MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXII

“Bu can madeninden, o Sultan’ın yanından geldiğimiz gibi, burhânımızı duyunca da, yine vatanına doğru döneriz. 

Susuyoruz.. Şimdi bu gamları kimseye söylemeyiz; Cenab-ı Mevlâna’mız köşkümüzün gönül sofrasında göründü.” Hasan Çıkar Dede

751. Kimin bir yıldızla alâka ve merbûtiyeti varsa o, kendi yıldızıyla döner dolaşır, o yıldızın tesîri altındadır.

752. Tâlihli Zühre ise şevki, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.

753. Kan dökücü huylu Mirrih’e mensûb ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.

754. Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirâk ve nâhis olmaz.

755. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde de seyir ve hareket ederler.

756. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar.

757. Her kimin tâlihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zâtı, kâfirleri taşlayıp yakar.

758. Onun hışmı, bazen gâlib gelen, bazen mağlûb olan ve tesîri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.

759. Gâlib nur, noksandan ve karanlıktan emîndir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır.

760. O nuru, canlara Hakk saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.

761. O nur saçısını bulan, yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir.

762. Kimin aşk eteği yoksa o, nur saçısından nasîpsiz kalmıştır.

763. Cüzîlerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.

764. Öküzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara!

765. İyi renkler, temizlik küpünden hâsıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir.

766. O lâtif rengin adı “Sıbgatullah – Tanrı boyası”dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lânetidir.

767. Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır.

768. Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşkla karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!

754. beyitte geçen ‘ihtirâk’ ile ilgili olarak Abdülbâki Gölpınarlı şu yorumu yapar: 

“İhtirâk, aydan başka öbür yıldızların güneşle bir derecede bulunmalarıdır. Eski yıldız bilgisine inananlarca ihtirâk ve yıldızlara, büyük, yâhut küçük kutsuz yıldızların üst oluşu kutsuzluk meydana getirir. Mevlâna, yıldızlardan, onların şu veyâ bu hâlde oluşlarından bahsederken, bu çeşit inançların bâtıl olduğunu da bildirmiş oluyor.

Kur’an-ı Kerim’de, Hicr sûresinin 18. âyetinde,  Saffat sûresinin 10. âyetinde ve Cin sûresinin 8-9. âyetlerinde, bir söz duymak, bir haber almak için göğe çıkmak isteyen cin ve şeytanların, melekler tarafından atılan şihaplarla yakıldığı bildirilir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz” diye buyurur.

İşte Hazreti Mevlâna, “Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirâk ve nâhis olmaz. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde de seyir ve hareket ederler. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar. Her kimin tâlihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zâtı, kâfirleri taşlayıp yakar” diye buyururken Hazreti Muhammed Efendimizin bu hadîsine işâret eder.

Ve yine şöyle seslenir… “Gündüzün güneşte yok olan yıldızlar gibi Allah varlığında yok olup kendisinden geçenler, hüner ve sanatlariyle şerlerinden emîn olmuşlardır. Yok olana tehlike olmaz.”

759. beyitte Mevlâna, “Gâlib nur, noksandan ve karanlıktan emîndir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır” diye buyururken de, Hazreti Muhammed Efendimizin, “Kalpler Allah’ın kudret parmaklarından iki parmağı arasındadır; çevirir, döndürür” ve “Gerçekten de Allah, halkı karanlıkta yarattı; sonra ışığını saçtı onlara. Bu ışıktan kime bir ışık düştüyse bugün odur doğru yolu bulan; kime düşmediyse yanılmış gitmiştir” hadîslerine işâret eder.

Hasan Dede, “İnsan, Cenab-ı Hakk’ın mânâ ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifirî karanlıktadır” der ve şöyle devam eder, “Oysa ki, Hazreti Muhammed Efendimizin ışığıyla aydınlansa, teslim olacak ve huzur bulacak. Allah’ın rahmeti herşeyi kuşatmıştır. Varlığında hiçbir şey yoktur ki, rahmetiyle onu zikretmemiş olsun. Cenab-ı Allah’ın herhangi bir şeyi zikretmesindeki mânâ, o şeye bulunduğu hâle göre varlık bahşetmesidir. Bu âlemde herkes kendi mertebesini gerçekleştirir, herkesin nimeti bu mertebeye, yâni Allah’a yakınlığı derecesine göre olur. Kemâlâta ererek gerçek anlamda yokluğa eren ve bu yokluğun sırrını bilen kimse en büyük nimeti elde eder. Bu bilgi herkesin kendi idrâkine göredir. Bu hususta kim ne diyor ve ne yapıyorsa boşa gitmez. Fakat bilenle bilmeyen de bir olmaz.”

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Dehr sûresinin 3. âyetinde, “İster şükretsin, ister nankör olsun, gerçekten de biz ona doğru yolu gösterdik” diye buyrulmaktadır.

Yüce Pîr Mevlâna’nın dediği gibi… “O nur saçısını bulan, yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir. Kimin aşk eteği yoksa o, nur saçısından nasîpsiz kalmıştır. Cüzîlerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir…”

Hasan Dede, “İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır” der ve şu menkîbeyi anlatır:

“Hazreti Salih’in, yaşadığı devirde, bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. Bir gün meraklı biri sordu: ‘Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?’ Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: ‘Benim küpümün rengi tektir; sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum’..”

“Allah’ın verdiği renk. Allah’tan daha güzel renk veren kim? Ve biz O’na tapanlarız.” (Bakara, 138)

Kasîde:

“Sevgilim, belki vefâ ve merhametin coşar da, kapıyı açarsın; ‘Orada, ne bekliyorsun kalk, içeri gir!’ diye seslenirsin ümidiyle ben senin kapında oturmuş bekliyorum. 

Ey pek güzel olan yüzünde her zaman yüzlerce lütûf, yüzlerce merhamet nuru parlayan sevgili! Canım, kapında senden gelen misk kokularına, anber kokularına gark olmuştur. 

Biz mest olmuşuz; başımız dönmede, başkalarının yaptıkları işlerle bizim ilgimiz yok. Dünya alt üst olsa, yakılsa, yıkılsa umurumuzda değil. Yeter ki senin aşkını kaybetmeyelim. Yeter ki senin aşkın ebedî olsun! 

İçimizde senin aşkın el çırpmada, yüzlerce başka âlemler yaratmada, göklerden de dışarda, ötelerde yepyeni yüzlerce asırlar meydana gelmede.

