MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XL

“Dedi bir dervişe ol bir padişah, 

Nedürür hırka vu hem başda külâh.

Derviş dedi iy şeh-i âli tebâr, 

Hırka kabrimdir külâh seng-i mezâr.” Dîvâne Mehmet Çelebi

388. (Ey Tanrı) her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtalar sökmektesin.

389. Ruhlar, her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hâkimi, ne de mahkûmu olmayarak ferâgate ulaşırlar.

390. Geceleyin zindandakilerin zindandan haberleri yoktur, Sultana mensûb davetliler, geceleyin devletten haberdâr değildirler.

391. Ne gam var, ne kâr ve zarar düşüncesi. Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!

392. Ârifin hâli, uyanıkken de budur, Tanrı “Onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.

393. Onlar, gece gündüz dünya ahvâlinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.

394. Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini kalemden sanır.

395. Tanrı, ârifin bu hâlinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensûb uyku kapladı.

396. Onların canı; sırrına akıl ermez sahrâya gitti. Ruhları da istirahatte, bedenleri de.

397. Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif kaydına düşürürsün.

* Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın kerkesi kanat çırpınca,

398. Sabahı zuhûra getiren İsrâfil gibi, herkesi o diyârdan suret âlemine getirir;

399. Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismi de tekrar gebe bırakır.

400. Can atlarını eyersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir” sırrıdır.

401. Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.

402. Tâ ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.

403. Keşke Ashâb-ı Kehf gibi, yâhut Nuh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı da;

404. Bu fikir, bu göz ve kulak; şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı.

405. Dünyada nice Ashâb-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanı başında ve önündedir.

406. Mağara da, dost da onunla terennüm etmektedir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var!

Abdülbâki Gölpınarlı, 392. beyitte, Mevlâna’nın “Onları uyanık sanırsın, oysa ki uyuyor onlar” (Kehf, 18) ayetine işâret ettiğini belirtir ve şöyle açıklama yapar: “Kur’an’ın 18. sûresi olan Kehf sûresinin 9-27 âyetlerinde Kehf ve Rakıym ashâbının, Allah’tan başkasına kulluk etmemek için kaçıp bir mağaraya sığındıkları, bir köpeğin de onlarla mağaraya girdiği, Allah’ın bunlara bir uyku verdiği, köpeğin ön ayaklarını yere döşeyip uyuduğu, bir yanları çürümesin diye yelin onları sağa-sola döndürdüğü, uyandıkları zaman, ne kadar uyumuşuz dedikleri, güneşe bakıp bir gün, yâhut yarım gün uyuduklarını sandıkları, oysa tam üçyüzdokuz yıl uyudukları, içlerinden birini yiyecek almak için gönderdikleri, giden adam para verince paranın yüz yıllar öncesine ait olduğu anlaşılıp halkın bunları görmeye gitmek istedikleri, o zâtın ben önden gideyim de haber vereyim, korkmasınlar dediği, mağaraya girince Allah’ın bunları halkın gözünden gizlediği, inananların oraya bir mescid yaptıkları anlatılır.

Kehf, geniş mağara anlamına gelir, Rakıym mağaranın bulunduğu oda, yâhut dağdır. Bunların bulundukları şehirdir, üstünde bunların ahvâli kazılmış taş levhâdır diyenler de olmuştur. Batılı eleştiricilere göre bunların mağarası Efsus şehrindedir.

Umeyr oğlu Ubeyd’e göre bunlar, Dikyanus adlı bir hükümdârın zamanında Efsus’ta yaşamışlardır; bu hükümdâr Mecusî imiş; bunlar Hıristiyanlığı kabul ettikleri için zulüm görmüşler ve mağaraya sığınmışlar; bu olay, Hazreti Muhammed’in bi’setinden, yâni peygamber olarak gönderilişinden önce olmuştur.”

Hasan Dede, Sümbül Efendi Türbesi’nin yanında kabri bulunan Uyku Dede’den bahseder ve, “Bir Uyku Dede vardı” der, “gözleri hep kapalı tefekkürde dururdu, halk onun için, bu zât her zaman uykuda, derlerdi. O öyle görünüyordu ama, herkesin hâlini dakikada görüyor ve söylüyordu. Uykuda görünüyordu ama gönül gözü açıktı. Cihanı almıştı eline her şeyi görüyordu” diye anlatır.

Hazreti Mevlâna da, “Nice şehit olmuş güvenilir kişiler vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler” diye buyurur.

Nitekim onlar, ‘gece gündüz dünya ahvâlinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.’

Abdülbâki Gölpınarlı, 393. beyit ve sonraki beyitlerde Mevlâna’nın, irâdelerini Tanrı irâdesine veren kişilerin ahvâlini anlatmakta olduğunu ve bunların da Ashâb-ı Kehf gibi varlıklarından habersiz, fakat Tanrı irâdesiyle mevcûd olduklarını bildirdiğini; onları, yazı yazanın elindeki kaleme benzettiğini söyler ve, “Bu çeşit kişiler, Tanrı irâdesinin kıl kadar dışına çıkmazlar; ibretle görürler, hikmetle söylerler; hiçbir yaratılmışı hor görmezler; herkesin hidâyetini isterler; kendilerini halka adamışlardır; Hakk’ta fânî olduklarını söylemek bu yüzdendir ve başka bir tarzda anlaşılmaması icâb eder” diye buyurur.

Ve burada da yine, “Ölüm uykunun kardeşidir; cennettekilerse ölmezler” hadîsine işâret vardır.

Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede Mevlâna, bir sohbet esnâsında, “Şu âlemde diri gibi görünen insanların çoğu ölüdür!” diye buyurur. Onu dinlemekte olanlar hayret içinde sorarlar: “Aman ya Mevlâna, nasıl ölü olur? Hepsi bizler gibi hareket ediyor, konuşuyor, yiyor, içiyor…” Mevlâna onlara şu cevabı verir: “Dinlerine bağlanan kişilerin hiçbirinin gönüllerinde Peygamberleri yok, Allah yok. Bu yüzden onlar yaşarken ölmüştür.” Bunun üzerine yine şu soruyu sorarlar: “Pekâlâ bunlar nasıl dirilir?” Mevlâna, “Bunlar, bir Allah dostu ile muhabbet kurarlarsa o vakit dirilirler” der.

İşte yine şöyle buyuruyor Yüce Mevlâna… “Âgâh ol ki velîler, zamanın İsrâfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar, derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir. Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.”

Hasan Dede, insanı vücud zindanından kurtarıp hayat verecek olan şeyin aşk olduğunu söylüyor ve aşkı bir kandile benzeterek şöyle sesleniyor bizlere… 

“Kalbimizde kandil halinde yanan sevgi ve aşkı, güneş haline getirmelidir. Çünkü aşk hiç zevâl bulmaz, ölümsüzdür. Vücud zindanından çıkanlar için, azâb kalmaz. İnsana hayat verecek yegâne şey sade aşktır. Aşk insanın gönlüne hem gözden, hem de kulaktan girip doğar. Aklın sabahına ulaşmak için gönülü illâ bir ‘Gönül’e katmak lazım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirilmez.”

Kasîde:

“O yokluktadır, o yokluktadır, o yokluktan doğandır, o yokluktadır. O her şeyi bilir. 

O lâtiftir, o lâtiftir, o emîrdir, emîrdir. O mülk ve saltanat sahibi bir emîrdir.

O sığınaktır, o sığınaktır. O her günâhkârın, her suçlunun sığınağıdır. 

O ışıktır, o ışıktır. O eşi benzeri olmayan bir ışıktır. 

O sakinliktir, o sakinliktir. O her deliliği teskîn eder. 

O cihandır. O pek tatlı bir cihandır. 

Sen sırrını ona söyleyince o bütün âleme söyler. Gizlesen de bil ki, o her gönülde olan sırrı bilir. 

Herkes seni terk etse, o seni yalnız bırakmaz. 

Gel de şu devlet gölgesine gir! O kaçırılmaya imkân bulunmayan bir padişahtır. 

Sen onun harmanına git, o seni canlandırır, yetiştirir, geliştirir. 

Ey can! Sen onun eteğinin altına sığın! O kılıcı da, oku da sana değdirmez. 

O ne buyurursa, ‘Duyduk, itaat ettik’ de! Neden korkuyorsan, ondan seni ancak o kurtarır, o kurtarır. 

Küfür olsun, günâh olsun, isterse kapkara şeytan olsun, bütün bunlar onun güneşinin ışığında aydınlık veren bir dolunay olurlar. 

Ben sözü aşkla söylüyorum. Çünkü dersi aşktan alıyorum. 

Ben canımı onun önüne koyuyorum. Ona peşkeş çekiyorum. O pek az şey kabul eder. Her şeyi kabul etmez. 

Benim perde arkasında bir putum var. Bu dünya putu pek güzeldir. Ama ölü bir puttur. Onu diri sanarak bağrına basma! Çünkü o soğuktur, zemherîdir. 

O şık, süslü elbiseler giymiştir. Yüzlerce hileler düşünmektedir. Genç görünmeğe çalışıyor ama, o binlerce leşten arta kalan kart bir varlıktır.

Gönlüm coştu, yüzlerce kaynak akıtmak istiyor ama, dünya putu yolumu kesti. O yol kesmesini pek iyi bilir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXIX

Hıristiyanların vezire uymaları.

371. Hıristiyanlar tamamiyle ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki?

372. Kalplerin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halîfesi sandılar.

373. O ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâl’di. Ey Tanrı, feryâdımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!

