MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXII

“Mutlak büyü nedir, gözlerinden öğrendim; aşkından, can mumunu yaktım, parlattım…” Mevlâna

278. Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi birer asâ aldılar.

279. Bu asâ ile o asâ arasında pek çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.

280. Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vaade vefâ olarak Tanrı rahmeti var.

281. Kâfirler inatlaşmada maymun tabîatlıdırlar. Tabîat, içte, gönülde bir âfettir.

282. İnsan ne yaparsa maymun da yapar; maymun, her zaman insandan gördüğünü yapıp durur.

283. O, “Ben de onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?

284. Bu, emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!

285. O münâfık; muvâfıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyâz ve tazarrû için değil.

286. Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münâfıkla kazanıp kaybetmektedirler.

287. Müminler için nihâyet kazanç vardır, münâfıka da ahirette mat olma.

288. İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li, öbürü Rey’li!

289. Her biri kendi makâmına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.

290. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münâfık derlerse sertleşir, ateş kesilir.

291. Onun adı, zâtı yüzünden sevgilidir. Bunu adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nîfakla sıfatlanmış olan zâtından dolayıdır.

292. Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak târif içindir.

293. Ona münâfık dersen… o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.

294. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse onda niçin cehennem tadı var?

295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı “kap”tan değildir.

296. Harf kaptır, ondaki mânâ su gibidir. Mânâ denizi de “ümmü’l-kitab” yanında bulunan, kendisinde olan zâttır.

Abdülbâki Gölpınarlı, 278. ve 279. beyitlerde geçen Musa’nın asâsı ile ilgili olarak şu bilgileri verir: “Musa Peygamber, Allah’ın emriyle sopasını yere atınca sopa, büyük bir yılan şekline giriyor; kuyruğundan tutunca tekrar sopa kesiliyor. Elini koynuna sokup çıkarınca eli bembeyaz oluyor, parıl parıl parlıyor; tekrar koynuna sokup çıkarınca eski hâline geliyor. Musa, bu mucizeleri Firavun’a gösteriyor; ancak Musa’nın emriyle sopayı atan Harun’dur. Büyücüler de sopalarını atmışlar, onların ki de yılan olmuş, fakat Harun’un attığı sopa, onların sopalarını yutmuştur.”

Hazreti Mevlâna, Fihî Mâ-Fiîh isimli eserinde, doğruluğu, gerçekliği, Musa’nın sopasına benzetir ve der ki: “Doğruluk, Musa’nın sopasına benzer; eğrilikse büyüler gibidir. Doğruluk geldi mi, hepsini yer gider.”

Ahmed Eflâki, Âriflerin Menkîbeleri isimli eserinde şu rivâyeti dile getirir: “Bir gün, ulu kişiler, Mevlâna Hazretlerinin ziyâretine gitmişti. O gün, Mevlâna bilgiler saçtığı sırada Musa’nın asâsını anlatıyordu: Musa’nın asâsı o dinsiz sihirbazların sapıklıklarının ve bâtıl hayallerinin eseri olup yetmiş deve yükü tutan ve dağları, sahraları dolduran sihir aletlerini celâl sahibi Tanrı’nın inâyetiyle öyle yuttu ki bunlardan hiçbir eser kalmadı. Bunların hepsini yuttuğu halde asânın kendisinde ne bir şey arttı, ne de bir şey eksildi. Ben şimdi bu benzeri olmıyan olayı nasıl anlatayım ki halkın zihnine girebilsin ve halk bunu anlıyabilsin, dedikten sonra zekâ ve ferâsetiyle daima babasının teveccühüne mazhâr olan Sultan Veled’e dönerek: ‘Bahâeddin bunu sen söyle,’ dedi. Sultan Veled baş koyduktan sonra: ‘Bu tıpkı şuna benzer: birinin büyük ve yüce bir sarayı olsa ve son derecede de bir gece karanlığı içinde bulunsa, birdenbire o sarayın içine bir mum getirseler, o mumun ışığı o kadar karanlığı öyle bir yutup yok eder ki hiçbir şey kalmaz ve bu kadar karanlığı yutmaktan kendisinde ne bir şey artar, ne de bir şey eksilir,’ diye anlattı. Bunun üzerine Mevlâna, hemen kalkıp Sultan Veled’i kucakladı, yüzünü gözünü öptü, dualar etti ve, ‘Aferin Bahâeddin! Aferin! Çok güzel söyledin, çok nâdir bir inci deldin,’ buyurdular.”

Şiir:

“Musa’nın asâsı, bu kadar sihirbazlıkları bir lokma yapıp yuttu. Bu dünya gece ile kaplıydı, sabah onu yutup yok etti. 

Sabahın mumu, bu yutmaktan ne eksildi, ne de arttı. O yine eskiden olduğu gibi kaldı.”

