MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXVI

“Sofinin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar gibi bembeyaz ve temiz gönüldür.” Mevlâna 

Kıyâmet günü her şeyin Tanrı’ya arz edileceği, Tanrı tarafından görülüp sorulacağı en büyük bir gündür. Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kişi ister.

O görünüş günü; Hindû gibi yüzü kapkara olan kişiye rüsvây olmak nöbetinin gelip çattığı gündür. Yüzü güneş gibi olmayan, ancak yüzünü peçe gibi örten geceyi ister.

2915. Dikeninde bir gül yaprağı bile bulunmadığından baharlar onun sırlarına düşman kesilmiştir.

Fakat bahar, baştan ayağa kadar gül ve süsen olana iki aydın gözdür.

Mânâdan mahrûm olan diken, gül bahçesiyle bir arada bulunabilmek için güz mevsimini ister güz mevsimini! 

Çünkü güz, hem gülün öğünecek hâlini, hem dikenin ayıbını örter. Bu sûretle sen de onun rengiyle bunun hâlini görmezsin.

Şu hâlde güz, dikenin hayatıdır, baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür.

2920. Ama bahçıvan, gülü güzün de görür. Bu bir kişinin görüşü yok mu? Yüzlerce cihanın görüşünden iyidir. 

Zaten cihan o bir kişiden ibârettir. Geri kalanlar, hep onun tâbîleridir, hep onun yüzünden geçinenlerdir. 

Onun için bütün güzel çiçekler “Müjde, müjde; işte bahar gelmekte” deyip dururlar.

Çiçekler, akarsu zinciri gibi parlamak, meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler.

Baharda çiçek dökülünce meyve baş gösterir. Ten de harâb olunca can görünür.

2925. Meyve mânâdır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! 

Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür. 

Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu? 

Helile, ilâçların arasında kırılıp ezilmedikçe, ilâçlar nereden sıhhati arttıracak?

Evet… Meyve mânâdır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar.

Hüdâvendigâr Mevlâna, “Ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek değil mi?
Tanrı nûruyla gören, sondan önden âgâh olan şeyh; âhiri gören gözü Tanrı uğrunda yummuş, menzîle ulaşma husûsunda sonu gören gözü açmıştır. Hasetçiler ise kötü ağaçtır. Yarattıkları acı, bahtları kötüdür” diye buyurur ve yine şöyle devam eder: “Bahçıvan nerede meyveli bir ağaç görürse onu dadı gibi besler, yetiştirir. Fakat nerede bir acı ve kuru ağaç görürse fışkı, miskten kurtulsun diye keser. Kuru ağaç, bahçıvana, ‘Yiğit, suçsuz, günâhsız niye benim başımı kesiyorsun?’ der. Bahçıvan der ki: ‘Sus, kötü huylu. Kuruluğun suç olarak yetmez mi?’ Kuru ağaç ‘Ben doğruyum, eğri değil. Niçin suçum yokken beni kesiyorsun der?’ der. Bahçıvan der ki: ‘Kutlu bir şey olsaydın da keşke eğri olsaydın, fakat yaş olsaydın! Öyle olsaydın âb-ı hayatı çeker, dirilik suyu ile karışır, hayat bulurdun. Tohumun kötüymüş, aslın kötüymüş, güzel bir ağaca ulaşamamışsın. Güzel bir ağaç dalı, kötü bir ağaca aşılansa o güzellik, kötü ağacın tabîatını da güzelleştirir.” 

“Ey saf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir. Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hattâ ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi âb-ı hayattır! Sen sûrete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânâyı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun. Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut! Hulâsa o öyle şeydir ki yüzbinlerce eseri var. En aşağılık hassâsı, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır. Tektir ama binlerce eseri, nişânesi var. O bire sayısız adlar gerek.”