Bugün biz senin misafiriniz. Güler yüzünün mesti olduğumuz için seni bırakıp başka yere gidemiyoruz. Sen öyle eşsiz bir güzelsin ki, Allah’a yemin ederim ki yüzünün güzelliğini düşününce, hayal edince, şu gönlüm beni bırakıp gidiyor. 

Kurtulmam için, gönlü uyanık bir can bulursam, onun eteğine yapışacağım, himmet isteyeceğim. Keşke uyuyabilseydim de rüyada yüzünü gösterseydin.

Bütün canlar, can denizinden geldikleri, can denizini tanıdıkları, bildikleri için oraya doğru sel gibi akıp gidiyorlar da, başka tanıdıklardan, başka sevgililerden yüz çevirmişlerdir. 

Can denizine doğru koşan seller de çeşit çeşit. Bir sel var yüksek dağlardan kaynağını alarak, hayran hayran başını taşlara çarparak, köpürerek, ağlayarak, heyecanla feryâd ederek, aslı olan can denizine doğru koşuyor, koşuyor. Bir sel de var ki yolunu kaybetmiş… Biri, ‘Allah’a hamd olsun!’ demede; diğeri, ‘Lâ havle’ okumada.

Ey güneş gibi doğup, müflislere, yoksul kişilere sevgi şarabı sunan lütfeden. Bir ihsanda bulun, o şaraptan bize de sun! Biz de yoksuluz, biz de şaşırdık, yolumuzu kaybettik. 

Nasıl olmuşsa gül, ansızın seni görmüş, şaşırıp kalmış da elbisesini yitirmiş. Çeng senin çenginin sesini duymuş, feryâda başlamış, utanıp başını önüne eğmiş.

Zühre yıldızının burcunda en talihli olan kimdir? Ney’dir. Çünkü ney, dudağını senin dudağına koymuş, senden nâğme öğreniyor.

Ey yüce padişah; doğrusu bizim için bundan sonra ayık olmak ayıptır, yazıktır! Allah’ım sana yemin ederim ki, artık bundan sonra ben ayık olarak senin büyüklüğünü, gücünü, kuvvetini anlatamam, senden bahsedemem, ancak senin aşk şarabınla mest olunca dilim çözülür.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXI

İsa dinini mahva çalışan diğer bir Yahudi padişahının hikâyesi…

740. İsa kavminin dinini mahvetmek için aynı Yahudi’nin neslinden diğer bir padişah meydana çıktı.

741. Bu diğer padişahın meydana çıkışını haber almak istersen “Vessemâi zât’ül-buruc” sûresini oku.

742. Birinci padişahtan doğan kötü âdete bu padişah da ayak uydurdu.

* Bil ki o çeşit sitem ve zulümlerden bu, ne yaparsa Tanrı, günâhını, artıksız, eksiksiz ilk zâlimden sonra, arar.

743. Kim fenâ bir âdet koyarsa ona her an lânet gider durur.

744. İyiler gittler, güzel usûl ve âdetleri kaldı; kötü adamlardan da zulümler ve lânetler!

745. Kıyâmete kadar o kötülerin cinsinden kim vücuda gelse yüzü o kötülüğedir.

746. Bu tatlı suyla tuzlu su; damar damardır. Halk arasında sûr üfürülünceye dek birbirine karışmadan böylece gider durur.

747. İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasdır? “Evrensel Kitap” mirası.

748. Dikkat edersen görür anlarsın ki tâliplerin dileği peygamberlik cevherinin şûleleridir, o şûleleri dilerler.

749. Şûleler, mücevherlere tâbî olarak parıldar ve dönerler. Şûle, nerden çıkyorsa, madeni nerdeyse oraya gider.

750. Güneş, bir burçtan bir burca gidip durduğundan pencereye vuran ziyâsı da evin etrafında döner dolaşır.

741. beyitte, Hazreti Mevlâna’nın işaret ettiği Burûc sûresinde şöyle buyrulmaktadır:

“Burçlar sahibi gökyüzüne and olsun; söz verilen güne and olsun; tanığa ve tanıklık edilene and olsun; Uhdud’un Ashâb’ı kahroldu; o şiddetli ateşin sahipleri; hani onlar, onun başında oturmuşlardı; inananlara yaptıkları zulmü izliyorlardı; bunu, mutlak üstün olan ve övgüye değer yegâne varlık olan Allah’a iman edenleri cezalandırmak için yapıyorlardı; o Allah ki, göklerin ve yerin mülkü yalnızca O’na aittir, Allah her şeye tanıktır; inanan erkeklere ve kadınlara zulüm edip, sonra da tövbe etmeyenler için cehennem azâbı vardır, onlar için yakıcı azâb vardır; inanan ve salihâtı yapanlar için, içinden nehirler akan cennetler vardır, işte bu, büyük kurtuluştur; Rabb’inin yakalaması kesinlikle çok şiddetlidir; kuşkusuz başlatan ve tekrarlayan O’dur; O, çok bağışlayandır, çok sevendir; şânı yüce Arş’ın sahibidir; dilediğini yapandır; o orduların haberi sana gelmedi mi? Firavun ve Semud’un; doğrusu gerçeği yalanlayan nankörler, hâlâ bir yalanlama içindedirler; Allah, onları arkalarından kuşatmıştır; bilâkis, o şânı yüce şerefli bir Kur’an’dır; Levh-i Mahfûz’dadır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, bu beyitle ilgili olarak şu yorumları yapar:

“Bedîuz-zaman Furûzanfer, Salebî’nin ‘Kasas’ül-Enbiyâ’ isimli eserinde kayıtlı olan şu hikâyeyi anlatıyor ki hülâsâsını veriyoruz: 

Bir adam, İsa Peygamberin dinindedir; Yahudi beyi onu, Yahudi olmazsa ateşe atmakla korkutur. Adam kabul etmeyince onu da, onun gibi direnenlerden onikibin kişiyi de yaktırdığı ateşe attırır. Bu rivâyete göre bir günde yetmişyedi kişiyi attırırsa da ateşin yandığı hendek dolunca yalımlar dışarıya vurur, kâfirleri de yakar, yalnız adı Zû-Nuvâs olan o Yahudi beyi kurtulur. Bu arada İsa dinine girmiş olan bir kadını da, dininden dönmezse yakacaklarını söyleyerek tehdîd ederler. Dininden dönmeyince de önce ilk oğlunu, sonra ortancasını ateşe atarlar. Kadın direnmekte devam edince süt emer çocuğunu kucağından kapıp ateşe atacakları sırada kadın, dininden dönmeyi kurarken çocuk dile gelir; ana der, sen gerçek dindesin, dönme. Kadın bu olağanüstü olayı görüp duyunca dininde sebât eder. Önce çocuğunu, sonra kendisini ateşe atıp yakarlar.