374. Ey Tanrı, yüzbinlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış hâris kuşlar gibiyiz.

375. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, isterse her birimiz, birer doğan ve simurg olalım!

376. Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey ganî ve müstağnî Tanrı, biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz!

377. Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz.

378. Biz, bu vahşî mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir.

379. Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harâb olmuştur.

380. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!

381. O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzur-u kalb olmadıkça namaz tamam olmaz.”

382. Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibâdet buğdayı nerede?

383. Her günlük azar azar sadıkâne ibâdet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?

384. Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları kabul edip çekti.

385. Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak basmakta.

386. Onları, felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.

* İnâyetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızdan bize nice ve ne vakit korku olabilir?

387. Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok!

371. beyitte geçen ‘avam’ tâbiri hakkında Abdülbâki Gölpınarlı, “Avam; halk, halkın aşağı tabakası anlamına gelir” der ve şu açıklamayı yapar: “Bu kelime, Mevlâna’dan beri, Mevlevîler tarafından, isterse zengin olsun, zevîr olsun, en yüksek mertebeye çıkmış bulunsun, aşktan mahrûm, tevhidden habersiz, benliğine bağlı, hakikate yabancı, dünyaya, dünya ziynetlerine dalmış kişilere denir. ‘Melûndur, melûndur altın ve gümüş paraya tapan’ hadîsince avam bunlardır; Mevlevîler kendilerinden olmayan, benliğine dalmış bulunan kişileri anlatmak için ‘avam’dan derler.”

Nitekim, Hazreti Mevlâna buyurur ki: “Mal ve para, başta külâh gibidir. Külâha sığınan, keldir. Kıvırcık ve güzel saçları olan kişiye gelince; külâhı giderse ona daha hoş gelir. Tanrı eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.”

373. beyitte geçen ‘deccâl’ tâbiri için ise, yine Abdülbâki Gölpınarlı şöyle der: “Deccâl; decl, Arapçada devenin her yanını katranlamak anlamına gelir.Tedcîl, bir şeyi tümden bürümek demektir. Deccâl’in, son zamanda kıyâmete yakın, Tanrılık davasıyla çıkacağı, tek gözlü olacağı rivâyet edilmiştir. Deccâl hakkında şu hadîsler vardır:

‘Deccâl’in gözü yeşildir’, ‘Deccâl’in gözü pusludur; bir gözü yoktur ve göz yeri de yoktur; alnında kâfir sözü yazılıdır; her inanan o yazıyı okur’, ‘Deccâl, Medine ile Mekke’ye giremez’…

Deccâl’in, doğu tarafından, Secistan’dan çıkacağı, bunun ve Süfyânî’nin zuhûrunun, Mehdî’nin zuhûruna alâmet olduğu; Hazreti Ali’nin, bir gün ey insanlar, beni kaybetmeden sorun bana, demesi üzerine Sa’saa bin Sûhân’ın, ey Müminler Emîri, Deccâl ne vakit zuhûr edecek, diye sorduğu; Ali’nin de, insanlar namazı bıraktıkları, emânete hıyânet ettikleri, yalan söylemeyi helâl bildikleri, harâm yedikleri, rüşvet aldıkları zaman, diye cevap verdiği ve daha birçok alâmetler zikrettiği; Asbag bin Nübâte’nin, Deccâl kiimdir, sorusuna da, Sâyid bin Sayd’dır, onu gerçek bilen şakaavete düşer; yalanlayan kutluluğa erer; İsfahan civarındaki Yahudi köylerinden birinden çıkar, sağ gözü yoktur, öbür gözü alnındadır ve seher yıldızı gibi parlar; içinde de kanlı bir pıhtı vardır; iki gözünün arasında kâfir yazılıdır; yazı bilen de okur, bilmeyen de… buyurduğu Ehlibeyt’ten rivâyet edilen hadîslerdendir.

Mevlâna, burada Deccâl sözüyle hem bu hadîslere işaret etmekte, hem de kendini iyi gösterip içyüzden kötülüğe çalışan münâfıkların, Deccâl’in yardımcıları olduklarını bildirmektedir.”

Hazreti Mevlâna, bu beyitin devamında, ‘isterse her birimiz birer doğan ve simurg olalım; yüzbinlerce tuzağa ve yem tuzağına düşmüş hâris kuşlar gibiyiz’ diye buyuruyor.

Simurg, çok yükseklerde uçan ve yeryüzüne hiç inmeyen bir kuştur; hattâ yumurtasını bile havada yapar; yavrusu, yeryüzüne düşerken yumurtadan çıkar ve hemen uçmaya başlar. Simurg’un en çok bilinen özelliği yanarak kül olmak suretiyle ölmesi ve küllerinden yeniden doğmasıdır ve tasavvufta olgunluğu ve Allah’a yakınlaşmayı temsil eder.

Feridüddîn-i Attar, ‘Mantıku’t-tayr’ isimli eserinde Simurg’u şöyle târif eder: “Simurg’un yüzü güneşe benzer. Ancak bir nîkab ile örtülüdür. Yüzünü açarsa bütün gölgeler silinir. Onun yüzüne bakılamaz, ancak gölgesine bakılabilir. Ancak onun yansıması, gönül aynasında görülebilir. Simurg, âleme gölgesini saldıkça bu kuşlar meydana gelir. Âlemdeki kuşların suretleri hep onun gölgesidir. Simurg var olmasa, apaçık meydanda olmasa hiç gölgesi olur muydu?”

Yâni Hazreti Mevlâna burada bizlere, Simurg bile olsan kendine güvenme, benliğe kapılma, yol tuzaklarla dolu bir yoldur, demek istemektedir ve bu yolda tevekkül ve teslimiyetin önemini vurgulamaktadır.

Nitekim, Hasan Dede de, “Ölü olduğunu bilip, dirilmek isteyenin yardımcısı Allah’tır” der ve “Bir Hakk dostuyla, yâni bir mürşid-i kâmille yola çıkıldığında tam bir teslimiyet içinde olunursa, ölümün arkasından dirilik doğar… Tam bir teslimiyet içinde olmak demek, kendi aklını bırakarak, ikrâr verdiğin mürşidine uymak, onun aklıyla aklını büyütmek ve olgunlaştırmaktır. Çünkü gerçek kâmil mürşidin bağlı olduğu yer Hazreti Muhammed’dir” diye buyurur.

Fakat malesef bizler çoğu zaman, Peygamber Efendimizin bir hadîsinde, “Benimle sizin aramızdaki mesele, yaktığı ateşin üzerine hücûm eden pervâneler ve kelebekler ile, onları ateşe düşürmemek için çabalayan kimseye benzer. Ben sizi kuşaklarınızdan tutarak ateşten korumaya çalışıyorum, siz ise benim elimden kurtulup ateşe atılmaya çalışıyorsunuz” diye buyurduğu üzere, nefsimizin tuzaklarına düşmekte, kendimizi ateşlere atmaktayız.

Ve Hazreti Mevlâna’nın 378. beyitte, ‘buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir’ dediği gibi, ambarımızda biriktirdiğimiz ibâdet buğdaylarını, ‘fare, ambarımızı deldikçe’ yitirmekteyiz. Bu sebeple, ‘önce farenin şerrini defetmeli, sonra buğday biriktirmeye çalışıp, çabalamalı!’

381. beyitte ise Mevlâna, Peygamber Efendimizin, “Namaz, ancak huzur-u kalple kılınır” hadîsine işaret etmektedir.

Peygamber Efendimiz bir diğer hadîsinde de, “Beş vakit namaz, insanın kapısının önünden akmakta olan ve her gün beş kere içine dalınıp yıkanılan nehir gibidir” diye buyurur.

Mevlâna, Fihî Mâ-Fîh adlı eserinde namaz hakkında şöyle buyurur ve der ki: “Namazın canı namazdan üstündür. Namazın canı imandır. İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi câizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman hiçbir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez; iki yüzlülerin namazı gibi…” 

Hasan Dede, bizlere Hazreti Ali’nin namazından örnek vererek, “Hazreti Ali, daha namazda kıyâmda dururken çocuk gibi ağlar, titrer, gözyaşları yanaklarından sel gibi akardı” diye anlatır, “Çünkü o, Hazreti Resûlallah gibi aynı yükü taşımaktaydı. Onun bu hâlini görenler, ’Bu hâlin nedir yâ Ali? Namaz kılarken bir çocuk gibi ağlıyorsun?’ diye sorduklarında, Hazreti Ali onlara şu cevabı verdi: ‘Emânet vakti geldi. Allah o emâneti göklere, yere ve dağlara arz etti de onlar bu emâneti yüklenmeyi reddettiler. Allah onlara acıdı. Bu yükü insan yüklendi. Üzerime aldığım bu vazîfeyi lâyıkıyla yerine getirememekten korkuyorum!..”

Ferîdûn bin Ahmed-i Sipehsâlâr da, risâlesinde Mevlâna’nın namazından misâl verir ve şöyle buyurur: “Hüdâvendigâr Hazretleri, istiğrâk, tam bir alçakgönüllülük, niyâz ve daimi bir tevâzu içinde namaza dalardı ve niteliksiz Tanrı’nın sıfatlarıyla birleşirdi. Zaten namazdan maksat da o birleşmedir. Nitekim Peygamber: ‘Namaz, Tanrı ile birleşmedir; ancak bu birleşmenin şekilde olduğunu dışı gören halk görmez’ buyurmuştur. Peygamber Hazretleri, ‘Namaz ancak kalb huzuru ile olur’ hadîsini bu namazın sırrı sebebiyle buyurmuştur.”