“İki dünyada da kurtuluş sevgiyle olur, aşkla olur. Ağacın yaprakları, çiçekleri kökten haber verir. İnsanın sözleri, davranışları, yaşayışı da onun özünün delilleridir” der Hasan Çıkar Dede ve şöyle devam eder; “Misâl olarak diyelim ki, bahçemizde bir meyva ağacı var, meyva da veriyor fakat, yabanî olduğu için meyvalarının tatları ekşi, yenmiyor. Çare olarak hemen işinin ehli bir bahçıvan bulup aşı yaptırıyoruz. Bir sene sonra da bakıyoruz ki, o yabanî ağaç tatlı meyvalar veren güzel bir ağaca dönüşmüş. Bunun gibi insanın da aşıcısı yine insandır. Hakîkatte bütün varlık âleminin aşıcısı insandır. Bir insan, başka bir insandan aşı almazsa, isterse sayısız bilgilere sahip olsun, ancak meyvanın kabuğuna gelir ama meyvanın tadına varamaz.” 

Kur’ân-ı Kerîm’den şu iki âyete kulak verelim…

“Görmez misin, Tanrı nasıl misâl getirir? Temiz söz, kökü yerinde durur, dalları, yaprakları göklere çıkan temiz bir ağaç gibidir.” (İbrahim, 24)

“Meryem, Rûhülkudüs’ten gebe kalıp doğum zamanı gelince, bana şimdi ne diyecekler? Keşke ölüp gitsem, unutulsaydım da başıma bu iş gelmeseydi diye bir sahrâya gitmiş ve orada bir hurma ağacına yapışmıştı. Kendisine ağacı silk de hurma ağacından yaş ve taze hurmalar dökülsün diye ses geldi. Ağacı silkince hakîkaten hurmalar döküldü.” (Meryem, 22-25)

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde der ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibâdetten daha üstündür. Onun yanında oturmak, gölgesinin yanında oturmak, Tanrı’nın yanında oturmaktır.” 

Mevlâna’mız yine çok güzel buyurur: “Tûba gölgesini gör de güzelce uyu… o gölgeye baş koy da serkeşlik etmeden uykuya dal! Nefsi aşağılama gölgesi, güzel bir yatılacak yerdir… o ârılığa istidâdı olana hoş bir uyku verir. Bu gölgeyi bırakır da benlik tarafına gidersen çabucak âsî olur, azar, yolunu kaybeder gidersin! Şu hâlde yürü şeyhin emrinin gölgesi altına git; sus emre uy! Böyle yapmadın mı istidâd ve kabiliyet sahibi bile olsan kâmillik davasına kalkıştığından değişir, çarpılır, istidâd ve kabiliyetini kaybedersin!” 

Kasîde:

“Ey aşk sûfîleri, hırkalarınızı yırtınız! Güller bile seher vakti esen rüzgâr sabâ rüzgârının tatlılığına dayanamazlar da yüzlerce elbiseler yırtarlar. 

Çünkü gül, sevgiliden ayrıldığı için dikene bağlanıp kalmamak talihsizliğine uğradı. Hem sevgiliden ayrı düşmek, hem dikenin acılarına katlanmak; bu dert yüzünden gülün sabrı, kararı kalmadı. 

Gayb âleminden biri göründü, yüz gösterdi. Bizi davet etti, sonra çekilip gitti. O görünür görünmez yolumuz kısaldı. ‘Ayağın bile yoksa, ayaksız olarak yürü git!’ dedi. 

Ben de sustum, sonra kendim gülün arkasına düştüm. ‘Benden reyhana, lâleye selâm söyleyin, onlara saygılarımı arz edin!’ dedi. 

Gönül sözlerle dopdolu, fakat söylemeye imkân yok. Ey sûfîlerin canları, siz dudaklarınızı açın da, başımızdan geçenleri siz söyleyin! 

Onun henüz belirip meydana çıkmadığını, kendini göstermediğini siz söyleyin. Çünkü, geçmiş zamandan bahsetmek sûfîlerin huyu değildir.”