Çalgıcı hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu.
O, öyle bir çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hâllere düşüyorlardı.
2070. Gönül kuşu, onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.
Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, âcizlikten sinek avlamaya başladı.
Sırtı, küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer kuskununa döndü.
Onun cana can katan lâtif sesi, kart eşeğin sesine benzedi.
Zaten hangi hoş vardır ki nâhoş olmamıştır? Yâhut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.
2075. Ancak sûrun üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibâret olan yüce azîzlerin sesleri, bundan müstesnâdır; onların sesleri bâkîdir.
Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.
Her fikrin, her sesin kehribârı o gönüldür. İlhâm, vahîy ve sır lezzeti yine o gönülden ibârettir.
Hasan Dede’nin, selâm olsun üzerine, sohbetlerinde birçok defa dile getirdiği bir şiiri vardır, şöyle seslenir:
“Az yaşa çok yaşa, âkibet bir gün gelecek başa.
Bu dünya bir değirmen taşıdır, dâim döner.
İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner.
Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile,
Dünya durdukça yaşam sürer.”
Ve gençlik ve zaman hakkında, “Bozulmayan, çürümeyen ve rengi değişmeyen, daima genç ve ter ü taze olan bir şey varsa, o da Allah’tır” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Bir dost dedi ki: Ali’den başka genç yoktur. Çünkü vasî ve velî olan O’dur. Genç, ilm-i sırra sahiptir. Kendini genç gören ve iddia eden genç değildir. Genç dediğin, Hakk’la konuşan olandır… Bu, çok yerinde söylenmiş bir sözdür. Allah’tan daha genç yoktur ve hiçbir zaman da yaşlılık sıfatına girmez, ama yaşlıdan da daha yüce bir akıla sahiptir.
Peygamber Efendimize bir soru sordular: ‘Yâ Resulallah, kâinat henüz yaratılmamışken Allah ne idi ve nerede idi?’
Peygamber Efendimiz cevap olarak şöyle buyurdu: ‘Allah vardı ve bu kâinat henüz ortada yokken yine vardı; kâinat yaratılmamışken bile onu gören ve bilen bir Allah vardı.’
Cenâb-ı Ali Keremallahu Veche Efendimiz de, ‘Aynen şu anda da böyledir’ dedi.
Allah dışında hiçbir varlık yoktur. Bizden de dile gelen kendisidir. Allah, her zaman kemâlatıyla çıkar, olgunluğuyla çıkar ve kiminle dile gelir? Bir insan-ı kâmille dile gelir.
Bu kâinat henüz yok iken Allah vardı. Kâinatı yarattı ve o kâinatta yine kendisi vardı; yâni insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı, insan gözüyle bütün yarattıklarını seyredip, isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Allah, her zaman vardı ve varolmaya devam edecek. Kâinat, O’nunla var oldu. Bu kâinat insansız ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz.”
Kâinat her gün kendisini yeniler durur. Fakat aşka gelince; âşıkta zaman mevhûmu yoktur. Çünkü âşık kendinden geçmiştir, onun her zerresini iman ettiği yer, yâni sevgilisi sarmıştır. Onun için gündüz olmuş, gece olmuş farketmez, her anında her nefesinde sevgilisiyle birliktedir. Sevgilisiyle öyle güzelliklere dalmıştır ki, bir an dahî o güzelliklerin dışına çıkmak istemez. İsmi âşıktır, fakat mâşukta yokolup gitmiştir. Aslında gönül âleminde ne âşık vardır ne mâşuk, sadece aşk vardır. Aşk ise ölümsüzdür, dâima gençtir.
Hazreti Muhammed Efendimizin mîracını örnek verecek olursak; Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, mîraçtan indikten sonra, ona “Allah’ı nasıl gördün?” diye sordular; Hazreti Peygamber Efendimiz, “Allah’ı nâmütenâhi bir güzellikte, şâbb-i emred sıfatında, yâni genç bir çocuk sıfatında gördüm; yaşı onyedi idi” diye cevap vermiştir.
‘Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır.’
Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, şöyle der: “Genç ve ter ü taze tâlihe Pîr adını taktım. Fakat o, halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pîrdir ki ibtidâsı yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esâsen kuvvetlidir, hele ‘Min ledün’ şarabı olursa…”
Kasîde:
“Şu anda öyle mestim, öyle kendimden geçmişim ki, Havvâ’yı Âdem’den ayırdedemiyorum.
Deniz, benim coşkunluğumdan dalgalandı, köpürdü. Dünya, beni mest bir hâlde görünce o da mest oldu.
İçtiğim şarap nasıl bir şaraptır ki, cellat onu içince mest olmuş, kendinden geçmiş, insan başı kesemez olmuş da dünya artık yastan, mâtemden kurtulmuş.
Bu şarap haram değildir. Helâl içinde helâldir. Helâlin ta kendisidir. Allah küpünden verilen şarap haram olamaz.
İhtiyar felek, bu genç şaraptan içseydi beli bükülmezdi.
Eğer yeryüzü bu şaraptan içseydi, bulutlardan yağmur dilenmezdi.
Eğer dünyada sır saklayan mahrem bir dost bulunsaydı, akılsız gönül, bu sırrı ona açıklardı.
Eğer ayağınız sağlam olsaydı, bu şarap sizi balçıktan çeker, çıkarırdı.”