Burûc sûresinde böyle bir olaydan bahsedilmektedir ki, bunlar hakkında çeşitli rivâyetler yapılmıştır; ateşe attıran emîr, Yusuf Zû-Nûvas’tır.”

Hazreti Mevlâna, “Ey gama, kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün. Yâ Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de âlemin şu ateşi tamamıyla nur olsun. Denizin suyu hep fermân altındadır; yâ Rabbi su da senindir, ateş de! Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir” diye buyurur.

“Bir kişi, kendisini imansızlığa, sapıklığa götüren akıldan, fikirden kurtulunca birçok menziller aşar, mest olur. Kendinden, kendi varlığından vazgeçer” der Hasan Dede, “Benlik ve kendine tapmak kötü bir huydur, hoşa gitmez bir hâldir. Neuzübillah, bu hâle düşünce insanlık elden gider de kişinin imanı bile kendisine inkâr kesilir. İnsanın kendinde olmaksızın, yani kendi benliğinden geçerek, Allah ile yaptığı her amel ve hizmet hoştur, güzeldir.”

Nitekim, İmam Ali Efendimiz de buyurur, der ki: “Bil ki her işin bir bitkisi vardır; her bitki, köke muhtaçtır; çeşitli sulara muhtaçtır. Hangi bitki iyi suyla sulanırsa iyi boy atar, meyvesi tatlı olur. Sulanması kötü olanın boy atması da kötüdür, meyvesi da acı.”

Hazreti Mevlâna, “İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasdır? ‘Evrensel Kitap’ mirası” diye buyururken Fâtır sûresinin 32. âyetine işâret etmektedir ki, âyette, Yüce Allah, Hazreti Muhammed’in dilinden şöyle seslenir:

“Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık; derken onlardan nefsine zulmeden var ve onlardan mûtedil hareket eden var ve onlardan, hayırlarda herkesten ileri giden var Allah’ın izniyle; işte bu, pek büyük bir lütûf ve ihsândır.”

Hazreti Şems-i Tebrizî de şöyle bir dil sarfeder ve der ki: “Bilginin biri bir gün uykudan uyandı. Eşya, kitap her nesi varsa attı. İnliyor, ağlıyor ve şöyle söylüyordu: Ömrümüzü mürşitlerden ayrı yaşamak, onlardan kaçınmakla tükettik. Allah kitabını arkamızda bıraktık. Ulu Allah bizden ömrümüzü nelerle tüketmiş olduğumuzu sorunca ne cevap vereceğiz? Gözümüzle ne gördüğümüzü, kulağımızla ne işittiğimizi, kalbimizden ne gibi düşünceler geçirdiğimizi soracaklar… Bilginin burada Allah kitabı demekten maksadı Kur’an değildir. Yol gösteren adam yâni Mürşid’dir. Allah kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kur’an’da, bu açık kitapta neler yok…”

Nitekim, daima insana insanı söyleyen mürşidimiz Hasan Dede, bir şiirinde ‘Evrensel Kitab’ın sırrını dile getirirken şöyle seslenir bizlere…

Şiir:

“Altıbinaltıyüzaltmışaltı âyet ile, 

Kitap olmuş Kur’an-ı Kerim. 

Söz Kur’an’da, özü sensin, 

Ey güzel insan Efendim! 

Ol âyeti beyânatla örülmüş, 

Acep bir muamma cansın, 

Ey insan Efendim! 

Bu mazhârı gören göze hayranım, 

Fark edeli beri mest oldu canım, 

Hep bütün Kur’an’dır benim seyrânım, 

Ne et, ne kemik, ne de kansın, 

Ey insan Efendim! 

Nurdan kılıf giyip meydana çıktın, 

Kendi gözün ile kendine baktın, 

Dede der ki ezel ebed Mutlak’tın, 

Bildim ki hep varlık sensin,

Ey insan Efendim!..

Allah’a hiç güçlük yoktur. Yeter ki insanda iman olsun, inanç olsun, sevgi olsun. Yetmiş iki dilden konuşan O’dur. İnsan aradığı ‘Kudret Sahibi’ni kendinde bulmalıdır. Biz bir aynayız. Allah’ın en büyük mucizesi sizlersiniz, insandır…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LX

Mustafa salâvâtullahi aleyhin İncil’de anılan iyi vasıflarını ululamaları.

727. İncil’de Mustafa’nın, o peygamberler başının, o sefâ denizinin adı vardı.

728. Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı. 

729. Hıristiyan tâifesi, o da, o hitâba geldikleri zaman sevab için,

730. Yüce adı öperler, lâtif vasfa yüz sürerlerdi.

731. Bu söylediğimiz fitne esnâsında o tâife, fitneden, kargaşalıktan emîndiler.

732. Onlar, o emîrlerin ve vezirin şerlerinden emîn olup Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı.

733. Onların nesli de çoğaldı. Ahmed’in nuru, bunlara yardım etti, yâr oldu.

734. Hıristiyanlardan, Ahmed adını hor tutan diğer fırka,

735. Fitnelerden ve o tedbîri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve kıymetsiz bir hâle geldi.

736. Mânâları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri de müşevveş bir hâle geldi, hükümleri de!

737. Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur?

738. Ahmed adı sağlam bir kale olunca o emîn ruhun zâtı, nice olur?

739. Vezirin belâsı yüzünden yoldan çıkmış olan o nasîhat kabul etmez padişahtan sonra.

Kur’an-ı Kerim’de Saff sûresinin 4. âyetinde, “Şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, yan yana, kurşunla kenetlenip kurulmuş bir duvar gibi saf kurarak savaşanları sever” diye buyrulmaktadır.

