MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XXIV

“Bizden vazgeçmeyin, bizi gönülden çıkarmayın, Biz emîn kişileriz.

Bak, nefesimiz, o gülden esip gelen yel, diyor. Biz böyleyiz işte…” Hasan Çıkar Dede

169. O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:

170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer Mahallesi’nde” dedi.

171. Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;

172. Sevin, ilişik etme, emîn ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;

173. Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;

174. Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa da yine sakla;

175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur” dedi.

176. Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklarsa çabucak muradına erişir.”

177. Tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir.

178. Altın ve gümüş gizli olmasaydı… madende nasıl musaffa olur, nasıl altın ve gümüş hâline gelirdi?

179. O hekimin vaatleri ve lütûfları hastayı korkudan emîn etti.

180. Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstırâba sokar.

181. Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azâbıdır.

“Derdini, hazmedemeyene söyleme, hazmedene söyle. ‘Toprak’, her şeyi hazmeder. Size sıkıntı veren her şeyi bize havale edin, korkmayın; üzülmeyin de…” der Hasan Dedemiz

Pîrimiz Mevlâna’nın da şöyle bir sözü vardır: “Ey insan, kendini toprağa benzet. Toprağı herkes çiğner, basar. Gün gelir o toprakta türlü çiçekler yetişir, âdemoğlu başına taç yapar.”

Hakk’a tâlib olan mürid, bir mürşid-i kâmilin huzuruna geldi mi, ona imanla bakmalı, tam bir teslimiyetle hizmetinde bulunmalı ve onun vereceği terbiyeyle, ahlâkındaki kötü hâllerden ve hoş olmayan huylardan arınıp insanî huylarla güzelleşeceğinden emîn olmalıdır.

“Çünkü hakikatte insan, yaratılmışların en şereflisidir” diye buyuran Hasan Dedemiz, Mevlâna’nın bakışında insanın, düşünen ve her şeye anlam veren bir varlık olduğunu; hepsinden önemlisi insanın, nefsini dizginleyerek Hakk’a ulaşmak için onda yok olma şerefine ulaşabilen bir varlık olduğunu belirtir.

Pîrimiz Mevlâna bizlere şöyle seslenir…

“Allah’la düş kalk, onun huylarıyla huylan da emânetlerin zâyî olmaktan da emîn olsun, eksilmekten de. Huyları yaratanın huyuyla huylan, peygamberlerin ahlâkını yetiştirip besleyen Allah’ın ahlâkına bürün. Yalnız teni tanıyanlar, bizi çabucak kaybederler… Su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de! Fakat canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfîyetsiz ve kemîyetsiz olan denize gark olmuşlardır! Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!.. Ne zamana kadar, imansızlığa doğru geri gideceksin? Küfre varma, ileriye gel artık, dine, imana gel. Sen zehri şifâlı bir şerbet gibi gör; bu yüzden zehre sarıl! Sonunda sen, nereden geldiğini düşün de aslının aslına gel! Maddî varlığınla, bedeninle yeryüzüne bağlısın, burada dünyaya geldin doğdun. Burada yiyor, içiyor, dolaşıyorsun. Sen, yeryüzünde yaşıyorsun, ama mânâ bakımından gökyüzünde yaşayanlardansın. Gerçek inancın incilerinin dizildiği iplik gibisin. Bütün güzellikler, hoşluklar, üstünlükler sende mevcuttur. Hakk’ın nur mahzeni sana verilmiş, sana emânet edilmiştir. Sen, ne olduğunu nereden geldiğini düşün de, aslının aslına gel!..”

Aslını arayıp bulan mürid de, yağmurun çimenleri besleyip büyüttüğü gibi, kâmil mürşidin rahmet dolu sözleriyle beslenip yetişir ve kalbi zamanla yumuşar; rüzgarla dalgalanan çimenler gibi Hakk’ın huzurunda eğilir ve eğildikçe, yâni yokluğa erdikçe olgunlaşır kemâlât bulur.

Nitekim, Hazreti Şems de bakın nasıl buyurmaktadır…

“And olsun ki, Mevlâna’nın yüzünü görmek, bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed’i görmek dileyen, gitsin Mevlâna’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi, kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de, dilediği gibi yaşar. Mevlâna’yı bulana ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancından kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da, sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değildir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Bugün mânâ denizinin dalgıcı Mevlâna’dır. Ben ise tacirim. Yani o incileri alıcıyım. Dostluk, Mevlâna’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki, onu bir daha bulamadık, öldü desinler.”

“Allah’a yaklaşabilmek için gereken kalb temizliği kalbin cilâlanması, hem uzun hem de emek isteyen bir yoldur” der Hasan Dedemiz, “Bu yolda yolcunun rehberi mürşid-i kâmillerdir. Mürşidine inançla, imanla bakmak onda Hazreti Muhammed Efendimizin nurunu görmek, güzelliğini görmek gerekir. Bu şekilde bakılır, o inançla yola koyulunursa kapılar açılır. İnsan, Bir’i buldu mu bütün sayıları bulmuş olur. Bir’i bulamadı mı bu kişi boşluktadır. İman kimseye verilmez. Bu âleme güzellik saçan, tüm sorularınıza cevap veren, yükünüzü üzerinizden alan, size huzur veren birini bulduğunuzda ona iman edersiniz. Biz her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!..”

Nitekim, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin dilinden şöyle seslenmektedir…

“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, o size çok düşkündür. O, çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 128)

Mademki, onun şefkati ve merhametiyle, ’tohumun toprak içinde gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesiyle neticelenir’ ve yokluktan varlığa kavuşur; o halde bu sır tohumunun yeşillenip büyümesi için daima yoklukta durmak gerektir.

Pîrimiz Mevlâna’nın şu kasîdesine kulak verelim…

“Toprak emîndir; ona her ne ekersen ihânet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin. Toprak bu emînliği o emînlikten bulmuştur, çünkü adâlet güneşi ona nur saçmıştır. İlkbahar, Hakk fermânı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur? O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu emînliği ve bu doğruluğu bir cemâda, kuru yeryüzüne vermiştir. Fazıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdâr eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler. Canda, gönülde o coşmaya tâkât yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!.. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lütfûyla yeşim taşına döndü. Kimyâyı meydana getiren odur, kimyâ ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simyâ ne oluyor ki? Benim bu övüşüm, övmeyi terk etmenin tâ kendisidir; çünkü bu övüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır. Onun varlığına karşı yok olmak gerektir; onun huzurunda varlık nedir? Mânâsız bir şeyden ibarettir!..”

Nitekim halayık da, o hekimin hakiki olan vaatleri ve lütûflarıyla korkudan emîn oldu ve o vaatleri gönlü kabul etti. Zirâ, ‘içten gelmeyen vaatler insanı ıstırâba sokar. Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azâbıdır.’