine uygun olsun” der ve sorar, “Yâni Hazreti Peygamber tevekkül göstermedi. Bu kadar savaşlarla uğraştı. Ârif değil miydi? En iyi adam değil miydi o?..”

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet edilmiştir ki: “Bazı fakir dostlar mallarının azlığından ve yoksulluklarından şikâyet ediyorlardı. Mevlâna buyurdu ki: Muhammed Mustafa, selâm onun üzerine olsun, zamanında büyük bir kıtlık olmuştu. Ashâbdan birisinin bir ölçek arpa unu vardı. Bu zât, Peygambere serzenişte bulunuyor ve, ‘Bu pahalılık günlerinde ne yapacağım’ diyordu. Peygamber, ‘O unu sat ve Tanrı’ya mü­tevekkîl ol’ buyurdu. O da bunun üzerine unu sırtına alıp, ashâb arasında, ‘Bir ölçek arpa unu kim alır?’ diye artırmaya çıkardı. Kimse alıcı olup bir istek göstermedi. Kimisi, ‘Benim bir aylık yiyeceğim var’, başka biri, ‘İki günlük yiyeceğim var, o da biterse Tanrı kerîmdir’ diyordu. Bu, bir derviş, ‘Benim bir lokmam var, onu da bu akşam yiyeceğim. Bana zâhire lâzım değildir’ deyinceye kadar devam etti. İşte Tanrı’nın elçisi, ashâbı böyle yetiştirip her birine öyle bir Tanrı’ya tevekkül öğretmişti ki, yiyecek ve içeceği düşünmeğe ihtiyaçları kalmamış ve hakîkat yolunda saltanat bayrağını açmışlardı. Bunun üzerine ashâbdan olan o azîz zât çok mahcûb oldu ve Peygamber kendisine, ‘lki aylık yiyeceğin olduğu hâlde yine şikâyet ediyorsun. Bu doğru değildir; bu, Tanrı’nın hoşuna gitmez’ buyurdu. Peygamberin bu sözü üzerine bu azîz, elinde bulunan arpa ununu fakirlere sadaka olarak dağıtıp tövbe etti; tevekkül gösterdi ve ruhanî bir kuvvetle kuvvetlendi.”

Beyit:

“Haydi kalk da tevekkül et. Fakirlik korkusuyla elini ve ayağını titretme. Senin rızkın sana, senden daha çok aşıktır.

Sen onun peşine düşmezsen, o senin kapına gelir. Eğer peşinde dolaşırsan başına dert getirir. Sen, cevizsiz ve üzümsüz bırakılan o azîz nâzeninlerden değilsin.”

Hasan Dede, “Biz her zaman deriz ki: Tedbiri elden bırakmayacaksın, her zaman en güzel şekilde tutacaksın. Ondan sonra Allah’a tevekkül edeceksin” der ve şu menkîbeyi dile getirir:

“Hazreti Ali’ye sormuşlar, ‘Senden yiğit var mı bu âlemde?’

‘Var’ demiş.

‘Kimlerdir?’ diye sormuşlar.

‘Bir kişi odaya çekilmiş, ıstırahat ediyor, uyuyor, ama oda kapısını açık bırakmış. O benden yiğittir.’

Gelir biri, yolsuz kalmıştır. Onun on lirasını cebinden almak için, vurur kafasına uykuda, bayıltır, alır parayı gider.

‘İkincisi’ diyor Hazreti Ali, ‘ayakkabılarını silkelemeden giyen. Bu da benden yiğittir.’

Ya bir akrep girer, ya bir yılan girer. Çünkü onlar öyle dairelerde oturmadılar, basit evlerde oturdular. Rutubette akrepler bulunur. İster misin, seni bir akrep sokar, işte zehirlendin. Başına iş aldın.

‘Üçüncüsü’ diyor, ‘At ile köprüyü geçerken, köprünün ayaklarına bakmadan geçen. O da benden yiğittir.’

Bakmıyor köprünün ayaklarına, taşır mı seni geçerken taşımaz mı? Bakarsın atla beraber dereye düşersin.