Bir şiirinde,

“Yâ Ahmedi Muhammed,

Ereyim visâline vecd ile,

Göreyim cemâlini zevk ile,

Cümle aşıklarda şevk ile,

Güzel adını işiteyim…” diye seslenen Hasan Dede, bizlere şu bilgileri sunar…

“Allah bütün güzelliklerini Peygamberler ile insanlara sundu ve hepsi Hazreti Muhammed’in nuruyla geldiler bu âleme ve insanlığa ışık tuttular, karanlıkları kaldırarak insanları aydınlığa götürmeye çalıştılar, birliğe, kardeşliğe davet ettiler. Hiçbiri insanlara kötülük yapmadı. Peygamberlerin hepsi aynı yerden bilgiler sundular ve insanların sırtlarından yüklerini aldılar, onları doğru yola sevk ettiler. 

Hüdâvendigâr Mevlâna, dinleri ve Peygamberleri birleyerek, ‘İbâdet şekillerinde fark var, ama amacımız bir, hepimiz aynı Allah’a koşmaktayız. Peygamberlere gelince, bütün peygamberler Ahmed’dir. Hepsi benim sevgilim Muhammed’den bahsettiler’ der. 

‘Ahmed’ ismi, İsa Ruhullah tarafından Hazreti Muhammed’e verilmiştir. İsa Ruhullah, Matheus’un İncil’inde demiştir ki: ‘Benden sonra bir prens gelecek bu âleme, ismi: Ahmed. Ona kim yetişirse benim selâmımı söylesin ve beni onun ümmetinden saysın.’ Yâni İsa daha hayattayken Resulallah’a biâd etmiştir.

Ve Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de, Hazreti Muhammed’in dilinden, Saff sûresinin 6. âyetinde, ‘Hatırla ki; Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamberi de müjdeleyici olarak geldim’ demişti’ diye buyurarak Hazreti İsa’yı tasdiklemiştir. 

Allah, en güzel tecellîsini Hazreti Muhammed’den göstermiştir. Onda kemâlâtını tamamlamıştır. Onun ışığı herkesi çevreler, çünkü o, ayırım yapmaksızın her varlığa ışık verir. Hazreti Muhammed hiçbir söze ve mânâya sığmayacak kadar yücedir. O her türlü hayalin ve idrâkin üzerinde bir mânâya sahiptir. 

Sonuç itibâriyle, Hazreti Muhammed’in bendesi ve, ‘Ben yaşadığım müddetçe Muhammed Muhtârın ayağının tozuyum; eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim’ diye buyuran yüce Pîr Hüdâvendigâr Mevlâna, din misyonerliği yapmamıştır. Bizler de yapmıyoruz. 

Toplumun böyle cahil kalmasının sebebine gelince… Ne peygamberlerini ne de bir büyük velîyi öğrenmediler. Onlardan ders almadılar. Kendi akıllarından, kendi benliklerinden, nefslerinden ders aldılar. Toplum, yanlış yerden beslendiği için ikiliklerde, kavgalarda yaşamlarını sürdürdü. Akıl sahipleri nefs sahipleriyle temas kura kura, dünya bir madde dünyası haline geldi. 

Çalışmak lazım ki, İslâm oyuncak hâline gelmesin. Dışarıdan bir sürü misyoner gelip, bir takke takıyor, sakal bırakıyor, isim değiştiriyor, toplumda kendini sevdirip, insanları gericiliğe sürüklüyor. 

Bütün Peygamberler İslâm’dır. Misyonerlik devri geçti, artık insanlık devri doğdu. İnsana, insanı söylemek gerek. İnsan olursa kâinata rahmettir. İkilik tohumu atanlardan ne Allah ne de Peygamberleri hoşnut olur.

İki cihanın bütün güzelliği, Peygamber Efendimiz, olduğu gibi, Cenab- ı Allah’ın kulluk kapısı da Ahmed, Mahmud, Muhammed isimleriyle açılır. Hazreti Muhammed’e ümmet olmadan Allah’a kulluk olunmaz. Cenab-ı Hakk, yarattığı kulunu inkâr etmez ama, böyle bir kişinin de huzura varmaya gücü takâti olmaz.”

Şeyh Gâlib Hazretleri bir methîyesinde Hazreti Muhammed Efendimizi şu sözleriyle metheder ve der ki… 

“Ey Allah’ın Resûlü! Ey soyu pak Sultan! Ey kutlu Efendimiz! 

Sana, Peygamberler zincirinin en baş halkası ve o kutlu kâfilenin serdârı, desem çok mu?

Soy bakımından da, beşerî vasıfların, başından beri süzüle süzüle saflaşmış ve kemâl noktasında seni bulmuştur. 

Ey iki âlemin Sultanı! Ey şânı yüce Sultan! 

Şüphesiz ki senin hükümrânlığın iki cihanı da kaplar, iki âlemde de bâkîdir.

Sana sığınan çaresizlere bu dünyada da el uzatırsın, o âlemde de. 

Yetimin başı ilk senin kutlu zamanında okşandı, yoksulun beli senin devrinde doğruldu ve kadının da bir insan olduğu ancak o saadet asrında hatırlandı. 

Ey benim adı güzel kendi güzel Efendim! 

Ey Ahmed, Ey Mahmud ve ey Muhammed! 

Sen bizim desteğimiz, dayanağımız, sultanımızsın. 

Gözlerin bir kurtarıcı ümidiyle yollara dikileceği o korkulu günde, kutlu ayağın mahşer meydanını şereflendirdiğinde duyulacak tek gülbang senin gülbangındır. 

Değil mi ki sen, âlemlere rahmet olarak gönderildin, o rahmetten bizleri de mahrûm eyleme. 

Ey yüce Efendim! 

Sen Ahmed’sin, Sen Mahmud’sun, Sen Muhammed’sin. 

Sen Hakk’ın tâyin ettiği, desteklediği sultanımızsın bizim.” 

Mevlâna’mızın buyurduğu üzere, ‘Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur? Ahmed adı sağlam bir kale olunca o emîn ruhun zâtı, nice olur?..’

Cenab-ı Allah, o güzel Ahmedi Muhammed’in emîn ve saf aşıklarından olmayı nâsib eylesin…

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIX

“Gönül dediğin bostanda bitmez, pazarda satılmaz, her kula da nasîb olmaz.” Hasan Dede

712. Bu cisimde mânâsız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.

713. Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.

714. Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah ü figâna düşmemek için önce bir kere muayene et.

715. Eğer tahtadansa, yürü… başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!

716. Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundadır. Onları görmek, size kimyâdır.

717. Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir; bilen âlemlere rahmettir.

718. Nar alıyorsan gülen narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin.

719. O ne mübârek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.

720. Mübârek olmayan gülme, lânetin gülmesidir. Ağzını açınca kalbinin karalığını gösterir.

721. Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.

722. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.

723. Temizlerin muhabbetini ta canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.

724. Ümitsizlik diyârına gitme, ümitler var. Karanlığa varma, güneşler var.

725. Gönül, seni gönül ehlinin diyârına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.

726. Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbâli bir ikbâl sahibinden öğren!

Hasan Dede şöyle bir menkîbe dile getirir…

“Bir gün Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Hüsâmeddin Çelebi ve Sultan Veled, hepsinin selâm olsun üzerlerine, bir zenginin evine davet ediliyorlar. E şimdi davete icâbtır gidilsin. Yola koyuluyorlar gidiyorlar. 

Bir fakir de, ancak günlük kazancını elde ediyor, fazla bir kazancı yok. Onları kapısının önünden geçerken görür görmez hemen duygulanıyor ve o duyguyla içeri giriyor. Hanımı onun bu hâlini görünce diyor ki, ‘Efendi, yüzündeki bu duygusal ifâde nedir? Neye duygulandın? Ne geçti gönlünden, aklından?’

‘Ah hanım’ diyor, ‘şimdi kapımızın önünden Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Sultan Veled, Hüsâmeddin Çelebi geçtiler, filân ağanın evine davete gittiler. Gönlümden geçirdim, benim de biraz dünyalığım olsaydı, onları çağırırdım. Onlar konuşurdu, biz de onların muhabbetlerini dinleyip inciler toplardık.’

Hanımı da çok temiz kalpli olduğu için, ‘Efendi’ diyor, ‘bu akşam yemek yemeyelim, yarın sabah da kahvaltı yapmayalım, öğlen yemeğini de yemeyelim. Bunları toplayalım. Dönüşte Mevlâna’yla, Şems-i Tebrizî’yi görür görmez davet et yarın akşama, biz de olanları çıkarırız önlerine.’

‘Tamam’ diyor adam. Oruca giriyorlar karı koca…

Şimdi gelelim Şems’le Mevlâna’ya ve Sultan Veled’le, Hüsâmeddin Çelebi’ye… Ağanın evinde ağırlanıyorlar. Fakat ağa misafire söz bırakmıyor. Şu kadar hizmetkârlarım var, şu kadar hayvanlarım var, şu kadar tarlalarım var, başlıyor sayıklamaya.

Çorbalar geliyor, buyur ediyor, fakat Mevlâna kaşığını götürüyor ama almıyor çorbayı. Çünkü geçmez boğazından öylesinin çorbası. Hepsi aynısını yapıyorlar. Ağanın adamları yiyor. Arkasından baklava geliyor, onu da ağanın adamları yiyorlar. 

Yemeğin sonunda dönüp Mevlâna’ya diyorlar, ‘Ya Mevlâna, bir dua yapar mısın?’

Mevlâna diyor ki, ‘Çorba tasından, baklava tepsisine kadar bütün kapları getirin.’

Getiriyorlar. Kısa bir dua yapıyor, ‘Allah’ım’ diyor, ‘bu zâta ne kadar mal mülk verdiysen, bir misli daha da fazla ver, ama muhabbetini verme.’ Çıkarıyor hırkasından elmasını, çorba tasına, yemek sahanlarına, hepsine dokunduruyor. Bütün kaplar altın haline geliyor.

‘Bize müsaade’ diyor Mevlâna, çünkü artık sıkılmışlar, paradan puldan, maldan mülkten muhabbet etmekten, kalkmışlar.

Yolda giderken, bekliyor onları şimdi, insanlığa saygı duyan fakir, çıkıyor önlerine, selâm veriyor. Şems-i Tebrizî, Mevlâna, hepsi selâmını alıyorlar. Fakir davet ediyor onları. Mevlâna, ‘Kısmet’ diyor, ‘yarına varsak sende misafiriz.’

Kalkıyorlar yarın akşam aynı saatte fakirin evine misafir oluyorlar. Hanımı da beyi de ayakta karşılıyorlar, hâl hatır soruşuyorlar. Sonra ağızlarını mühürlüyorlar, hiiç konuşmuyorlar. Mevlâna, Şems’e bakıyor; Sultan Veled Hüsameddin’e bakıyor. Sofra kuruluyor. Mevlâna ev sahiplerini de buyur ediyor sofraya. Adam, ‘Biz’ diyor, ‘lokma etmiştik, tokuz, buyrun siz yiyin.’

Allah ne verdiyse lokma ediyorlar, sofrayı kaldırıyorlar. Bir giriyorlar muhabbete Şems-i Tebrizî ile Mevlâna, başlıyorlar incileri dökmeye. Ev sahibiyle hanımı hem dinliyorlar hem gözyaşları döküyorlar. Artık sabah ezanları okunuyor, muhabbet o zamana kadar uzuyor.

Şems-i Tebrizî dönüp Mevlâna’ya, ‘Ya Hüdâvendigâr’ diyor, ‘bir dua da burda yap.’

Kaldırıyor ellerini Mevlâna, ‘Allah’ım’ diyor, ‘bu zâta ne fazla ver ne eksik, bunu bu karar bırak.’ ‘Amin’ diyorlar, sonra müsaade isteyip kalkıyorlar. 

Yolda şimdi soruyorlar Mevlâna’ya, ‘Sen zengine öyle bir dua yaptın, bir de elmas vurdun kaplarına, kapları altına çevirdin. Bu zâtın hiçbir şeyi yok, oruç tuttular bize bir sofra kurmak için. Kalkıp dedin duada, Allah’ım bu zâtı bu karar bırak, ne fazla ver ne eksik. Neden böyle bir dua yaptın?’

İşte Mevlâna şu cevabı veriyor, ‘Yaratıcıdan isteseydim malk mülk, korkardım gözü gönlü kaçmasın mala. Deseydim, bunu da al bu zâttan, korkardım Allah’ı benden daha çok sevecek… Bu yüzden duayı bu şekil yaptım.’

Bizim bulunduğumuz yol teferruat yolu değildir, gönül yoludur. Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bizden ne can ister ne mal ister. Onun bizden istediği tek bir şey vardır, o da gönüldür…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LVIII

Emîrlerin velîahtlık için savaşları ve birbirlerine kılıç çekmeleri.

696. O emîrlerin birisi öne düşüp o vefâlı kavmin yanına gitti.

697. Dedi ki: “İşte o zâtın vekîli; zamânede İsa halîfesi benim.

698. İşte bu tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dâir burhânımdır.”

