“Şeytan bile aşık olsa topu çeler; bir Cebrâil kesilir, şeytanlığı ölür.” Mevlâna
265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler; velîleri de kendileri gibi sandılar.
266. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.”
267. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.
268. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
269. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen hâlis misk.
270. Her iki kamış da bir sulaktan içti. Biri bomboş, öbürü şekerle dopdolu.
271. Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şey var, aralarında bulunan yetmiş yıllık yol farkını sen gör!
272. Bu yerden pislik çıkar… o yer, kâmilden Tanrı nuru olur.
273. Bu yer; ondan tamamiyle hasislik ve haset zuhur eder… o yer; ondan tamamiyle tek Tanrı’nın nuru hûsûle gelir.
274. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir, o şeytan ve canavar!
275. Her iki suretin birbirine benzemesi câizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.
276. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
277. Zevk sahibi olmayan, sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Mevlâna, bu beyitlerinde Kur’an-ı Kerim’de geçen birçok âyete işaret etmektedir; öyle ki:
“Peygamberleri, Allah’tan şüphe edilir mi dediler; gökleri ve yeryüzünü yaratandır o; suçlarınızı örtmek ve muayyen vakte dek size mühlet vermek için çağırmada sizi. Onlarsa, siz de dediler, bizim gibi insansınız, ancak, bizi atalarımızın taptıklarından vazgeçirmek istiyorsunuz; öyleyse apaçık bir delil gösterin bize.” (İbrâhim, 10)
“Bu ne biçim Peygamber, yemek yiyor, sokaklarda geziyor, ona bir melek indirilseydi de yanında bir korkutucu olsaydı.” (Furkân, 7)
“Kalpleri de oyuna dalmıştır da o zâlimler, fısıltıyla konuşarak bu da sizin gibi bir insandan başka bir mahlûk mu ki, göz göre göre büyüye mi kapılacaksınız derler.” (Enbiyâ, 3)
“Kavminin ileri gelenlerinden kâfir olanlar, bu dediler, sizin gibi bir insandan başka bir şey değil, size üstün olmayı dilemekte ve Allah isteseydi melekleri indirirdi, fakat bizden önce gelip geçen atalarımız zamanında da böyle bir şey olduğunu duymadık biz.” (Müminûn, 24)
“Bu da, peygamberlerinin, apaçık delillerle onlara geldikleri hâlde onların, bir insan mı bize doğru yolu gösterecek deyip de kâfir olmalarından ve yüz çevirmelerindendir ve Allah da onlardan müstağni olduğunu göstermiştir ve Allah, müstağnidir ve hamde layık, odur.” (Tegâbun, 6)
“Onlar, siz demişlerdi, ancak bizim gibi insansınız ve rahman da hiçbir şey indirmemiştir, siz, ancak yalan söylemektesiniz.” (Yâsîn, 15)
İşte Mevlâna şöyle buyurur: “Ey yolcu, ne kaybettin, ne arıyorsun? Allah’ı mı kaybettin? Allah’ı mı arıyorsun? O, sensin…”
Şems-i Tebrizî de, “Musa, İsa, İbrahim, Nuh, Havva, Asiya, Hıdır, İlyas, Firavun, Nemrut ve başkaları hep sendedir. Sen sonsuz bir âlemsin yerlerin göklerin ne yeri var? Allah buyurmadı mı: ‘Göklerim ve yerlerim beni kapsayamaz, ben belki mümin bir kulumun kalbine sığarım.’ Yani beni semâlarda bulamazsın, arş üzerinde bulamazsın! Ben, insan-ı kâmilin gönlündeyim” der.
Hasan Dede de diyor ki: “Aklı olan, Allah’ı kendinde arar. Allah’ı aramak için kendi dışında bir adım atarsa kâfir olur. Çünkü Allah bizden ayrı değildir. Allah, ‘Ben size şah damarınızdan daha yakınım’ demiyor mu? Allah’ın zâtı insandadır. Ama hangi insanda? Tabî ki, kâmil insanda.”
Nitekim, Mevlâna bir hikâyeyle bizlere şöyle bir misâl verir ve der ki: “Allah nuru, seni tamamiyle senden alır… sen aşağılarsın, onun sözü üstün olur. Kur’an, gerçi Peygamber’in dudağından çıkar ama kim Allah söylemedi derse kâfirdir. Kendinden geçiş hümâsı uçmaya başlayınca Bayezid söze koyuldu. Aklı, şaşkınlık seli kaptı götürdü… o sözü evvelce söylediğinden daha zorlu söyledi. ‘Hırkamda, varlığımda Allah’tan başka bir şey yok… yerde gökte nice bir arayıp durursun?’ dedi. Dervişler deli divâne oldular… bıçaklarını tertemiz bedenine sapladılar. Her biri Girdekûh mülhitleri gibi pervâsızca Pîrlerine bıçak saplamaya koyuldular. Fakat şeyhe kılıç vuranın kılıcı, tersine dönüyor kendisini yaralıyordu. O hünerli şeyhin vücudunda bir eser bile görünmüyordu. Fakat dervişler perişan oldular, kanlara battılar. Boynuna bıçak saplayanın kendi boynu kesildi, ağlaya inleye yıkılıp öldü. Göğsünü yaralayanın göğsü yarıldı, ebedî bir surette geberip gitti. O sahipkıranın mertebesini bilen ise onu yaralamaya hiç yeltenmedi, böyle şeye gönül vermedi. Yarı aklı onun elini bağladı; canını kurtardı… yoksa o da kendisini perişan ederdi.”
İşte bu yüzden, ‘acı su da, tatlı su da berraktır; zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.’
Rubâi:
“Allah’ı kim tanır?.. İnkârdan kurtulan kimse.
İnkârdan kim kurtulmuştur?.. Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören aşık…”