Hazreti Ali Efendimiz bu sözleriyle aklını kullanmayanları çıkartıyor ortaya. Bu sözleri, bindörtyüz küsûr sene önce sarfetmiş, ama bugün de hâlâ devam ediyor insanlardaki bu hâller.

Şimdi bizim dışımızda, muhabbetler esnasında, konu biraz ileriye gitti mi, derler ‘Gerisini Allah bilir.’ Ama biz öyle demiyoruz. Biz diyoruz ki, ‘Allah, insanla bilir, insanla bildirir.’ Çünkü Allah, insan dışında değildir. Akıl, insana verilmiş en büyük nimet. O yüzden, her zaman aklını kullanacaksın, tuzaklara düşmeyeceksin.”

Kasîde:

“Ey yüzü yüzümü ay gibi parlatan sevgili! Senin gözün, senin bakışın bedenimin bütün cüz’lerini görüş, anlayış sahibi yaptı. 

Senin rüzgârın, gönül bahçesinin ağaçlarını oynatmada, adını andığım zaman, ağzım şekerle, ballarla dolmadadır. 

Ey benim ağacımı, dallarımı yapraklarla, meyvelerle dolduran! Bilir misin, benim ağacım neden oynuyor? 

Yapraklarla, meyvelerle dolduğundan ötürü nazlanmıyor, oynamıyor. Senin sevgin benim gönül ağacımın sabrını, kararını alt üst ettiği için oynayıp durmadadır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXX

Av hayvanlarının arslana, tevekkül edip çalışmayı terk etmesini söylemeleri.

900. Güzel bir derede av hayvanları, arslan korkusundan ıstırab içindeydiler.

901. Çünkü arslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu yüzden hepsine fenâ geliyordu.

902. Hileye başvurdular; arslanın huzuruna geldiler. “Biz sana her gün yiyecek verip doyuralım.

903. Bundan sonra av peşine düşme ki bu otlak, bize zehir olmasın” dediler.

Arslanın av hayvanlarına cevap verip çalışmanın faydasını söylemesi.

904. Arslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefâ görecek olsam dediğiniz doğru. Ben Zeyd’den, Bekr’den çok hileler görmüşümdür.

905. İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helâk olmuşum; o yılanlar, o akrepler tarafından çok ısırılmışım.

906. İçinde pusu kurmuş olan nefs ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan beterdir.

907. Benim kulağım, ‘Mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz’ sözünü işitti; Peygamber’in sözünü canla, gönülle kabul etti.”

Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’nın, önceki beyitlerde belirttiği üzere, ‘Kelîle ve Dimne’ hikâyesine geçtiğini bildirmekte olmasıyla beraber, kendisindeki yaratma kâbiliyetinin bir eseri olarak da, bu hikâyeden başka hikâyelere geçmekte olduğunu vurgular ve Mevlâna’nın bu hikâyeleri anlatırken, dünyanın ne demek olduğunu, bilginin değerini, aklın sınırını ve ilhâmı, dünyanın boyuna değişmekte olduğunu, zulmü ve zulmün sonunu, herkesin her şeyden önce kendi ayıbını görmesi gerektiğini, gerçek savaşın nefsle savaş olduğunu âyetlerle, hadîslerle, devrinin ve devrinden önceki devirlerin inançlarını aksettirerek, onları gereğince kınamak suretiyle kattığını, hikâyeyi bambaşka ve geniş bir hâle getirdiğini, açıklar.

Buradan anlıyoruz ki, insanın nefsle olan savaşı, ezelî bir savaştır ve Sultan Veled Hazretleri’nin de buyurduğu üzere, “Mertlik başkalarıyla savaşmak değildir. Asıl mertlik ve Rüstemlik, insanın kendi nefsiyle savaşmasıdır.”

İnsan, nefsiyle savaşırken, nefsin birçok hilesine uğrar. Fakat, Hasan Dede, “İnsana verilmiş olan en büyük nimet akıldır” der ve bu büyük nimeti en doğru şekilde kullanmak gerektiği üzerinde durur.