İşte ne güzel der Mevlâna… “Namaz bir kalıptır; başı tekbir sonu ise selâm. Ama aşıkların namazı başkadır; onlar kalıba sığmazlar… Mihrâbı dost cemâli olan aşıklar için, yüz çeşit namaz, yüz çeşit rükû ve secde vardır.”

İnşallah cümlemize böyle namazlar nasîb olsun…

Şiir:

“Pîrim ve muradım, derdim ve devâm, 

Açıkça söyleyeceğim: 

Sen benim güneşimsin ve üstâdımsın. 

Senin sâyende Hakk’a eriştim. 

Hakk’ın güneşi benim sırrımdır, 

Dergâhı niyâzımdır, 

O benim namazımın kıblegâhıdır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXVIII

Hıristiyanların vezirin hilesine inanmaları.

363. Yüzbinlerce Hıristiyan, azar azar onun etrafına toplandı.

364. O, onlara gizlice İncil’in, zünnârın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.

365. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat  bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.

366. Bunun için bazı ashâb, Peygamber’den, azgın ve hilekâr nefsin hilesini sorarlar;

367. “Nefs, ibâdetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.

368. Peygamber’den ibâdetin fazîletini ve sevâbını arayıp sormazlar; “Apaçık ayıp hangisidir?” diye kötü huyları sorarlardı.

369. Gülü, kerevizden ayırırcasına kılda kıla, zerreden zerreye nefs hilesini tanır, bilirlerdi.

370. Ashâbın kılı kırk yaranları, umûmîyetle o vâize ve beyâna hayran olurlardı.

Geçmiş devirlerde olduğu gibi, günümüzde de bazı din adamları, menfaatleri doğrultusunda, ve yâhut kendileri de bilmediklerinden, halkı cennetle kandırıp cehennemle korkuturlar. Öyle ki, namaz kılan, kılmayanı; oruç tutan, tutmayanı hor görür, hattâ dinsiz ve kâfir ilân eder. Ve ‘Allah yakıcıdır’ derler, hâlbuki Allah ateşiyle değil, nuruyla yakıcıdır. Cennet de, cehennemde buradadır ve insan dışında değildir. Fakat elbette insan, doğası gereği bilmediği şeyden korkar, ama hakikatlere vâkıf bir mürşid-i kâmilin sohbetiyle aydınlanıp bildikten sonra iş değişir, dikenlikler onun inâyetiyle gül bahçesi hâline gelir.

Bakın, o yüce yaratıcı Allah ne güzel buyurmaktadır… 

“İman edenlerin kalblerinde haset, öfke ve kin adına ne varsa hepsini söküp almışızdır. Onlar Rab’lerine el açıp yalvararak, ‘Bizi bu harika cennet yurduna ulaştıran Allah’a şükürler olsun! O bize yol göstermeseydi, biz doğru yolu asla bulamazdık! Rabb’imizin peygamberleri bize gerçekten de hakikati bildirmişlerdir!’ diyecekler. Ve onlara şöyle nidâ edilir: ‘İşte çabalarınızın karşılığı olarak size bahşedilen cennet, budur!” (A’raf, 43)

Bu yolda en büyük çaba, insanın nefsiyle olan mücâdelesidir, başka bir şey değil.

Peygamber Efendimiz, “Şüphe yok ki cennet kapıları kılıçların gölgesi altındadır” diye buyuruyor. Peki hangi kılıçların gölgesi altındadır?.. Yine Peygamber Efendimizin bir hadîsine kulak verelim… “Cennet, insanın nefsine ağır ve güç gelen dertlerde; cehennem ise, insanın nefsine kolay gelen geçici lezzetlerdedir.”

O devirde bir zât Hazreti Peygamberi çok seviyormuş, bir gün dayanamayıp huzuruna çıkmış ve demiş ki: “Ben seni çok seviyorum yâ Resûlallah!” 

Peygamber Efendimiz sormuş, “Gerçekten mi çok seviyorsun? Emîn misin?”

“Evet yâ Resûlallah, emînim, seni çok seviyorum!”

Peygamber Efendimiz aynı soruyu iki defa daha sormuş, aynı yanıtı alınca şöyle buyurmuş:

“O hâlde belâlara hazırlıklı ol!”

Ne güzel söylemiş Şeyh Gâlib…

“Derd ü mihnetdir belâdır adı aşk 

Bir marazdır ibtilâdır adı aşk 

Andadır râz-ı adem sırr-ı vücûd 

Hîçdir yokdur bekâdır adı aşk 

Eylemekdir kendüyi mahz-ı recâ

Cümleden kat’-ı recâdır adı aşk 

Cân u cânândan müberrâ muttasıl 

Bir bilinmez müddeâdır adı aşk

Şimdi Gâlib bir şeh-i âlî-cenâb

Gönlümüzle âşinâdır adı aşk…” 

Hasan Dede, “İnsanın nefsindeki kirleri ancak aşk yıkar, temizler. Aşk olmayınca kötü huylar yok edilemez. İlim, bir yere kadardır; oradan öteye varan Akl-ı Küll’dür, aşktır” der. 

Fakat aşka düştükten sonra, aşıklara cennete girmek yeterli gelmez, onlar cennetin sahibini görmeyi dilerler.

İşte Hasan Dede buyurur: “İbâdet cennet yolu, aşk ise Allah yoludur. İbâdetle cennete, aşkla Allah’a gidilir. İbâdetten sonra aşkı bulamayınca Allah’a gidilmez. Aşk, cennet dâvâsı bittikten sonra başlar. Manevî varlık, bu vücutta bilinir. Burada iken, bu vücudun içindeyken, hesabı görüp aşka düşmeli.”

Nitekim, Hazreti Mevlâna da, “Aşık, yaşarsa Allah için yaşar, mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Allah için ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, O’nun dileği, O’nun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir. Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü Sevgilinin cemâlinin güzelliğiyle dolmuş aydın olmuştur” diye buyurmaktadır.

Hasan Dede, Yunus Emre’den şöyle bir misâl verir:

“Bir gece Yunus Emre bir mânâ görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor. Ona, ‘Burası cennet-i âlâ’dır’ diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…” 

Hasan Dede der ki: “Ârif-i billâh olan Allah dostları hep vücutlarında ihtilâl yaptılar ve nefslerini bütün kötülüklerden arındırdılar. Peki nasıl arındırdılar? Aşkla… Bizi kurtaracak olan bir aşk imiş. Tanrı ilhâmı da ‘Evveli aşk, âhiri aşk, vesselâm’ buyuruyor ya… İllâ aşk. Aşktan başka çare yok.”

Aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. Onun dışında kalan her şey değersizdir. Hakk aşıkları için ne dünyanın ne de ahiretin bir önemi vardır, onların tek istedikleri Sevgilileridir…

Yüce Mevlana’mızın buyurduğu gibi, “Mahşeri görmek isterseniz gündüze bakın, ahireti görmek isterseniz geceye bakın. Aşığa ne mahşer gerek, ne ahiret gerek, yalnız Sevgilisi gerek…”

Kasîde:

“Hakimiz, hekimiz. Eski hekimlerdeniz. Şarabız, yanığız. Hasta gelirse sağlık cevheriyiz. Dertli gönülle gelirlerse kurtarıcıyız, nedîmiz. 

Hekimler hastası ölünce bırakırlar, ama biz bırakmayız. Çünkü biz çok keremli bir dostuz. Haydi koşun, biz yol ağzındayız. 

Bu dünya bize göre değildir, zîrâ biz cennet ehlinin nimetleri içindeyiz. Halk, ‘bu suret kalmaz’ diye yanıldı. Kimi ‘ağacım’ dedi; kimiyse ‘kuru odunum.’

Eğer ağaçların oynayışı rüzgârın ve aşkın eseriyse o hâlde biz can gibiyiz, cisim değiliz. Maden gibiyiz, gümüş değiliz. Bu rüzgârın oynayışı, yine ilâhî esen aşkın işidir. 

Sus! Sus!.. Biz hem ‘O’yuz, hem ‘Bu’yuz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXVII

Vezirin Hıristiyanlara hilesi.

348. “Bu hâlde diyeyim ki: ‘Ben gizli Hıristiyanım; ey sır bilen Tanrı; sen benim gönlümü bilirsin!’

349. Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kasdetti.

350. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim.

351. Padişah, benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü.

352. Dedi ki: ‘Senin sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin gönlüne pencere var.

353. Ben, o pencereden hâlini gördüm; hâlini gördüm ya, artık lafını dinleyemem.’

354. Eğer İsa’nın ruhanîyeti bana imdat etmeseydi o, Yahudicesine beni parça parça ederdi.

355. İsa için başımla oynar, canımı verir ve bunu canıma yüzbinlerce minnet bilirim.

356. İsa’dan canımı sakınmam, fakat onun din bilgisine iyiyden iyiye vâkıfım.

357. O pak dinin cahiller arasında mahvolması, bana dokunmakta.

358. Tanrı’ya, İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dine yol gösterici olduk.

359. Belimizi zünnârla bağladığımızdan beri Yahudi’den ve Yahudilikten kurtulduk.

360. Ey halk; devir, İsa’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”

* Vezir, bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi tamamiyle giderdi.

361. Padişah, vezire, vezir ne dediyse yaptı. Halk, bu gizli ve hakikati meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı.

362. Onu Hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü. Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.

Hazreti Mevlâna, “Aşk dâvâsına girişmek kolay; fakat o dâvâya kesin delil gerek” diyor.