699. Öbür emîr de pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun davası da bunun davası gibiydi.

700. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı.

701. Diğer emîrler de bir bir katar olup davaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler.

702. Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler.

703. Yüzbinlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu.

704. Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına toz kalktı.

705. O vezirin ektiği fitne tohumları, onların başlarına âfet kesilmişti.

706. Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve lâtif ruha mâlik oldu.

707. Ancak ten nakşına ait olan öldürmek ve ölmek, nar ve elmayı kırmak, kesmek gibidir.

708. Tatlı olan nardenk şerbeti olur, çürümüş olanın ise bir sesten başka bir şeyi kalmaz.

709. Esâsen mânâsı olan meydana çıkar; çürümüş olan rüsvâ olur gider.

710. Ey surete tapan! Yürü, mânâyı elde etmeye çalış! Çünkü mânâ suret tenine kanattır.

711. Mânâ ehliyle düş, kalk ki hem atâ ve ihsân elde edesin, hem de fetâ olasın.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle sesleniyor…

“Hoten güzeli aramıza geldi; artık, candan da, bedenden de vazgeç!

O aşkın eline bir kılıç verdi de, dedi ki: ‘Benden başka kimi görürsen, onun boynunu vur! 

Güzel olsun, çirkin olsun, kadın olsun, erkek olsun; Nuh’dan başkasını denize at gitsin!

Nuh’un gönlünde yer alanları bırak; nefsanî arzularının esîri olanları, Nuh’un gönlüne girmeyenleri denize at!’..”

Hazreti Mevlâna’nın sözleri, ‘münâfıklara Hakk’ın Zülfikâr’ıdır. Büyük ve hayırlı kişilerin ruhlarına iksirdir. Hakk yolunda sefere çıkanlara bir yolculuk armağanıdır.’

Hazreti Muhammed Efendimiz, “Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ Zülfikâr” diye buyurur bir hadîsinde… Ali’den daha yiğit er, Zülfikâr’dan daha keskin kılıç yoktur…

Hazreti Mevlâna da şöyle bir açıklamada bulunur: “Hazreti Ali’nin Zülfikâr’ı ne kadar keskinse, ilmi ondan daha keskindir.”

İşte Hazreti Ali Efendimiz buyuruyor ki: “İnsan kendi aklının kını gibidir, kılıcı olmayan bir kından ne hayır vardır?”

“Hidâyetin mânâsı nedir?” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek, delâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmaktır. İşte Ali, hidâyet kapısıdır, o kapıdan geçen dosdoğru olur, Hazreti Muhammed’in ilmine vâkıf olur.”

Nitekim, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ben nasîhat vericiyim. Ali, Hâdî’dir. O, benden sonra hidâyet yolunu arayanları hidâyete eriştirir.” 

Yüce Pîrimiz Mevlâna, “Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul!..” der ve yine şu beyitleri dile getirir: “Tanrı tarafından vahîy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir. Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naîbdir, eli Tanrı elidir. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın.”

Bakın, ne güzel sesleniyor bizlere İmam Ali Efendimiz… 

“Nereye gidiyorsunuz? Ne vakit döneceksiniz? Hidâyet alâmetleri dikilmiştir. Deliller apaçıktır; nişâneler ortadadır. Ne diye başı dönmüş bir hâlde çöllere dalarsınız; neden ve niçin dolaşıp durursunuz? Peygamber’inizin nesli aranızdadır. Onlar, sizi gerçeğe çeken iplerdir. Din bayraklarıdır, gerçeklik dilleridir onlar. Onları, Kur’an’ın en güzel konaklarına indirin, Kur’an’da anıldığı, emredildiği veçhile onlara uyun; susamış develer gibi onların yanlarına, onların kaynaklarına koşun. Ey insanlar, bu sözleri, bu inancı, Peygamberlerin sonuncusundan alın; bilin ki bizden olup da ölen, ölü değildir, diridir; ölmez. Bizden olup da ölen, çürüyüp gitmez.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LVII

Bütün peygamberler doğrudur. “Tanrı peygamberlerini birbirinden ayırt etmeyiz.”

678. Bir yerde on tane çırağ bulundurulsa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır.

679. Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur.

680. Yüz tane elma, yüz tane ayva saysan her biri ayrı ayrıdır. Onları sıkarsan yüz kalmaz, hepsi bir olur.

681. Mânâlarda taksîm ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olmaz.

682. Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mânâ ayağını tut, suret serkeştir.

683. Serkeş sureti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin.

684. Eğer sen eritmezsen Tanrı’nın inâyetleri, esâsen onu eritir. Hayy… gönlüm kulu kölesi olsun onun!

685. O, hem gönüllere kendini gösterir, hem de dervişin hırkasını diker.

686. Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık,

687. Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve saftık… su gibi.

688. O güzel ve lâtif bir surete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.

689. Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.

690. Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, bundan korkarım.

691. Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın yoksa gerisin geriye kaç!

692. Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü kılıca, kesmekten usanç gelmez.

693. Ben bu sebepten kılıcı kına koydum. Ters okuyan birisi, aykırı mânâ vermesin.

694. Hikâyeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefâkârlığından bahse geldik.

695. O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekîl istemeye giriştiler.

Hazreti Mevlâna’nın gönül sakîsi Hazreti Şems de, “Üzümler gibi hepimiz bağda kalabalık görünürüz ama tavada hepimiz biriz. Sayı ortadan kalkar, pekmez oluruz” diye buyurur.

Hasan Dede, “10 yazarsın 1 çıkar öne, 100 yazarsın 1 çıkar öne, 1000 yazarsın yine 1 çıkar öne” der ve önemli olanın, insanın o ‘1’i bulması olduğunu, 1’i bulanın hepsini bulmuş olacağını dile getirir ve şöyle devam eder: “Misâl olarak önünde 1000 tane mum var diyelim, sen kendindeki mumu ister baştaki mumdan, ister sondaki mumun ışığından yak; ama bunun için gerilere gitmeye gerek yok, sana yakın olan mumun ışığından yakman daha doğru olur, mantıklı olan budur; çünkü onlar sayıda fazla görünseler bile onların ışıkları yine o 1’dendir.”

Ve Mevlâna’nın 682. beyitte, “Mânâ ayağını tut, suret serkeştir” diye buyurduğu üzere, Hasan Dede de bir şiirinde,

“Mânâ âleminde yoktur hiç suret, 

Vuslata erince kalır tek hayret. 