Nefsin hileleriyle savaşırken insan, aklını kullanarak karşılaştığı zorluklardan ders almalıdır ve yılmamalıdır. Nitekim, Mevlâna da, 907. beyitte, Peygamber Efendimizin hadîsine işâret ederek, ‘Benim kulağım, ‘Mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz’ sözünü işitti; Peygamber’in sözünü canla, gönülle kabul etti’ diye buyurur.

Hazreti Ali, “Ya İslâm var olacaktır, ya da ben şehit düşerim. Damarlarımdaki kan akar, bu mertebeye ererim” der.

Hasan Dede, bir menkîbede şöyle anlatır:

“Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hazreti Resûlallah’ın devrinde bir savaştan gâlib çıkarak ganîmetleri aldı. Hem hükümdârın ganîmetlerini hem de halkını aldı, kattı önüne yola çıktı. Ve o devirde bir Efendinin de çocukları sünnet olacaktı; Hazreti Ali Efendimizin hediye alıp götürmesi için yeterli parası olmadığından, Hazreti Resûlallah ganîmetten ne verirse hediye olarak onu alıp götürmeyi düşünüyordu. Hazreti Ali Efendimiz vardığında, çocuklar çoktan sünnet olmuşlardı. Hazreti Resulallah da o Efendi ile beraber yola çıkmış, Hazreti Ali’yi karşılamayı bekliyorlardı. Hazreti Resûlallah Efendimiz baktı ki Hazreti Ali bir koyun sürüsü gibi almış insanları katmış önüne geliyor… Onun o hâlini görünce çok duygulandı ve gözyaşlarına boğuldu. Sarıldılar birbirlerine, niyâz ettiler. Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Resûlallah’ı gözyaşları içinde görünce, ‘Neden bu kadar duygulanıp ağladın yâ Resûlallah?’ diye sordu, ‘Senden beklerdim bir sevinç gözyaşı…’ Hazreti Resûlallah, ‘Yâ Ali’ dedi, ‘sen ne güzel bir hâl ile geldin. Benim ağlayışımın sebebi; bir gün gelecek mümin geçinen kişiler hepsi dinsiz olacaklar, imanlarından tâviz verecekler. Ben şimdiden o günü görüyorum, o yüzden ağlamaya başladım’…”

Hazreti Mevlâna da bakın bir kasîdesinde nasıl seslenir bizlere…

“Eğer bir an için olsun hevâ ve hevesini, şehevî arzularını bırakır, uygunsuz hâllerden vazgeçersen; peygamberlerin, velîlerin gördüğünü görürsün.

Kendine tapmaz, kendini hâşâ Allah bilmezsen gerçekten kul olursan Mûtezîle’nin inkâr etmesine rağmen Allah’ı görürsün.

Eğer tam bir rind isen, ahmaklardan kaç, gözünü zevâlsiz nura, Allah’a doğru aç!

İnsanların ayıplarını söyleme, gaybı bilene bak! Bilgisizlik dilini kes! Artık hileye, onu bunu aldatmaya kalkma! 

Gözyaşlarınla abdest al! Sadece seninle bağlı olarak değil candan yalvarıp yakararak namaz kıl! Ezelî şarapla kendinden geç, mest ol, harâb ol! 

Gönül; Tur dağına çık da ‘Allah’ım bana görün’ diye nârâ at! Nefs kâfirinin boynunu vur! Hazreti Ali gibi savaş!

Tebrizli Şems’ten mânâ şekerinin dükkanını iste! Fakat sen nefse uymuşsun, sirke satan biri olmuşsun. Nasıl mânâ balına lâyık olacaksın?..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXIX

“Cezbeyi aşkın kemâli bil! Çünkü o, aşığı Hûda’ya eriştirir. Cezbe hâlinde aşk-ı muhabbet, Hakk’tır. Onun nuru senin ruhuna sirâyet eder de sen, aşkı kendinin zannedersin.” Sultan Veled

886. İşte en güzel sözleri söyledikçe hep böyle sözlerin çıkmakta, Tanrı rahmeti inmektedir ve bu iki hâl sende daimîdir.