Gerçek aşkta, yalan dolan, hile yoktur; ama ilâhî aşkı olmayan birine baksak, yalan söyler, hiddet eder, kendini başkalarından büyük görür.

Peygamber Efendimiz, “Harb, hileden ibârettir” diye buyuruyor.

Hasan Dede, “Hileden maksat, gaflet içinde olmaktır” der ve “Aşk ile kanat açan kişi lâmekâna uçar, gafletlere düşmez. İman sahibi imanından dönmez ve imanıyla yaşar. Ama imanı güçlü değil ise, hilelerden kurtulamaz” diye belirtir.

Hikâyenin bu bölümünde de vezir, imanı sağlam olmayan Hıristiyanları gaflete düşürerek, yalan ve hileyle yoldan çıkarmayı planlamaktadır.

359. beyitte geçen zünnâr ile ilgili ise, Abdülbâki Gölpınarlı şu bilgileri veriyor ve diyor ki: “Zünnâr, Hıristiyan rahiplerinin bellerine kuşandıkları, ucuna haç taktıkları yün, yâhut kayış kuşaktır. Bu, bir dine, bir inanca bağlanmaya, kendini o inanca adamaya bir işaret kabul edilmektedir. Bilhassa evlenmeyen rahiplerde, nefslerine hâkim olduklarına da bir işarettir.

Mevlevîlerde, ‘Elif’ harfine benzetilerek ‘Elifî Nemed’ yâhut söylenişe göre ‘Eliflâmed’ denen yünden yapılmış dört parmak eninde ve bele bir kere dolandıktan sonra ucundaki yün iple üstten sarılıp bağlanan bir kuşak vardır. Çileye soyunanlar, çileleri bitinceye dek giydikleri etekleri dar, üstü bedene yapışık, kolsuz ve yakasız ‘Tennure’ denen elbisenin üstüne, çilekeş olmayan muhipler, yâhut çilesini bitirmiş dedeler, semâ edileceği, mukâbele yapılacağı vakit, dönerken etekleri açılacak kadar geniş semâ tennuresinin üstüne, bellerine bağlarlar.

‘Tıyğ-bend’ denen ince kuşak ve Mevlevîlerin yukarıda söylediğimiz kuşağı, Fütüvvet erbâbındaki ‘Şed’ denen kuşaktan gelmedir; bu da Zerdüştîlikten geçmedir.”

“Bu yol, yani insanlık yolu, çok ince bir yoldur” diye buyurur Hasan Dede, “Ve nefsimiz bu yolda bizim en büyük düşmanımızdır. Dünya kuruluşundan beri canlı varlıklar, hep devrândadır. Tekâmülü tamamlamak için, gönlü Allah dışındaki her şeyden temizlemek gerekir. Kişi gönlünü tamamen Yaratıcı’ya bağlar, onun sevgisi, onun muhabbeti, onun bakışıyla hareket ederse yol alır. Eğer hem orayı, hem burayı, hem de Allah’ı severim, derse, bu kişi kemâlâta eremez. Tekâmül edenler içinde en büyük örnek Hazreti Muhammed’dir, sonra Hazreti Mevlâna ve diğer Evliyâullah gelir. Onlar da bizler gibi beşer görünürler ama gönüllerinde Allah’tan başka bir şey olmadığı için konuşmalarında hep Allah muhabbeti vardır. Bir kişi iman ettiği yerin hâline bürünürse, ancak o zaman o kişide tekâmül başlar.”

Mevlâna buyuruyor ki: “Bâtılları ne cezbedebilir? Ancak bâtıl! Tembellere ne hoş gelir tembellik! Çünkü her cins, kendi cinsini çeker. Öküz nasıl olur da erkek arslana yüz tutar? Kurt nereden Yusuf’a aşık olacak? Ancak hile ile onu sever görünür, sonra da onu parçalayıp yer. Fakat kurt, kurtluktan kurtulursa Yusuf’a mahrem olur. Eshâb-ı Kehf’in köpeği gibi ademoğullarından sayılır.”

Rubâi:

“Aşıkların bulunduğu yerin ucubucağı, dibi yoktur. O, kâbenin de meyhânenin de üstündedir. 

Aşıklar eğer dostsuz bir nefes alsalar, hırkaları da tesbihleri de zünnâr olur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXVI

Vezirin padişaha hile öğretmesi.

338. Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki hile ile suyu bile düğümlerdi.

339. Dedi ki: “Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan gizlerler.

340. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, dinin kokusu çıkmaz; misk ve ödağacı değil ki!

341. Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır. Dışı, sana mâlûmdur ama içi aksine.”

342. Padişah: “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tevzirde bulunalım, çaresi ne?

343. Ne yapalım ki dünyada ne açık dindâr, ne gizli din tutar bir Hıristiyan kalmasın” dedi.

344. Vezir dedi ki: “Bana gazâb ederek hükmet, kulağımı, elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır!

345. Ondan sonra beni darağacına götür. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin.

346. Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır, 

347. Ondan sonra da beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların arasına yüz türlü din kayıtsızlığı salayım.”

“İnsan, insanın rahmânıdır. İnsan, insanın şeytanıdır” der Hasan Dede ve “Bir arkadaş, bir arkadaşı doğru yola götürmeye çalışırsa, o arkadaş rahmân sıfatını taşır, arkadaşını da rahmânîyete çeker. Bir arkadaş, arkadaşını kötü yollara çekmeye kalkarsa, o şeytandır. Ona uydun mu şeytana uymuş olursun” diye buyurur.

Nitekim, “Şahsın kişiliği, birlikte yürüdüğünün kişiliğiyle ölçülür. Bir şeyin başka şeylerle aranması gibi. Kalb kalple buluştuğunda biri diğerine yön verir” der Hazreti Ali.

Hazreti Mevlâna, 340. beyitte, vezirin “dinin kokusu çıkmaz; misk ve ödağacı değil ki’ dediğini buyuruyor.

Hasan Dede, gülden misâl vererek, “Gül iki çeşittir. Bir gülün rengi vardır ama kokusu yoktur, diğerinin ise hem rengi vardır hem de kokusu” der, “Bir kişi Hazreti Muhammed’in izinden yürür, kabı ölçüsünde onun gibi hizmet sunmaya gayret gösterirse, ondan koku yansıtır. İnsanlık kokmaya başlar.”

Ve tam bir teslimiyet içinde olan müridi, güvenli bir gemi içinde seyahat eden yolcuya benzeterek, “Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahî, kesinlikle batmaz” diye buyurur.

Fakat geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsânî duygulardan uzak durmasıdır.

Nitekim, Hasan Dede’nin anlattığı bir hikâyede Mevlâna, dervişlerine dünyanın hakikatte ne olduğunu göstermek için onları şöyle bir imtihana tutar:

Mevlâna, yağmurlu bir günü seçer ve aynı gün de Konya’nın pazarı olmasına dikkat eder. Dervişleriyle beraber pazara gelir. Daha önceden sarrafta bozdurduğu altınları da yanına alır. Bütün pazarcılar Mevlâna’yı görünce çok şaşırırlar, acaba ne alışveriş yapacak diye meraklanırlar. Mevlâna o sırada elini cebine atar ve bir avuç altını etrafındakilere göstererek sorar: 

“Ey ahâli, bu elimde tuttuğum nedir?” 

“Altındır” derler. 

Mevlâna, “Tamam o zaman, haydi yağma edin” der ve elindeki altınların hepsini çamura atar. 

Bütün pazarcılar bırakırlar tezgâhlarını, altınları toplamak üzere hepsi birden çamura dalarlar. Üstleri başları çamur içinde kalır. Kimisi altınları bulur, kimisi bulamaz. 

Sonra Mevlâna toplar bütün dervişlerini ve hep beraber tekkeye dönerler. Tekkeye vardıklarında onlara sorar: “Evlatlarım, bugünkü imtihandan bir ders aldınız mı?” 

Hepsi susarlar, bir şey diyemezler. Aralarından biri, “Eğer siz anlatırsanız daha iyi olur, bizler yanlış bir şey konuşmayalım” der. 

Mevlâna onlara şu açıklamayı yapar: “Pazarcıları gördünüz, hepsinin üzerlerinde belki bir ya da iki liralık elbiseler vardı. Bir parça altını almak için kendilerini çamura attılar. Sahip oldukları o bir-iki liralık elbiselerini de berbat ettiler. Eğer o anda Padişah, yâni Allah, onları sarayına çağırmış olsaydı, üstlerindeki o çamurlu elbiselerle Padişah’ın huzuruna çıkabilirler miydi?.. Hayır, tabii ki gidemezlerdi. Bir insan çamurlu elbiselerle Padişah’ın huzuruna nasıl çıkabilir? Çıkamaz. İşte sizlerin de gönlünüzde dünya varsa, ya da bir dünya ehli; Allah sizi huzuruna kabul etmez, tekrar gerisin geri gönderir.”

“Dünya nedir?.. İmtihan yeri” der Hasan Dede, “Bu dünyada gönlünü Allah’a değil de, Allah’ın vehimlerine kaptıranlar, sonunda onlar gibi yokolup gitmeye mahkûmdurlar.”