Canlının cansızın taptıkları Hakk, 

Tek bir gâye vardır Hakk’a ulaşmak” diye seslenir.

683. beyitte Mevlâna, “Serkeş sureti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin” diyor.

Hasan Dede şöyle bir hikâye anlatır…

“Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yâni fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hattâ zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. 

Hüdâvendigâr Mevlâna ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine bakıyor, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyor; hemen içinden bir ses geliyor, ‘Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emâneti bak ne hâle getiriyorsun.’ 

İşte Mevlâna, içinden seslenen Rabbine şu cevabı veriyor: ‘Eğer ben bu emâneti bu hâle getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim’…”

Bir diğer hikâyede de…

“Bir gün Sultan Veled Hazretleri, Allah’ın cemâlini görmek istiyor ve babasının huzuruna çıkıyor. 

Mevlâna, ona, ‘Eğer benim dediklerimi yaparsan onbeş güne kadar Allah’ın o güzel cemâlini görebilirsin’ diyor. 

Sultan Veled Hazretleri de, ‘Emrine tâbîyim baba’ diye cevaplıyor. 

Mevlana, oğluna, ‘Onbeş gün yemeden içmeden arınacaksın ve hep beni düşüneceksin. Gün boyunca biraz su ve bir lokma ekmek yiyeceksin’ diye nasîhat ediyor.

Böylece Sultan Veled, hâlvete giriyor; fakat daha birinci günde dönüp babasına, ‘Yâ babacığım, aklımı devamlı sende tutamıyorum, aklım bir dakika içinde sayısız yere gidiyor, bu iş nasıl olacak?’ diye soruyor.

Mevlâna, ‘Gayret et evlâd’ diyor. 

Sultan Veled, yine dönüyor hâlvete, günlerce uğraşıyor, bir gün, iki gün, üç gün derken vücudu gıdadan kesilince tamamen teslîmiyet hâline bürünüyor ve aklı artık bin yere gidemiyor, bir noktada sükût buluyor. 

Sultan Veled, babası ve aynı zamanda mürşidi olan Mevlâna’nın cemâline odaklanıyor ve bir gece perde kalkıyor. O yüzün ardında, kelimelerle anlatılamayacak kadar nâmütenâhî güzellikte bir cemâl görünüyor. Çilehânede bir ‘Allah’ bağırıyor ve koşup babasının huzuruna geliyor. 

Mevlâna da o esnâda tefekkür hâlinde… 

Hemen babasının boynuna sarılıyor, ayaklarına secdeye kapanıyor. Mevlâna, oğlunun başını okşuyor ve ona, ‘Mestûr et’ yâni ‘Sır et’ diye buyuruyor.”

‘Hayy… gönlüm kulu kölesi olsun onun!.. O, hem gönüllere kendini gösterir, hem de dervişin hırkasını diker.’

Ve ne güzel buyurur… “Ey ayıp ve âr hırkasını giyinen donmuş, üşümüş aşık sen can korkusuyla candan kaçıyorsun. Irmağı gördün ya… Testideki suyu ırmağa döküver. Su, hiç ırmaktan kaçar, çekinir mi? Testideki su, ırmağa döküldü mü ırmakta mahvolur, ırmak kesilir. Vasfı yok olur da zâtı kalır… Artık bundan böyle ne kaybolur, ne kötüleşir, pislenir!..”

Şiir:

“Ezelden aşkınla ben yâne geldim, 

Cemâlin şem’ine pervâne geldim. 

Koy beni yatayım şeyh eşiğinde, 

Şu tatlı canımı kurbana geldim. 

Nefsin kal’asını tevhiddir yıkan, 

Esmâ kuvvetiyle meydâne geldim. 

Aşıkların didârın gördüm düşümde, 

Kalmadı tâkatim divâne geldim…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LVI

Vezirin hâlvette kendini öldürmesi.

662. Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.

663. Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyâmet yerine döndü.

664. Bir hayli halk onun yasıyla saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.

665. Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Tanrı bilir.

666. Mezarının toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine dermân gördüler.

667. Bir ay ahâli, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah ü figân ediyorlardı.

İsa Aleyhhiselâm ümmetinin emîrlere “İçinizde velîaht kimdir?” diye sorması.

668. Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makâmına oturacak kimdir.

669. Ki biz o zâtı, vezirin yerine imam ve muktedâ tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.

670. Mâdemki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağ yakmaktan başka çâremiz yok.

671. Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrûm kaldık mı, yerine birisinin vekîl olması, birisinin bize yâdigâr kalması gerekir.

672. Gül mevsimi geçip gülşen harâb olunca gül kokusunu nereden alalım? Gülsuyundan!

673. Ulu Tanrı açıkça meydanda olmadığından, bu peygamberler Hakk’ın vekilleridir.

674. Hayır, yanlış söyledim. Vekîl ile vekîl edeni iki sanırsan hatadır, iyi bir şey değil.

675. Sen surete taptıkça ikidir. Suretten kurtulana göre ise birdir.

676. Surete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir.

677. Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırt edilemez.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna’nın şu kasîdesine kulak verelim, bakın ne güzel sesleniyor bizlere…

“Ey bir yerde duramayan, dinlenme nedir bilmeyen rüzgârımız! Güle bizden haber götür de söyle; ‘Gül bahçesinden kaçıp şekerle dost olan gül, nasıl oldu da yurdundan, anandan, babandan, kardeşlerinden arkadaşlarından ve sana gönül veren, senin için feryâd edip duran bülbülden ayrıldın geldin, şekere karıştın, ‘gülbeşeker’ tatlısı oldun?’

Ey gül!.. Neden şekere karıştın? Aslında sen, kendin şekersin, şeker gibi tatlısın, hoşsun. Şeker olduğun için, herkesten çok sen, şekere lâyıksın ama, neden gül bahçesine karşı vefâsızlıkta bulundun? Şeker de, gül de hoş, fakat vefâlı olmak her ikisinden de hoş, her ikisinden de tatlı. 

Ey gül!.. Mâdem ki bahçeden ayrıldın gittin, sana bir iki sözüm var: O güzel yanağını şekerin yanağına koy da şekerden tat al, şeker gibi ol, şekere de bahçeden alıp götürdüğün hoş kokunu ver! O da gül gibi olsun. Ayrılığı göze aldın ama, bu ayrılıkta kazancın da var. Sen şekerin içine girdiğin için gül olarak oradan oraya götürülmekten, yolculuğun cefâsından, solup pörsümekten, yerlere atılmaktan, çiğnenmekten kurtuldun. 