887. Farisî söyleyelim: Bu şevk ve cezbe, o zevkin geldiği taraftan gelir.

888. Her kavmin gözü, bir günceğiz zevk sürdüğü cihette kalmıştır.

889. Yakînen her cinsin zevki kendi cinsiyledir. Bak; cüzün zevki kendi küllünden olur.

890. Yâhut o şey, bir cinse katılma kâbiliyetinde olur da ona erişirse o cinsten oluverir.

891. Su ve ekmek gibi ki, bizim cinsimiz değilken bizim cinsimizden oluverdi ve vücudumuzu besledi, kuvvetimizi arttırdı.

892. Su ve ekmeğin suretâ bizimle cinsiyeti yoktur, ama sonucu bakımından onu cinsimiz bil.

893. Eğer, bizimle cins olandan başka bir şeyden zevk alıyorsak o ancak bizimle cins olana benzer bir şeydir.

894. Cinse benzeyenden alınan zevk, daimî değildir. O zevk arîyettir. Arîyet nesne ise akîbet bâkî kalmaz.

895. Kuş, ıslıktan zevk alsa da cinsini bulamayınca ok gibi uçar gider.

896. Susuz kimseye serâb zevk verir, fakat ona erişince kaçar ve yine su arar.

897. Müflisler altının kalpından hoşlanırlarsa da, o altın darphânede rüsvâ olur.

898. Dikkat et; altın suyu ile boyaman seni yoldan alıkoymasın! Dikkat et; bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin!

899. Kelîle’den şu hikâyeyi oku ve kıssadan hisse almaya bak!

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle seslenir bizlere…

“Sayısız yıldızları bağrına basmış olan gökyüzü, hudutsuz ve çok büyük olduğu hâlde Allah’ın kudreti etrafında bir değirmen taşı gibi döner durur.

Ey can! Sen de böyle bir Kâbe’nin etrafında dön! Ey dilenci; sen de nimetlerle dolup taşan böyle bir sofranın etrafında dolaş! 

Kâinatı yoktan yaratan Allah’ın aşkı ile mest oldun! Artık elin ayağın bir işe yaramaz. Bu yüzden sen onun aşk meydanında elsiz, ayaksız top gibi yuvarlan!

Etten, kemikten bir yığın, bir gölge varlık olan bedenin değil de gönlün; dönen dolaşan bir kişi, dünyanın canı olur; gönüller kapan bir güzel hâline gelir.

Baştan başa gönül kesilen, gerçekten aşık olan kişi pervâne olur da aşk mumlarının etrafında döner durur.

Çünkü onun maddî varlığı, bedeni balçıktan yaratılmıştır ama, gönlü ateştendir, alevdendir. Her cins kendi cinsine meyleder.

Her yıldız göğün etrafında döner. Çünkü cins cinsi ile anlaşır, onunla safâ bulur, huzura kavuşur.

Mıknatıs nasıl demiri çekerse, benlikten kurtulan, yok olan kişi de yokluğa kapılır, yokluğun çevresinde döner, dolaşır.

Ey zavallı insan! Senin varlığın Hakk’ın varlığı önünde yoktur. Yoktan ibârettir. Sen var gibi görünen bir yoksun. İşte bu hakîkati anlarsan şaşılıktan kurtulursun.”

“Her şey yokluktan varlığa kavuşur” der Hasan Dede ve, “Her şeyi renkli ve sayılı gören bizleriz, oysa varlık bir tanedir. Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen. Yolumuz insanlık yolu, sevgi ve aşk yoludur. Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için gönül şarttır. Boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz” diye buyurur.

Nitekim, ‘cüzün zevki kendi küllünden olur; yâhut o şey, bir cinse katılma kâbiliyetinde olur da ona erişirse o cinsten oluverir.’ Aynı şekilde Allah’ta yokolma kâbiliyetinde olan insan da, o zevke erişirse, ondaki nihâyî varlık sadece Allah olur.