İşte Hazreti Mevlâna, “Hazreti Muhammed, ‘Mümin yücedir’ buyurdu, çünkü onda dosdoğru ayırdediş kabiliyeti vardır” diye buyuruyor, “O, tertemiz kişi, anlayışlıdır, ayırdedendir; görünüşe aldırış etmez. Birinin görünüşü Ay gibi güzel olsa, bütün hünerleri bilse, huyu-huşu tatlı, hoş, içi-dışı incir gibi tüm tad olsa, bil ki bu, mümine deri gibi görünür, o görüntülere kapılıp da nerden yoldan kalacak o? O, bütün bunlardan geçer de gönüle bakar; gece gündüz o yola koyulur, bakışı, görüşü boyuna Allah nuruyladır; Ledün bilgisinden de haberdârdır. Kim akıllıysa, irâde sahibiyse, onun katında cismin değeri yoktur. Tertemiz aklı, bilgi ister; gönlü, görünüşe aldırış bile etmez. Anlamı olmayan suret, ışığı sönüveren şimşeğe benzer. Ne mutlu o kişiye ki bize dost oldu; burnuna bu gülden bir kokudur erişti.”

Rubâi:

“Deli gönül, can içinde dosta giden bir yol var. Be hey sersem, hem içerde hem de dışarda yollar var. 

Altı yönden yolu kesip kapatsalar da hiç korkma, her gönülde tâ derinde ona giden yollar var.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXV

Yahudi padişahın hikâyesi.

324. Yahudiler içinde zâlim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir padişah vardı.

325. İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Musa’nın canı oydu, onun canı da Musa.

326. Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki Tanrı demsazını birbirinden ayırdı.

327. Usta, bir şaşıya “Yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.

328. Şaşı, “O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle” dedi.

329. Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak, fazla görücü olma!”

330. Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişeden birini kır!”

331. Çırak birini kırınca ikisi de gözden kayboldu, insan tarafgîrlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur.

332. Şişe birdi, onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü!

333. Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; ruhu, doğruluktan ayırır.

334. Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze yüzlerce perde iner.

335. Kadı, kalben rüşvet almaya karar verince zâlimi, ağlayıp inleyen mazlumdan nasıl ayırt edebilir?

336. Padişah, Yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman ya Rabbi, aman!

337. Musa dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüzbinlerce mazlum mümin öldürttü.

Abdülbâki Gölpınarlı’nın şerhinde, hikâyede geçen şaşı Yahudi padişahı, birçok tarihî eserde anlatılan Polos’tur. Milâdın 2. yılında doğmuştur. İsrâiloğullarından olup asıl adı Saul’dur. Önceleri İsa dininin en büyük düşmanı iken sonradan Hıristiyan olmuş, Anadolu, Kıbrıs ve Yunanistan’da bu dini yaymış. 62 yılında yahut 64’te Roma’ya gitmiş, 66’da Patros’da idam edilmiştir.

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Meryem sûresinin 37. âyetinde ve Zuhruf sûresinin 65. âyetinde, “Yüce Tanrı dedi ki: Aralarında bölükler ayrıldı da birbirlerine aykırı oldular, vay zâlimlerin hâline” diye buyrulmaktadır.

Abdülbâki Gölpınarlı diyor ki: “Esasen bu hikâye, A’mâl-i Rüsül’de ve Polos’un mektuplarında geçer. A’mâl-i Rüsül’de, Polos’un Hıristiyanlara pek çok zulümlerde bulunduğu, erkek, kadın bir çok Hıristiyanı bağlı olarak Orşilim’e götürürken, Şam yakınlarından gökten bir nurun parladığı, bu yüzden gözlerinin görmez olduğu, İsa’nın kendisine, ne vakte dek bana zulmedeceksin, dediği anlatılmakta; aynı zamanda bunlar kendisi tarafından da hikâye edilmektedir. Mektuplarında sünnet olmanın lüzumsuzluğu; her yenecek şeyin, hattâ putlara kesilen hayvanların bile helâl olduğu açıkça söylenmektedir. Hiç şüphe yok ki, Ahd-i Cedid’i inceleyen Mevlâna, bu hikâyeyi o kitaba göre te’vil etmiş ve muhayyilesinden işlediği mevzûu bu şekle dökmüştür.”

Yine Abdülbâki Gölpınarlı’nın açıklamasıyla, 326. beyit ile 332. beyite kadar olan bölümde geçen hikâyeyi, Mevlâna, dinlerin esas itibâriyle vahdet üzerine kurulduğunu anlatmak için zikretmektedir.

Açıklamasının devamında ise, Kur’an-ı Kerim’den bazı âyetlere işaret ederek şu bilgileri bizlere sunar: “Kur’an’ın, Âli İmrân sûresinin 64. âyetinin meâli şudur: ‘De ki: Ey Kitab ehli, gelin aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah’a kulluk edelim, ona hiçbir şeyi eş ve ortak etmeyelim; Allah’ı bırakıp da bazılarımız, bazılarımızı Tanrı tanımasın. Yine de yüz döndürürlerse deyin ki: Tanık olun; özümüzü Tanrı’ya teslim edenleriz biz.’ Bakara sûresinin 284. âyetinde, peygamberlerin, peygamberlikleri bakımından ayrılamayacaklarını, hepsinin de tevhide, insanların hayrını ve kemâlini sağlamaya gönderildiğini, 253. âyetindeyse, ancak Allah katındaki dereceleri bakımından bazısının, bazısından üstün olduğunu, fakat peygamberlikte, teblîğe memûr oluşta ve teblîğ ettikleri gerçekte aynı olduklarını bildirmektedir. 

Gerçekten de her peygamber, Allah’ın, bir, eşsiz, ortaksız, her şeyden münezzeh olduğunu bildirmiş, dünyevî hükümlerse zamanın icâbına göre konmuştur. Fakat zaman geçtikçe her din ehli ondan sonra gelen dinin tabîatıyla daha mütekâmil olması ve ona uyulması gerekirken uymamış, sonraki din ehline düşman kesilmiş, tarih sahîfeleri Ehl-i Salib savaşlarıyla, hattâ bu da yetmiyormuş gibi aynı din ehli arasındaki bazı aydın fikirleri söndürmek için engizisyon zulümleriyle, İslâm’da da mezheb savaşlarıyla kana bulanmıştır. 

Mevlâna’ya göre bu şaşılıktır; biri, iki görmektir. Çünkü vahdet bakımından bütün peygamberler birdir; Âdem’le başlayan nübüvvet, Hazreti Muhammed’le sona ermiştir. Müslüman, Hazreti Peygamber’in bütün peygamberlerin sonuncusu olduğuna, en üstünü bulunduğuna, dininin bütün dinleri neshettiğine, kitabının son İlâhî Kitab olduğuna inanmakla beraber Hazreti Muhammed’den önceki peygamberlerin hiçbirini inkâr etmez; biri iki görmez, şaşı değildir. Allah’ın kelâmına inanıp Musevî ve İsevî’lerin ellerindeki kitapların muharref olduğunu bilmekle beraber kitap sahibi peygamberlerin kitaplarını bugün asılları yoktur diye inkâr etmez.”

Nitekim, Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde, “Lânetlenmiştir insanları ayıran, bölük bölük eden” diye buyurur.

Hasan Dede, “Hiçbir peygamber şiddet ve kavga yanlısı değildirler” der, “Hazreti Muhammed’e tam bir imanla yüz tutanlar rahat ettiler. Hazreti İsa’ya, Hazreti Musa’ya yüz tutanlar rahat ettiler. Evliyâullah’a yüz tutanlar rahat ettiler. Kim onların sözünün dışına çıkıp egosunda kaldıysa perişan oldu. Çünkü peygamberler, evliyâlar menfaatsiz dostturlar; onlar, şiddet zamanı, sıkıntı vakti, rüşvet almaksızın, karşılık beklemeksizin yaratılmışlara acırlar, yardımda bulunurlar; onlar bu dünyaya insanları irşâd etmek, gel benim gibi ol, demek için geldiler. Sevdiler, hep sevgiden söz ettiler, hiç usanmadan cemaatlerinin yanlarında bulundular. Onların sözleri ferahlık verip, huzura kavuşturdu. En sonunda gözler açıldı, gönüller büyüdü, ruh ferahlığa kavuştu ve onlara imanla baktılar. Onların gövdeleri kalktıktan sonra da kim oraya tam vekâlet ettiyse aynını söyler. Mevlana’nın da buyurduğu gibi: Ayırmak değildir bizim işimiz, birlemektir.”

İşte Mevlâna, her dinden, her mezhepten bütün insanları fark gözetmeksizin tasdîke çağırıyor ve diyor ki: “Peygamberleri tasdîk edin, Allah’a olan ruhu tasdîk edin! Tasdîk edin; onlar doğmuş güneşlerdir… onlar sizi kıyâmetin azâplarından kurtarırlar. Tasdîk edin; onlar kıyâmet kopmadan önce, oraya varmanızdan evvel sizi de nurlandıran, âlemi de nurlandıran aydın dolunaydır. Tasdîk edin; onlar karanlıkları aydınlatan ışıklardır… ulu tutun, ağırlayın… onlar, ricâ ve niyâz anahtarlarıdır. Hayrınızdan başka bir şey dilemeyenleri tasdîk edin… kendinizden başka kimseyi azdırmayın, kimseye tecâvüz etmeyin! Bırak bu Arapça’yı, Farsça konuşalım. Ey sudan topraktan ibâret insan, o Türk’ün Hindusu ol, o güzelin yanağına bi siyah ben kesil! Kendinize gelin de padişahların seslerini duyun. Onlara gökler bile inandılar, gökler bile…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXIV

“Aşıklara sevgilinin güzelliği müderristir; defterleri, dersleri, meşkleri de onun yüzü!” Mevlâna

314. Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru.

315. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür.

316. Zirâ nice insan suratlı şeytan vardır. Binâenâleyh her el, el vermeye lâyık değildir.

317. Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar.

