MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXXVIII

Hıristiyanların vezirin hilesine inanmaları.

363. Yüzbinlerce Hıristiyan, azar azar onun etrafına toplandı.

364. O, onlara gizlice İncil’in, zünnârın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.

365. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat  bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.

366. Bunun için bazı ashâb, Peygamber’den, azgın ve hilekâr nefsin hilesini sorarlar;

367. “Nefs, ibâdetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.

368. Peygamber’den ibâdetin fazîletini ve sevâbını arayıp sormazlar; “Apaçık ayıp hangisidir?” diye kötü huyları sorarlardı.

369. Gülü, kerevizden ayırırcasına kılda kıla, zerreden zerreye nefs hilesini tanır, bilirlerdi.

370. Ashâbın kılı kırk yaranları, umûmîyetle o vâize ve beyâna hayran olurlardı.

Geçmiş devirlerde olduğu gibi, günümüzde de bazı din adamları, menfaatleri doğrultusunda, ve yâhut kendileri de bilmediklerinden, halkı cennetle kandırıp cehennemle korkuturlar. Öyle ki, namaz kılan, kılmayanı; oruç tutan, tutmayanı hor görür, hattâ dinsiz ve kâfir ilân eder. Ve ‘Allah yakıcıdır’ derler, hâlbuki Allah ateşiyle değil, nuruyla yakıcıdır. Cennet de, cehennemde buradadır ve insan dışında değildir. Fakat elbette insan, doğası gereği bilmediği şeyden korkar, ama hakikatlere vâkıf bir mürşid-i kâmilin sohbetiyle aydınlanıp bildikten sonra iş değişir, dikenlikler onun inâyetiyle gül bahçesi hâline gelir.

Bakın, o yüce yaratıcı Allah ne güzel buyurmaktadır… 

“İman edenlerin kalblerinde haset, öfke ve kin adına ne varsa hepsini söküp almışızdır. Onlar Rab’lerine el açıp yalvararak, ‘Bizi bu harika cennet yurduna ulaştıran Allah’a şükürler olsun! O bize yol göstermeseydi, biz doğru yolu asla bulamazdık! Rabb’imizin peygamberleri bize gerçekten de hakikati bildirmişlerdir!’ diyecekler. Ve onlara şöyle nidâ edilir: ‘İşte çabalarınızın karşılığı olarak size bahşedilen cennet, budur!” (A’raf, 43)

Bu yolda en büyük çaba, insanın nefsiyle olan mücâdelesidir, başka bir şey değil.

Peygamber Efendimiz, “Şüphe yok ki cennet kapıları kılıçların gölgesi altındadır” diye buyuruyor. Peki hangi kılıçların gölgesi altındadır?.. Yine Peygamber Efendimizin bir hadîsine kulak verelim… “Cennet, insanın nefsine ağır ve güç gelen dertlerde; cehennem ise, insanın nefsine kolay gelen geçici lezzetlerdedir.”

O devirde bir zât Hazreti Peygamberi çok seviyormuş, bir gün dayanamayıp huzuruna çıkmış ve demiş ki: “Ben seni çok seviyorum yâ Resûlallah!” 

Peygamber Efendimiz sormuş, “Gerçekten mi çok seviyorsun? Emîn misin?”

“Evet yâ Resûlallah, emînim, seni çok seviyorum!”

Peygamber Efendimiz aynı soruyu iki defa daha sormuş, aynı yanıtı alınca şöyle buyurmuş:

“O hâlde belâlara hazırlıklı ol!”

Ne güzel söylemiş Şeyh Gâlib…

“Derd ü mihnetdir belâdır adı aşk 

Bir marazdır ibtilâdır adı aşk 

Andadır râz-ı adem sırr-ı vücûd 

Hîçdir yokdur bekâdır adı aşk 

Eylemekdir kendüyi mahz-ı recâ

Cümleden kat’-ı recâdır adı aşk 

Cân u cânândan müberrâ muttasıl 

Bir bilinmez müddeâdır adı aşk

Şimdi Gâlib bir şeh-i âlî-cenâb

Gönlümüzle âşinâdır adı aşk…” 

Hasan Dede, “İnsanın nefsindeki kirleri ancak aşk yıkar, temizler. Aşk olmayınca kötü huylar yok edilemez. İlim, bir yere kadardır; oradan öteye varan Akl-ı Küll’dür, aşktır” der. 

Fakat aşka düştükten sonra, aşıklara cennete girmek yeterli gelmez, onlar cennetin sahibini görmeyi dilerler.

İşte Hasan Dede buyurur: “İbâdet cennet yolu, aşk ise Allah yoludur. İbâdetle cennete, aşkla Allah’a gidilir. İbâdetten sonra aşkı bulamayınca Allah’a gidilmez. Aşk, cennet dâvâsı bittikten sonra başlar. Manevî varlık, bu vücutta bilinir. Burada iken, bu vücudun içindeyken, hesabı görüp aşka düşmeli.”

Nitekim, Hazreti Mevlâna da, “Aşık, yaşarsa Allah için yaşar, mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Allah için ölür, korkudan hastalıktan değil! İmanı, O’nun dileği, O’nun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil! Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir. Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü Sevgilinin cemâlinin güzelliğiyle dolmuş aydın olmuştur” diye buyurmaktadır.

Hasan Dede, Yunus Emre’den şöyle bir misâl verir:

“Bir gece Yunus Emre bir mânâ görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor. Ona, ‘Burası cennet-i âlâ’dır’ diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın’…” 

Hasan Dede der ki: “Ârif-i billâh olan Allah dostları hep vücutlarında ihtilâl yaptılar ve nefslerini bütün kötülüklerden arındırdılar. Peki nasıl arındırdılar? Aşkla… Bizi kurtaracak olan bir aşk imiş. Tanrı ilhâmı da ‘Evveli aşk, âhiri aşk, vesselâm’ buyuruyor ya… İllâ aşk. Aşktan başka çare yok.”

Aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. Onun dışında kalan her şey değersizdir. Hakk aşıkları için ne dünyanın ne de ahiretin bir önemi vardır, onların tek istedikleri Sevgilileridir…

Yüce Mevlana’mızın buyurduğu gibi, “Mahşeri görmek isterseniz gündüze bakın, ahireti görmek isterseniz geceye bakın. Aşığa ne mahşer gerek, ne ahiret gerek, yalnız Sevgilisi gerek…”

Kasîde:

“Hakimiz, hekimiz. Eski hekimlerdeniz. Şarabız, yanığız. Hasta gelirse sağlık cevheriyiz. Dertli gönülle gelirlerse kurtarıcıyız, nedîmiz. 

Hekimler hastası ölünce bırakırlar, ama biz bırakmayız. Çünkü biz çok keremli bir dostuz. Haydi koşun, biz yol ağzındayız. 

Bu dünya bize göre değildir, zîrâ biz cennet ehlinin nimetleri içindeyiz. Halk, ‘bu suret kalmaz’ diye yanıldı. Kimi ‘ağacım’ dedi; kimiyse ‘kuru odunum.’

Eğer ağaçların oynayışı rüzgârın ve aşkın eseriyse o hâlde biz can gibiyiz, cisim değiliz. Maden gibiyiz, gümüş değiliz. Bu rüzgârın oynayışı, yine ilâhî esen aşkın işidir. 

Sus! Sus!.. Biz hem ‘O’yuz, hem ‘Bu’yuz.”