Bir şiirinde ne güzel söyler Hasan Dede…

“Biz yokluk şerbetini içmiş, güneşin çocuklarıyız, 

Kendimizden geçmişiz, yok olmuşuz fakat, 

Akılların sahibi ve varlığın kaynağıyız. 

Biz güneşten ayrı değiliz, yalnız bir örtüyle gezeriz. 

Bize gerçek imanla teslim olan herkese, 

Gün gelir bu örtüyü çekeriz. 

Biz sevginin türlü görünümlerinde, 

Güneşin şuaları gibi yansıyan, 

Tüm gamları kederleri mutluluk yapan, 

Âb-ı hayat kaynağının sahibiyiz. 

Âb-ı hayatın kendisiyiz ey güzel dost, 

Gözlerime derinden bir bak da gör, 

Sana senden yakın olan tek kişiyim ben. 

Aşka koş, aşka sarıl, aşka düş…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVIII

Yahudi padişahının bu söze ehemmîyet vermeyip inkâr etmesi, kendisine nasîhat edenlerin nasîhatlerini kabul etmemesi.

869. O Yahudi padişahı bu hayret verici mûcizeleri gördü. Fakat ancak şüphe etti ve inkârda bulundu.

870. Nasîhatçiler: “İşi haddinden ileri götürme, inat hayvanını bu kadar ileri sürme” dediler.

871. Nasîhatçilerin ellerini bağlayıp hapsetti. Zulmünü birbirine uladı.

872. “Mâdem iş bu dereceye vardı. Ey köpek, sabret; kahrımız erişti!” diye bir ses geldi.

873. Ondan sonra ateş kırk arşın alevlendi; bir halka teşkîl etti ve o Yahudileri yaktı.

874. Onların asılları önceden de ateşti; sonunda da asıllarına gittiler.

875. Zâten o zümre ateşten doğmuştu. Cüzîler küllî tarafına yol alır, o tarafa giderler.

876. Onlar ancak mümini yakan bir ateştiler. Kendilerini ise ateşleri çerçöp gibi yaktı.

877. Anası Hâviye olan kimsenin mekânı, ancak Hâviye’dir.

878. Çocuk anası, onu arar; asıllar, mutlaka ferîleri izler.

879. Su, havuz içinde zindanda mahpûs gibidir ama hava onu çeker. Zîrâ su, erkâna mensûptur.

880. Onu havuzdan kurtarır, azar azar tâ madenine kadar götürür. Azar azar olduğundan nihâyet sen, nasıl alıp götürüldüğünü görmezsin.

881. Bu nefes de bizim canlarımızı azar azar dünya hapishânesinden öyle çalar.

882. Sözlerin temizleri, bizden çıkarak ona yükselir, ondan başkasının bilmediği yere kadar varır.

883. Nefeslerimiz, temizlik sebebiyle bizden hediye olarak bekâ yurduna yücelir.

884. Sonra ululuk sahibi Tanrı’dan, ancak rahmet olarak sözlerimizin mükâfatı, iki misli bize gelir.

885. Sonradan kul nâil olduğu şeylere bir daha nâil olsun diye bizi, yine o güzel sözlere sevk eder, yine bize o çeşit sözler söyletir.

Yüce Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de Zümer sûresinin 23. âyetinde şöyle buyuruyor: “Bir Allah’tır ki sözün en güzelini indirmiştir bir kitap hâlinde, bir kısmı, bir kısmına benzer, bir kısmı, bir kısmını gerçekleştirir, her şeyi tekrar tekrar bildirir; Rablerinden korkanların tüyleri diken diken olur onu dinlerken, sonra da bedenleri ve gönülleri, Allah’ı anmak için yumuşar; işte bu, Allah’ın bir hidâyetidir ki dilediğini, onunla doğru yola sevkeder ve Allah, kimi doğru yoldan saptırırsa ona yol gösterecek yoktur.”

Hasan Dede, bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Dil çakmak taşıyla demire benzer, 

Söz kıvılcım olur kavrulur her yer. 