318. O kuş, kendi cinsinin sesini işitir, havadan iner, tuzağa düşer.

319. Aşağılık kişi, dervişlerin sözlerini, bir selîm kalpli kişiye efsun okumak, onu efsunlamak için çalar.

320. Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır.

321. Dilenmek için yünden arslan yaparlar, Ebu Müseylim’e Ahmed lâkabı verirler.

322. Ebu Müseylim’in lâkabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi.

323. O, Hakk şarabının mührü, şişesinin kapağı; hâlis misktir. Âdi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azâptır.

Abdülbâki Gölpınarlı, 315 ve 316. beyitlerin tefsîrinde şöyle buyuruyor: “Bakara sûresinin 273. âyetinde yoksullardan, izzet-i nefis sahiplerinin, istiğnâ göstererek kimseden bir şey istemedikleri, yüzsuyu dökmedikleri için halkın, onları zengin saydığı bildirilir, asıl bunlara yardım edilmesi beyân ve emir buyurulurken, ‘Sen onları yüzlerinden tanırsın’ denilmektedir. Aynı sûrenin 46. âyetinde kıyamet günü, ‘Arâf’taki erlerin, herkesi yüzlerinden tanıyacakları, cennet ehline selâm verecekleri, cehennem ehline bakıp Allah’a sığınacakları, 47. âyette de, cehenneme girmiş olanlara, mallarının çokluğu, ululanmaları, kendilerine bir fayda vermediğini söyleyecekleri, bundan sonraki âyette de, Allah’ın, onlara, girin cennete, size ne korku var, ne hüzün buyuracağı bildirilmektedir. Arâf, yüksek yere denir. Hadîslerde, Arâf erlerinin peygamberler ve Âli Muhammed olduğu rivâyet edilmiştir.”

Hasan Dede, “Nurlu bir insanın cemâli Ay’ı andırır. Gözlerindeki ışık çoğaldığı zaman da, o insan Ay’dan Şems haline döner.. Hakk aşıkları maşuklarıyla bu âleme nazâr kıldıklarından dolayı dilleri hep tatlıdır, yüzleri hep güleçtir” der.

Nitekim, “Yüz kalbin aynasıdır” derler ve bir hadîste de, “Hayrı güzel yüzlülerden umun, isteyin” diye buyrulur.

Abdülbâki Gölpınarlı, bununla ilgili olarak yine şöyle bir açıklama getirir: “İnsanın iyiliği yüzünden belli olur; ancak bu hususta meleke sahibi olmak gerektir. Münâfıkken halkı aldatmak için kendisini mürşid gösteren, düzene baş vuran, riyâzat ehli zannını veren, bilgisizleri kandıran, böylece başına topladıklarını sömüren nice kişiler gördük ve görmekteyiz. Mevlâna’nın, ‘insan yüzlü İblis’ dediği kişiler bunlardır. Gerek zâhid görünsün, gerek rind, halkın boynuna binen, kesesinden geçinen kişilerin hemen hepsi bu çeşit kişilerdir. Bunların içinde Mehdîlik dâvâsına kalkışanlar, asrın müceddidi olduğunu iddia edenler, hattâ kendisine vahîy geldiğini söyleyenler, geçmiş erenlerle görüştüğünü, mîrac ettiğini, Allah’ı gördüğünü bildirenler, hattâ hattâ yeni bir din kurmaya cü’ret edenler bile vardır. Bunlar hakkında bilgi vermeye kalksak, hele eskilerden, yenilerden bu yolu tutanları, onlara uyanları yazmaya girişsek sahifeler dolar; bu kadarcık bir işaretle geçiyoruz.”

“Bütün güzelliklere engel kişinin kendi küçük aklıdır” diye buyuran Hasan Dede, bu yolda benlikle değil; ancak sâfiyet ve teslimiyetle ilerlenebileceğini dile getirir ve “Bir defa ölmek, bin defa ölmekten yeğdir. Tilki gibi gezme bu âlemde, var mısın yok musun belli değil; ko arslan kapsın seni, bir kere ölürsün ama tam ölürsün” der.

Ve 321 ve 322. beyitlerde geçen ‘Muhammed’ ve ‘Ebu Müseylim’e istinâden, Hasan Dede’nin anlattığı bir hikâyede; Peygamber Efendimiz, namazdan sonra nefsine ızdırap vermek için önce sağ ayağı üstünde, sonra da sol ayağı üstünde bir müddet durur. Bir zaman sonra Allah’tan bir nidâ gelir: “Ey benim Habîbim Muhammed! Hani sen beni çok seviyordun?” Hazreti Muhammed, “Evet” der, “seni çok seviyorum.” Yine Allah, ona şöyle seslenir: “Hem beni çok seviyorsun, hem de bana ızdırap veriyorsun.” Hazreti Muhammed, “Nasıl sana ızdırap veriyorum?” diye sorar. Allah, “Tek ayak üstünde duruyorsun ya, bana ızdırap vermiş oluyorsun. Sen ne sıkıntı çekiyorsan, aslında ben çekmiş oluyorum” diye yanıtlar. Aynısını Ebu Müseylim de yapmaya kalkar, fakat ona Cenab-ı Hakk’tan şöyle bir ses gelir: “O şeref Habîbime aittir, sen gece gün tek ayak üstünde kalsan, o şerefe nâil olamazsın.”

Abdülbâki Gölpınarlı ise bu beyitlerin tefsîrinde, Müseylim ile ilgili olarak, “Müseylim, Hazreti Peygamber’in son zamanlarında, dinden dönüp peygamberlik dâvâsına kalkışan, hattâ Hazreti Muhammed’e bir mektup göndererek yeryüzünün yarısının kendisine ait olduğunu bildirmeye cür’et eden kişidir. Hazreti Muhammed, kendisine gönderilen mektubu yırtmış, ‘Yeryüzü gerçekten de temiz kullarıma miras kalır’ (Enbiyâ, 105) meâlindeki âyetle biten bir mektupla cevap vermiştir.  Hazreti Peygamber’in mektubunda adı ‘Kezzâb’ diye anıldığından ‘Müseylemet’ül- Kezzâb’ diye anıla gelmiştir” diye bilgi verir.

Ve yine, 323. beyitle ilgili olarak da, Mevlâna’nın, “Onlara, içilecek hâlis arıduru su sunulur ki içiminin sonu pek hoştur ve sonunda misk kokar; özleyip dileyenler, bunu özlesinler, bunu dilesinler” (Mutaffifîn, 25-26) âyetlerine işaret etitğini belirtir.

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde ne güzel seslenir bizlere…

“Âlimin azığı ve sermâyesi, kalemden meydana gelen eserlerdir. Sufînin azığı ve sermâyesi nedir? Ayak izleri! 

Sufî; av peşine düşen, ceylanın ayak izlerini görüp onları izliyen avcıya benzer. Bir müddet ceylanın ayak izleri işe yarar. 

Ondan sonra ise esâsen ahudaki misk kokusu, yolu gösterir. Bu izlere, bu izlemeye şükreder de yol alırsa nihâyet o adım atma, o yol alma yüzünden muradına ulaşır. 

Misk kokusunu duyup bir konak yol almak, iz izleyerek yüz konaklık yol almadan, yüz konaklık yolu dönüp dolaşmadan daha iyidir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXIII

“Nefsin kalesini yıkan, tevhittir.” Hazreti Şems

297. Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz, karışmazlar.

298. Fakat şu var ki iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ… onun aslına kadar yürü!

299. Kalp altınla hâlis altın ayarda belli olur. Kalpla hâlisi, mihenge vurmadıkça tahminî olarak bilemezsin.

300. Tanrı kimin ruhuna mihenk korsa ancak o kişi, yakîni şüpheden ayırt edebilir.

301. Diri bir kişinin ağzına bir çöp sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar.

302. Binlerce lokma arasında ağıza ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar, sezer.

303. Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hissi de göklerin merdiveni.

304. Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habîb’ten.

305. Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındadır, o hissin sağlığı vücudu harâb etmektedir.

306. Can yolu, mutlaka cismi virân eder, onu yıktıktan sonra da yapar.

* Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mânâ aşkıyla evini barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır.

307. Altın definesi için evi harâb etmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamûr bir hâle getirmiştir.

308. Suyu kesmiş, suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtmıştır.

309. Deriyi yarmış, temreni çıkarmış… ondan sonra orada deri kendini yenilemiştir.

310. Kaleyi yıkıp kâfirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.

311. Hikmetinden suâl edilmeyen Tanrı’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zarûrî sözlerdir.

312. Gâh böyle gösterir, gâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya imkân yoktur. Ona ancak hayran olunur.

313. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil; sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.

Hazreti Mevlâna, ‘Dünyada acı ve tatlı deniz var’ derken, bu iki denizle anlatmak istediği, gerçekle bâtıl, hayırla şerr, lütûfla kahır, iman ile inkârdır.

Abdülbâki Gölpınarlı, tefsîrinde, Mevlâna’nın, acı ve tatlı su ile, “Ve öyle bir mâbuttur ki iki denizi akıtmıştır; bu tatlı ve içilecek sudur ve şu tuzlu ve acı su. Aralarında da bir sınır, birbirlerine karışmalarına imkân bulunmayan bir engel yaratmıştır” (Furkân, 53) meâlindeki âyeti kastettiğini açıklar.

