MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXVIII

Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı.

222. O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi, ne korkudan dolayı.

223. Tanrı’nın emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.

224. Hızır’ın, o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.

225. Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir.

226. Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naiptir, eli Tanrı elidir.

227. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver.

228. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın.

229. Aşıklar, ferâh kadehini, güzellerin elleriyle öldürüldükleri vakit içerler.

Pîrimiz Mevlâna’nın, 222. beyitte, Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerine işaret ettiğini belirten Abdülbâki Gölpınarlı şu açıklamayı yapıyor: “Bakara sûresinin 38. âyetinde, Allah’ın hidâyetine uyanların, Allah tarafından gönderilen Peygamberin izinde yürüyenlerin korkudan, hüzünden emîn oldukları beyân buyrulmaktadır. Korku ve hüzün, umduğunu elde edememekten, elde edemeyeceğini sanmaktan meydana gelir. İstediğini elde edeceği kendisine müjdelenen, inanan ve iyi işlerde bulunansa korkudan da emîn olur, hüzünden de.”

224. beyitteyse, Kehf sûresinde geçen Musa ile Hızır kıssasına işaret eder Mevlâna. 

Yine Abdülbâki Gölpınarlı’nın anlatımına göre, “Bu kıssada Musa Peygamber, genç arkadaşına, ‘Ben iki denizin kavuştuğu yere kadar durmadan gideceğim; yahut da bu uğurda yıllarca uğraşacağım’ der ve iki denizin kavuştuğu yere varırlar; fakat yiyecekleri balığı unutmuşlardır. Balık dirilir, suya atlar; bir müddet iz bırakarak gider, sonra denizde görünmez olur. Balığın dirilmesine sebep, oradaki bir kaynağın suyundan bir katrenin balığa damlamasıdır. Bu su, ‘Ab-ı Hayat’tır. Musa Peygamber de zâten bu belirtiyi bekliyormuş. İşte buydu aradığımız der ve geri döner. Derken Tanrı’nın, kendi katından bilgi bellettiği bir kulu bulur; bu kul Hızır’dır. Musa, ondan, Tanrı’nın bellettiği bilgiden kendisine de belletmesini ister. Hızır, sen dayanamazsın buna der. Musa dayanacağını söyler; bunun üzerine Hızır, ben sana bildirmedikçe benden göreceğin şeyleri sorma deyip vaad alır Musa’dan. Yola düşerler; bir gemiye binerler; gemi sahibi bunlardan para-pul istememiştir. Hızır, gemi yol alıp giderken gemiyi delmeye koyulur. Musa, ne diye deliyorsun gemiyi, içindekileri boğacaksın deyince, Hızır, dayanamazsın demedim mi sana der. Musa, bir daha bir şey söylemem deyip susar. Varacakları yere varırlar ve gemiden çıkarlar. Hızır, yolda oynayan çocuklardan birini tutar, öldürür. Musa, kimseyi öldürmemiş, hem de ergenlik çağına bile gelmemiş bir çocuğa ne diye kıydın der. Hızır yine, sana dayanamzsın demedim mi deyince Musa tekrar özür getirir; bundan böyle bir şey dersem arkadaş etme beni kendine der. Bir köye varırlar; köylülerden yiyecek isterler; köylüler vermezler. Giderlerken yıkılmak üzere olan bir duvarı eliyle sıvazlar, düzeltir Hızır. Musa bunu parayla yapsaydın da bir şey alıp yeseydik deyince Hızır, artık ayrılık der; ancak yaptığım şeylerin hikmetini anlatayım sana: 

İlerde zâlim bir padişah var; yeni, kusursuz gemileri zaptediyor. Gemiyi zaptetmesin diye deldim. O çocuk, yaşarsa kâfir olacaktı; azgın olacaktı; anası babası mümindi. Onu öldürdüm, suçtan kurtardım; Allah o anaya babaya hayırlı bir evlât verecek. Duvar, yetim iki oğlanın bahçe duvarıydı; babaları temiz bir kişiydi. Duvarın dibine, onlar için para gömmüştü. Duvar yıkılsaydı paralar meydana çıkacaktı, çocukların hakları eller eline geçecekti; duvarı da bunun için düzelttim.”

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde, efendisi Hazreti Şems’e hitâben şöyle buyurur: “Sen baştan başa cansın, yâhut zamanın Hızır’ı, yâhut da ab-ı hayat. Onun için de halktan gizlenmedesin.”

Nitekim bu anlatımlara göre, Hızır, mürşid-i kâmili temsîl etmektedir ki, Hasan Dedemiz, kâmil bir mürşidin her sözünün Hakk olduğunu ve onun canlı Kur’an olduğunu belirtir ve şöyle der: “Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi olan ve onun hâline bürünmüş olan mürşid-i kâmil kitâbî konuşmaz, hitâbî konuşur; yâni ezbere konuşmaz, onun bütün vücudunu Sevgilisi sarmıştır ve içinden ne doğarsa, yolcusuna onu sunar. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur. Kur’an onunla dile geldiği için o, canlı Kur’an’dır. Kalbi yani gönlü, Allah’ın evidir. Onu seyretmek Hakk’ı seyretmektir, Hakk’ı dinlemektir. İşte Allah, o elçiden dile geliyor. Oradan tebliğler sunuyor, ama o tebliğler sana ağır geliyor, kaçıyorsun. Kaçma! O tebliğleri yerine getir ki, Hakk senden de yüzünü göstersin.”

Velhâsıl, Hazreti Mevlâna da, ‘Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir’ diyor ve ‘Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naiptir, eli Tanrı elidir. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın’ diyerek bizlere nasihatte bulunuyor.

229. beyitte ise, Mevlâna, aşıkların, ferâh kadehini, güzellerin elleriyle öldürüldükleri vakit içtiklerini dile getiriyor ki, bu beyit fakire, Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr’ın Mevlâna hakkındaki şu anlatımını hatırlattı:

“Bu âciz kul, kırk yıl boyunca, her biri asrın ileri geleni, dehrin kendisine uyulanı, zâhir ve bâtın bilgilerinde dünyanın eşi benzeri olmayanlarından olan, verâ ve takvâda eşleri bulunmayan önder ve aşıklarla birlikte Mevlâna’nın huzurunda geceyi gündüze, gündüzü geceye kattık ve yedi seyyâre gibi kendi kutbu etrafında başsız ve ayaksız bir vaziyette döndük. Hayret odur ki: Benim gibi ikibin aşıkı derdinden öldürdü de parmakları kimsenin kanından kirlenmedi.”