Hasan Dede, “Bizim işimiz taklit değil, hakikattir” der, “Hakikat ayân beyân ortadadır, Cenab-ı Hakk her an bize müjde vermektedir. O ezelî ve ebedî güneşin hâlinde değişiklik yoktur; değişiklik bizim hâlimizdedir. Arkamızı güneşe dönersek, elbette karanlıkta kalırız. Allah, ‘Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın giderim’ diyor. Bu bir söz değil, bir hâldir; giden bilir.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 285’den 296. beyitlere kadar olan bölümü şöyle tefsîr ediyor ve buyuruyor ki: “Nifâk, inanmadığı hâlde inanır görünmek, şerîata bir kapısından girip öbür kapısından çıkmaktır. Münâfık, nifâk sahibi olan, inanmadığı hâlde kendisini inanmış gösteren iki yüzlü kişiye denir. Âli İmrân sûresinin 167. âyetinde münâfıkların özlerinde olmayan sözler söyledikleri, savaşa katılmamak için bahaneler düzdükleri; Nisâ sûresinin 88. âyetinde, kendileri imana çağrılınca Peygamber’den uzaklaştıkları, küfre döndükleri; 142. âyetinde, Allah’ı aldatmak istedikleri, namaza üşenerek ve gösteriş için kalktıkları; 143. âyetinde, imanla küfür arasında oldukları, ne imana gelenlerden, ne de kâfirlerden olmayıp ikisi arasında bulundukları; Tevbe sûresinin 64-68. âyetlerinde, münâfıkların yüreklerinde gizlediklerini açıklayan bir âyet inince ürktükleri, fakat yine de alay ettikleri, bunu anlayanlara da şaka yapıyoruz dedikleri anlatılır. Ayrıca Münâfıkûn sûresinde de, münâfıkların yalancı oldukları, yeminlerini kalkan edindikleri, Allah yolundan saptıkları, kötü işlerde bulundukları, her bağrışı, kendi aleyhlerinde sandıkları, onlardan çekinmek gerektiği, Peygamber size yarlıganma dilesin denince başlarını sallayıp alay ettikleri, ululuk sattıkları, hidâyetten uzak oldukları, inananlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler dedikleri açıklanır.”

Velhâsıl, Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’nın, bu beyitlerde, yukarıdaki âyetlerin meâllerini vermekte olduğunu ve bilhassa 285. beyitte, Nisâ sûresinin 142. âyetine işaret ettiğini söyler. Ayrıca, 288. beyitteki Mervli’yle Rey’li benzetmesini, iki zıddı anlatmak için kullandığını açıklar. Nitekim Merv, İran’ın doğusunda, Rey ise batısındadır.

Yine Abdülbâki Gölpınarlı, 296. beyitte, Mevlâna’nın harfleri kaba, mânâyı ise suya benzettiğini ifâde eder ve şöyle der: “Mevlâna, mânânın, harflerle, yâni sözle ifâde edildiğini; kap, nasıl su için lâzımsa harflerin de mânâ için lâzım olduğunu bildirmektedir. ‘Mânâ denizi de, ‘ümmü’l-kitab’ yanında bulunan, kendisinde olan zâttır’ demekle, ‘Allah dilediğini bozar, dilediğini yazar ve kitabın aslı, onun katındadır’ (Râd, 39) meâlindeki âyete işaret etmektedir. Âyetteki ‘Ümmü’l Kitab’ diye geçen ve Türkçeye kitabın aslı, esası diye çevrilebilen sözden maksat, Allah’ın her şeyi, her hükmü, hikmeti nasıl gerekirse ve ne vakit gerekse o çeşit ve o zaman yaratması, hüküm ve irâde buyurması, bozulması, hikmetine uygunsa, zamanında da onu bozmasıdır ki Allah’ın hükmü, takdîri, ilmi ve hikmeti mânâsını ihtivâ eder. Teşrî âleminde ‘Nesh’ nasıl hikmete dayanıyorsa, Tekvîn âleminde de ‘Mahv ve İsbât’ hikmete dayanır; bu hikmeti, nesh, mahv ve isbâtın tarzını, zamanını Allah bilir ve onun katında mukadderdir ki, ‘Ümmü’l Kitab’ budur.”

Hasan Dede de, harflerin ve sözlerin bu hâli anlatabilmesi için yeterli olamayacağını söyler ve der ki…

“Sözler, söylenirken sese, yazılırken de harfe tâbîdir. Hâlbuki, bu hâli anlatmak için söz kâfî gelmez. İşte bu, büyük bir sırdır. Orada ses ve söz yoktur, sadece hâl vardır. Bir kişide iman ve teslimiyet yoksa derinlere dalamaz. Aynı şekilde bir kişi yüzmeyi bilmiyorsa o da derinlere dalamaz. Ama eğer yüzmeyi biliyorsa, su isterse yüzlerce metre derinlikte olsun, isterse sadece bir metre derinlikte olsun, suyun üzerinde durur.”

Şiir:

“Altıbinaltıyüzaltmışaltı âyet ile, 

Kitab olmuş Kur’an-ı Kerim. 

Söz Kur’an’da, özü sensin, 

Ey güzel insan Efendim! 

Ol âyeti beyânatla örülmüş, 

Acep bir muamma cansın, 

Ey insan Efendim! 

Bu mazhârı gören göze hayrânım, 

Fark edeli beri mest oldu canım, 

Hep bütün Kur’an’dır benim seyrânım, 

Ne et, ne kemik, ne de kansın, 

Ey insan Efendim! 

Nurdan kılıf giyip meydana çıktın, 

Ey insan Efendim! 

Kendi gözün ile kendine baktın, 

Dede der ki ezel ebed mutlaktın, 

Bildim ki hep varlık sensin, 

Ey insan Efendim!..”