Ve yine, Fâtır sûresinin 12. âyetinde de, “Ve iki deniz, bir ve eşit olamaz; şu tatlı ve içilecek sudur; içilince kandırır insanı; boğazdan kolaycacık ve iyi bir surette kayıp gider; buy ise tuzlu sudur, acıdır ve hepsinde de ter ü taze balıklar çıkarır; yersiniz ve takıp süsleneceğiniz ziynet eşyası çıkarırsınız ve görürsün ki lütûf ve ihsânını arayıp bulmanız ve şükretmeniz için de suları yara yara gemiler gitmede” buyrulmaktadır.

İnsanda, acı su da tatlı su da mevcuttur; fakat neticede ikisinin de aslı sudur. Önemli ve gerekli olan da insanın aslına ulaşmasıdır ki, Mevlâna, bizlere, ‘Bu ikisinden de geç, tâ… onun aslına kadar yürü!’ diye yol gösterir ve bu yolda, yolcuya, kendindeki acı ve tatlı suları gösterecek bir aynaya, yâni bir mürşid-i kâmile ihtiyaç olduğunu dile getirir.

Nitekim, Abdülbâki Gölpınarlı da, ‘Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habîb’ten’ beyitinin, “Tedâvi edilin ey Allah kulları, çünkü Allah hiçbir dert vermemiştir ki onun devâsını da vermesin; ancak bir dert vardır ki dermânı yoktur; o da ihtiyarlık” hadîsine işaret ettiğini belirtir ve, “Bedenî hastalıklar hekimin tedâvisiyle geçer; din ve iman hastalıkları da kâmil mürşidin, Kur’an-ı Hakîm’i, hadîsleri, inanç ve amellerin yollarını, yordamlarını bildiren zâtın keremiyle, ona uymakla sıhhat bulur” diye buyurur.

Hasan Dede, kâmil mürşid hakkında, “Mürşid-i kâmil, Ali sıfatını taşıyandır” der. 

Hazreti Mevlâna ise, Hazreti Ali’nin vasıflarını açıkladığı Naat’ında, “İslâmın yolunda iş düzelmedikçe, durup dinlenmeyen o şerefli, vekârlı Şah, Ali idi. Hayber kalesinin kapısını bir hamlede koparıp açan o kaleler fatihi, Ali idi. Afâka her bakışımda gördüm ki, yakîn yüzünden her varlıkta var olan, Ali idi” diye buyurur ki; işte böyle bir mürşid-i kâmilin keremiyle, müridin din ve iman hastalıkları sıhhat bulur, ‘Kaleyi yıkıp kâfirden alır, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapar.’

Lâkin, yine Mevlâna’nın buyurduğu gibi, “Hikmetinden suâl edilmeyen Tanrı’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir?.. Din işinin künhünü anlamaya imkân yoktur. Ona ancak hayran olunur.”

Rubâi:

“Varlığın, yokluğun mâhiyetini anlayan ve bu görüşün derinliklerine inen bir kişi için, artık varlık, yokluk inancı onun Hakk yolunda yürümesine engel olamaz. 

Böyle bir kişi, sıfatlara ve yaratılan şeylere, yapılan işlere takılıp kalır mı? O Allah’ın güzel eserlerinin, sanatının dışına çıkarak, yaradanı bulmaz mı? Ona hayran olup kalmaz mı?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXII

“Mutlak büyü nedir, gözlerinden öğrendim; aşkından, can mumunu yaktım, parlattım…” Mevlâna

278. Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi birer asâ aldılar.

279. Bu asâ ile o asâ arasında pek çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.

280. Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vaade vefâ olarak Tanrı rahmeti var.

281. Kâfirler inatlaşmada maymun tabîatlıdırlar. Tabîat, içte, gönülde bir âfettir.

282. İnsan ne yaparsa maymun da yapar; maymun, her zaman insandan gördüğünü yapıp durur.

283. O, “Ben de onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?

284. Bu, emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!

285. O münâfık; muvâfıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyâz ve tazarrû için değil.

286. Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münâfıkla kazanıp kaybetmektedirler.

287. Müminler için nihâyet kazanç vardır, münâfıka da ahirette mat olma.

288. İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li, öbürü Rey’li!

289. Her biri kendi makâmına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.

290. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münâfık derlerse sertleşir, ateş kesilir.

291. Onun adı, zâtı yüzünden sevgilidir. Bunu adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nîfakla sıfatlanmış olan zâtından dolayıdır.

292. Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak târif içindir.

293. Ona münâfık dersen… o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.

294. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse onda niçin cehennem tadı var?

295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı “kap”tan değildir.

296. Harf kaptır, ondaki mânâ su gibidir. Mânâ denizi de “ümmü’l-kitab” yanında bulunan, kendisinde olan zâttır.

Abdülbâki Gölpınarlı, 278. ve 279. beyitlerde geçen Musa’nın asâsı ile ilgili olarak şu bilgileri verir: “Musa Peygamber, Allah’ın emriyle sopasını yere atınca sopa, büyük bir yılan şekline giriyor; kuyruğundan tutunca tekrar sopa kesiliyor. Elini koynuna sokup çıkarınca eli bembeyaz oluyor, parıl parıl parlıyor; tekrar koynuna sokup çıkarınca eski hâline geliyor. Musa, bu mucizeleri Firavun’a gösteriyor; ancak Musa’nın emriyle sopayı atan Harun’dur. Büyücüler de sopalarını atmışlar, onların ki de yılan olmuş, fakat Harun’un attığı sopa, onların sopalarını yutmuştur.”

Hazreti Mevlâna, Fihî Mâ-Fiîh isimli eserinde, doğruluğu, gerçekliği, Musa’nın sopasına benzetir ve der ki: “Doğruluk, Musa’nın sopasına benzer; eğrilikse büyüler gibidir. Doğruluk geldi mi, hepsini yer gider.”

Ahmed Eflâki, Âriflerin Menkîbeleri isimli eserinde şu rivâyeti dile getirir: “Bir gün, ulu kişiler, Mevlâna Hazretlerinin ziyâretine gitmişti. O gün, Mevlâna bilgiler saçtığı sırada Musa’nın asâsını anlatıyordu: Musa’nın asâsı o dinsiz sihirbazların sapıklıklarının ve bâtıl hayallerinin eseri olup yetmiş deve yükü tutan ve dağları, sahraları dolduran sihir aletlerini celâl sahibi Tanrı’nın inâyetiyle öyle yuttu ki bunlardan hiçbir eser kalmadı. Bunların hepsini yuttuğu halde asânın kendisinde ne bir şey arttı, ne de bir şey eksildi. Ben şimdi bu benzeri olmıyan olayı nasıl anlatayım ki halkın zihnine girebilsin ve halk bunu anlıyabilsin, dedikten sonra zekâ ve ferâsetiyle daima babasının teveccühüne mazhâr olan Sultan Veled’e dönerek: ‘Bahâeddin bunu sen söyle,’ dedi. Sultan Veled baş koyduktan sonra: ‘Bu tıpkı şuna benzer: birinin büyük ve yüce bir sarayı olsa ve son derecede de bir gece karanlığı içinde bulunsa, birdenbire o sarayın içine bir mum getirseler, o mumun ışığı o kadar karanlığı öyle bir yutup yok eder ki hiçbir şey kalmaz ve bu kadar karanlığı yutmaktan kendisinde ne bir şey artar, ne de bir şey eksilir,’ diye anlattı. Bunun üzerine Mevlâna, hemen kalkıp Sultan Veled’i kucakladı, yüzünü gözünü öptü, dualar etti ve, ‘Aferin Bahâeddin! Aferin! Çok güzel söyledin, çok nâdir bir inci deldin,’ buyurdular.”

Şiir:

“Musa’nın asâsı, bu kadar sihirbazlıkları bir lokma yapıp yuttu. Bu dünya gece ile kaplıydı, sabah onu yutup yok etti. 

Sabahın mumu, bu yutmaktan ne eksildi, ne de arttı. O yine eskiden olduğu gibi kaldı.”

Hasan Dede, “Bizim işimiz taklit değil, hakikattir” der, “Hakikat ayân beyân ortadadır, Cenab-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. O ezelî ve ebedî güneşin hâlinde değişiklik yoktur; değişiklik bizim hâlimizdedir. Arkamızı güneşe dönersek, elbette karanlıkta kalırız. Allah, ‘Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın giderim’ diyor. Bu bir söz değil, bir hâldir; giden bilir.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 285’den 296. beyitlere kadar olan bölümü şöyle tefsîr ediyor ve buyuruyor ki: “Nifâk, inanmadığı hâlde inanır görünmek, şerîata bir kapısından girip öbür kapısından çıkmaktır. Münâfık, nifâk sahibi olan, inanmadığı hâlde kendisini inanmış gösteren iki yüzlü kişiye denir. Âli İmrân sûresinin 167. âyetinde münâfıkların özlerinde olmayan sözler söyledikleri, savaşa katılmamak için bahaneler düzdükleri; Nisâ sûresinin 88. âyetinde, kendileri imana çağrılınca Peygamber’den uzaklaştıkları, küfre döndükleri; 142. âyetinde, Allah’ı aldatmak istedikleri, namaza üşenerek ve gösteriş için kalktıkları; 143. âyetinde, imanla küfür arasında oldukları, ne imana gelenlerden, ne de kâfirlerden olmayıp ikisi arasında bulundukları; Tevbe sûresinin 64-68. âyetlerinde, münâfıkların yüreklerinde gizlediklerini açıklayan bir âyet inince ürktükleri, fakat yine de alay ettikleri, bunu anlayanlara da şaka yapıyoruz dedikleri anlatılır. Ayrıca Münâfıkûn sûresinde de, münâfıkların yalancı oldukları, yeminlerini kalkan edindikleri, Allah yolundan saptıkları, kötü işlerde bulundukları, her bağrışı, kendi aleyhlerinde sandıkları, onlardan çekinmek gerektiği, Peygamber size yarlıganma dilesin denince başlarını sallayıp alay ettikleri, ululuk sattıkları, hidâyetten uzak oldukları, inananlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler dedikleri açıklanır.”