Sakın lâf söyleme mânâsız yere, 

Taşı yerli yersiz vurma demire. 

Ortalık karanlık her taraf pamuk, 

Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk. 

Cahiller gafletle bir söz söylerler, 

Akılları bozup berbât eylerler. 

Tek sözle mahvolur âlemdekiler, 

Bir arslan kesilir ölü tilkiler. 

Perdesiz olaydı canların özü, 

Can veren olurdu onların sözü. 

İstersen sözünün hoş olmasını, 

Yememen gerekir hırs helvasını. 

Helvayı çok sever küçük çocuklar, 

Erenlerde ise sonsuz sabır var. 

Göklere yükselir sabrı bilenler, 

Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…”

“Aman aman, üzerinizdeki örtünün uçlarının, gelişi güzel yerlere doğru salıverilmesinden sakınınız. Büyüklük taslamaktan doğan, bu hâli Hazreti Allah sevmez” diye buyurur Hazreti Muhammed Efendimiz.

Ve bakın ne güzel söyler Yüce Mevlâna… “Akıllardaki bu aykırılık, bil ki mertebe bakımından yerden göğe kadardır. Akıl vardır güneş gibi. Akıl vardır, zühre yıldızından da aşağıdır, yıldız akmasından da. Akıl vardır, bir sarhoş mumu gibi; akıl vardır, bir ateş kıvılcımı gibi. O güneş gibi aklın önünden bulut kalktı mı Allah’ın nurunu gören akıllar faydalanırlar.”

Nitekim Sultan Veled Hazretleri de şöyle seslenir: “Din yolu, hizmet ve ibâdet ile anlaşılabilir, dedikodu ve boş sözlerle değil. Geçmişler, akıllı insanlar olduklarından hizmet ve ibâdet ile maksada eriştiler. Onlardan sonra gelenler hizmet ve ibâdetsiz, ilim, münâkaşa ve mücâdele ile maksada erişmek istiyorlar ve işte bunun için de hiçbir şey elde edemiyorlar ve hiçbir sonuca varamıyorlar.”

“Ruh topraktır, aşk ise ölümsüzlük suyu. Akıl karıncadır, o ise Süleyman. Eğer aşk kadehinden bir yudum içtiysen, bu mânâlar senin için kolaydır” diyor Ulu Ârif Çelebi, Divân’ında; ve şöyle devam ediyor: “Aşkın Şah’ı eğer seni kabul ederse, teşekkür olarak ucuz olan canını ver. Aşk yakınlık başköşesinde oturmuş; akılsa âcizlik çölünde dolaşıp durmaktadır. Yüzünü padişahlık toprağına koy. Zîrâ aşk ona Fâtiha sûresini okumaktadır. İrfân ile kendinden geçmiş Ârif’in canı, Mevlâna’nın sırrından bir nükte söyledi. Bu da onundur, Allah ondan razı olsun…”

Her nefeste biraz daha yakınlaşıyoruz içimizdeki Rabbimize azar azar; ve ‘azar azar olduğundan nihâyet, nasıl alıp götürüldüğümüzü görmüyoruz.’ Oysa, işte ‘aşk yakınlık başköşesinde oturmuş’, bizi beklemede…

Yine Mevlâna’ya kulak verelim; bakın ne güzel söyler… 

“Âlemi sel kaplasa, dalgalar yükselip develer gibi yuvarlansa, havada uçan kuşlar elem çeker ama suda yüzen kuşlar için ne tasa var? Tufan denizi, balıkların nasıl canına can katarsa biz de onun gibi denizin dalgalarına alışmış ve bu nimete şükürden yüzümüzü de ağartmışız… Ey şeyh! Denize gireceğiz, bize peştamal ver. Ey su! Bizi kendine daldır. Ey İmranın oğlu Musa! Gel, denizin suyuna âsânı vur… Bu aşk her başta bir başka sevdâ kaynatır. O sakînin sevdâsı benim olsun, ondan başka ne varsa hepsi sizin…”