Velhâsıl, Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’nın, bu beyitlerde, yukarıdaki âyetlerin meâllerini vermekte olduğunu ve bilhassa 285. beyitte, Nisâ sûresinin 142. âyetine işaret ettiğini söyler. Ayrıca, 288. beyitteki Mervli’yle Rey’li benzetmesini, iki zıddı anlatmak için kullandığını açıklar. Nitekim Merv, İran’ın doğusunda, Rey ise batısındadır.

Yine Abdülbâki Gölpınarlı, 296. beyitte, Mevlâna’nın harfleri kaba, mânâyı ise suya benzettiğini ifâde eder ve şöyle der: “Mevlâna, mânânın, harflerle, yâni sözle ifâde edildiğini; kap, nasıl su için lâzımsa harflerin de mânâ için lâzım olduğunu bildirmektedir. ‘Mânâ denizi de, ‘ümmü’l-kitab’ yanında bulunan, kendisinde olan zâttır’ demekle, ‘Allah dilediğini bozar, dilediğini yazar ve kitabın aslı, onun katındadır’ (Râd, 39) meâlindeki âyete işaret etmektedir. Âyetteki ‘Ümmü’l Kitab’ diye geçen ve Türkçeye kitabın aslı, esası diye çevrilebilen sözden maksat, Allah’ın her şeyi, her hükmü, hikmeti nasıl gerekirse ve ne vakit gerekse o çeşit ve o zaman yaratması, hüküm ve irâde buyurması, bozulması, hikmetine uygunsa, zamanında da onu bozmasıdır ki Allah’ın hükmü, takdîri, ilmi ve hikmeti mânâsını ihtivâ eder. Teşrî âleminde ‘Nesh’ nasıl hikmete dayanıyorsa, Tekvîn âleminde de ‘Mahv ve İsbât’ hikmete dayanır; bu hikmeti, nesh, mahv ve isbâtın tarzını, zamanını Allah bilir ve onun katında mukadderdir ki, ‘Ümmü’l Kitab’ budur.”

Hasan Dede de, harflerin ve sözlerin bu hâli anlatabilmesi için yeterli olamayacağını söyler ve der ki…

“Sözler, söylenirken sese, yazılırken de harfe tâbîdir. Hâlbuki, bu hâli anlatmak için söz kâfî gelmez. İşte bu, büyük bir sırdır. Orada ses ve söz yoktur, sadece hâl vardır. Bir kişide iman ve teslimiyet yoksa derinlere dalamaz. Aynı şekilde bir kişi yüzmeyi bilmiyorsa o da derinlere dalamaz. Ama eğer yüzmeyi biliyorsa, su isterse yüzlerce metre derinlikte olsun, isterse sadece bir metre derinlikte olsun, suyun üzerinde durur.”

Şiir:

“Altıbinaltıyüzaltmışaltı âyet ile, 

Kitab olmuş Kur’an-ı Kerim. 

Söz Kur’an’da, özü sensin, 

Ey güzel insan Efendim! 

Ol âyeti beyânatla örülmüş, 

Acep bir muamma cansın, 

Ey insan Efendim! 

Bu mazhârı gören göze hayrânım, 

Fark edeli beri mest oldu canım, 

Hep bütün Kur’an’dır benim seyrânım, 

Ne et, ne kemik, ne de kansın, 

Ey insan Efendim! 

Nurdan kılıf giyip meydana çıktın, 

Ey insan Efendim! 

Kendi gözün ile kendine baktın, 

Dede der ki ezel ebed mutlaktın, 

Bildim ki hep varlık sensin, 

Ey insan Efendim!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXI

“Şeytan bile aşık olsa topu çeler; bir Cebrâil kesilir, şeytanlığı ölür.” Mevlâna

265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler; velîleri de kendileri gibi sandılar.

266. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.”

267. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.

268. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.

269. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen hâlis misk.

270. Her iki kamış da bir sulaktan içti. Biri bomboş, öbürü şekerle dopdolu.

271. Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şey var, aralarında bulunan yetmiş yıllık yol farkını sen gör!

272. Bu yerden pislik çıkar… o yer, kâmilden Tanrı nuru olur.

273. Bu yer; ondan tamamiyle hasislik ve haset zuhur eder… o yer; ondan tamamiyle tek Tanrı’nın nuru hûsûle gelir.

274. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir, o şeytan ve canavar!

275. Her iki suretin birbirine benzemesi câizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.

276. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.

277. Zevk sahibi olmayan, sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.

Mevlâna, bu beyitlerinde Kur’an-ı Kerim’de geçen birçok âyete işaret etmektedir; öyle ki:

“Peygamberleri, Allah’tan şüphe edilir mi dediler; gökleri ve yeryüzünü yaratandır o; suçlarınızı örtmek ve muayyen vakte dek size mühlet vermek için çağırmada sizi. Onlarsa, siz de dediler, bizim gibi insansınız, ancak, bizi atalarımızın taptıklarından vazgeçirmek istiyorsunuz; öyleyse apaçık bir delil gösterin bize.” (İbrâhim, 10)

“Bu ne biçim Peygamber, yemek yiyor, sokaklarda geziyor, ona bir melek indirilseydi de yanında bir korkutucu olsaydı.” (Furkân, 7)

“Kalpleri de oyuna dalmıştır da o zâlimler, fısıltıyla konuşarak bu da sizin gibi bir insandan başka bir mahlûk mu ki, göz göre göre büyüye mi kapılacaksınız derler.” (Enbiyâ, 3)

“Kavminin ileri gelenlerinden kâfir olanlar, bu dediler, sizin gibi bir insandan başka bir şey değil, size üstün olmayı dilemekte ve Allah isteseydi melekleri indirirdi, fakat bizden önce gelip geçen atalarımız zamanında da böyle bir şey olduğunu duymadık biz.” (Müminûn, 24)

“Bu da, peygamberlerinin, apaçık delillerle onlara geldikleri hâlde onların, bir insan mı bize doğru yolu gösterecek deyip de kâfir olmalarından ve yüz çevirmelerindendir ve Allah da onlardan müstağni olduğunu göstermiştir ve Allah, müstağnidir ve hamde layık, odur.” (Tegâbun, 6)

“Onlar, siz demişlerdi, ancak bizim gibi insansınız ve rahman da hiçbir şey indirmemiştir, siz, ancak yalan söylemektesiniz.” (Yâsîn, 15)

İşte Mevlâna şöyle buyurur: “Ey yolcu, ne kaybettin, ne arıyorsun? Allah’ı mı kaybettin? Allah’ı mı arıyorsun? O, sensin…”

Şems-i Tebrizî de, “Musa, İsa, İbrahim, Nuh, Havva, Asiya, Hıdır, İlyas, Firavun, Nemrut ve başkaları hep sendedir. Sen sonsuz bir âlemsin yerlerin göklerin ne yeri var? Allah buyurmadı mı: ‘Göklerim ve yerlerim beni kapsayamaz, ben belki mümin bir kulumun kalbine sığarım.’ Yani beni semâlarda bulamazsın, arş üzerinde bulamazsın! Ben, insan-ı kâmilin gönlündeyim” der.

Hasan Dede de diyor ki: “Aklı olan, Allah’ı kendinde arar. Allah’ı aramak için kendi dışında bir adım atarsa kâfir olur. Çünkü Allah bizden ayrı değildir. Allah, ‘Ben size şah damarınızdan daha yakınım’ demiyor mu? Allah’ın zâtı insandadır. Ama hangi insanda? Tabî ki, kâmil insanda.”

Nitekim, Mevlâna bir hikâyeyle bizlere şöyle bir misâl verir ve der ki: “Allah nuru, seni tamamiyle senden alır… sen aşağılarsın, onun sözü üstün olur. Kur’an, gerçi Peygamber’in dudağından çıkar ama kim Allah söylemedi derse kâfirdir. Kendinden geçiş hümâsı uçmaya başlayınca Bayezid söze koyuldu. Aklı, şaşkınlık seli kaptı götürdü… o sözü evvelce söylediğinden daha zorlu söyledi. ‘Hırkamda, varlığımda Allah’tan başka bir şey yok… yerde gökte nice bir arayıp durursun?’ dedi. Dervişler deli divâne oldular… bıçaklarını tertemiz bedenine sapladılar. Her biri Girdekûh mülhitleri gibi pervâsızca Pîrlerine bıçak saplamaya koyuldular. Fakat şeyhe kılıç vuranın kılıcı, tersine dönüyor kendisini yaralıyordu. O hünerli şeyhin vücudunda bir eser bile görünmüyordu. Fakat dervişler perişan oldular, kanlara battılar. Boynuna bıçak saplayanın kendi boynu kesildi, ağlaya inleye yıkılıp öldü. Göğsünü yaralayanın göğsü yarıldı, ebedî bir surette geberip gitti. O sahipkıranın mertebesini bilen ise onu yaralamaya hiç yeltenmedi, böyle şeye gönül vermedi. Yarı aklı onun elini bağladı; canını kurtardı… yoksa o da kendisini perişan ederdi.”

İşte bu yüzden, ‘acı su da, tatlı su da berraktır; zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.’

Rubâi:

“Allah’ı kim tanır?.. İnkârdan kurtulan kimse. 

İnkârdan kim kurtulmuştur?.. Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören aşık…”