Şimdi ‘gülbeşeker’ tatlısı oldun ya, seni yiyenlere gönül gıdasısın, göz nurusun. Bu yüzden artık gülden gönlünü çek; o nerede, bu nerede? 

Sen bahçede dikenle beraber oturuyorsun. Akıl gibi cana yakın idin, insana karıştın. Şekerle beraber iken şimdi insanla beraber oldun. Nur oldun. Haydi şimdi de şu günâhlarla kirlenmiş yeryüzünden gökyüzüne yüksel menzil menzil, konak konak da onunla mânen buluşma yerine kadar yürü!..

Ey gül!.. Sen şimdi dünyaya yukarıdan bakıyorsun da, dünyadaki acaip hâlleri gördüğün için dünyaya gülüyorsun. O yüzden elbiselerini yırtıyorsun. Ey kızıl kaftanlı, güçlü, kuvvetli yiğit er, ben senin hayranınım! 

Güller, ‘Kim mânen Hakk’a uluşmak için merdiven isterse, belânın, ızdırabın bir merdiven olduğunu bilsin de, başına gelenlerden şikâyet etmesin! Belâlardan korkmasın, canını belâlara atsın!’ diye nârâlar atarak, uçuşup saçılarak gökyüzünden gül bahçelerine yağmada.

Kendine gel de, şu kabtan, gülsuyu çıkaran ustanın testisinden bir yolunu bulup ter gibi sız, o hapsedilmiş kabtan, bir ruh gibi kaç, kurtul. 

Ne de tâlihliymişsiniz, ne de bahtınız yârmış! Benziniz gül gibi kıpkırmızı. Biz de sizin gibiydik, ruh olduk, kurtulduk. Haydi siz de ruh olun, bu kirli yeryüzünden kurtulun. 

Gülbeşekerden maksadımız, Hakk’ın lütfûyla bizim varlığımızdır. Varlığımız sanki demir kırıntısı, Hakk’ın lütfû ise mıknatıs!.. 

Akıl da aynadır. Demirden ayna yapan aynacı, onu parlatmak, ayna haline getirmek için ona çok eziyet etmededir de, bu yüzden olacak, ayna bizi istemiyor, bize gelmiyor, hep biz onu elimize alıyor, ona bakıyoruz. O bize şunları söylüyor ama, kulaklarımız gaflet pamuğu ile tıkalı olduğu için duyamıyoruz: ‘Ey insanlar, ben sizi sizsiz isterim.’

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LV

Vezirin her emîri ayrı ayrı velîaht yapması.

650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.

651. Her birine “İsa dininde Tanrı vekîli ve benim halîfem sensin,

652. Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsa, umûmunu senin taraftârın ve yardımcın etti.

653. Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esîr et, hapse at.

654. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, bu reisliğe tâlib olma.

655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvâsına kalkışma.

656. İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri… Bunu ümmete fâsih bir tarzda oku!” dedi.

657. O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naîb yoktur!”

658. Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söylediyse buna da onu söyledi.

659. Her birine bir tomar verdi, her tomar, öbürünün zıddını ifâde ediyordu.

660. O tomarların metni “ya” harfinden “elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır.

661. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıddîyeti bundan önce bildirdik.

Hazreti Mevlâna, ”Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Çünkü zıddı olmadıkça, zıddını söylemedikçe hiçbir şey, târif edilemez; imkân yoktur buna. Ulu Tanrı’nın zıddı yoktur da onun için ‘Ben bir gizli defineydim, bilinmeyi diledim, sevdim’ demiş, ışığı meydana çıksın diye karanlıktan ibâret olan şu kâinatı yaratmıştır; yine böylece peygamberlerle erenleri meydana çıkarmış, ‘Sıfatlarımla halka görün’ demiştir. Onlar, düşmanın dosttan, tek, eşsiz kişinin yabancıdan ayrılması, belli olması için Tanrı ışığını elde etmiş olanlardır. O anlama, zâten anlam bakımından zıd yoktur, görünüşte zıddı vardır onun. Hani Âdem’in karşısında İblis, Musa’nın karşısında Firavun, İbrâhim’in karşısında Nemrud, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa’nın karşısında Ebû Cehil gibi tıpkı… Sonu da yoktur bunun. Şu hâlde anlam bakımından zıddı yoktur amma erenlerle Tanrı’ya bir zıd belirlemede; hem de halk, onlara ne kadar düşmanlık ederse, ne kadar aykırı hareket ederse işleri o kadar yücelmede onların, o kadar yayılıp tanınmada. ‘Tanrı ışığını nefesleriyle söndürmek isterlerse de Tanrı, kendi ışığını tam parlatır’, kâfirler hoş görmeseler de böyledir bu.”

Beyit:

“Elif, varlığından yok olmuştur ama; 

o harfi olmaksızın da be ile sin, elifi söyler durur.”

Nitekim, Ahmed Eflâkî’nin ‘Âriflerin Menkîbeleri’ isimli eserinde şöyle rivâyet edilmektedir:

“Bir gün dostlar, kibirli ve kıskançların inkârından, zıd gidenlerin yermelerinden şikâyet ettiler. Mevlâna Hazretleri buyurdu ki: Hazreti Musa’ya, heybetli ve gürbüz beş kişi düşmanlık etti. Musa, tahammül ve sabretti. Nihâyet Tanrı Hazretleri beşinin de kökünü kazıdı ve hepsi Musa’ya yenildiler. Musa onları yendi. Onlardan biri Kârun’du. O, mal kuvvetiyle terbiyesizlik ediyordu, ‘Biz onu eviyle birlikte yere soktuk’ (Kasas, 81) âyetinde olduğu gibi yok olup yere battı. İkincisi Samîrî idi. Bu da ilmiyle münâkaşada bulunmuştu. Sonunda ‘Ziynetleri atmak…’ (Taha, 88) âyetinde olduğu gibi atıldı. Üçüncüsü de Bel’âm idi. O da zühdü ile övünüyordu, hayvan şekline girme illetine tutuldu. ‘Köpek şekline soktu’ (Âraf, 175) Musa’nın kapısının köpeği oldu. Dördüncüsü Uc bin Anak’tı. Bu da kuvveti ve cüssesine güvenerek, Musa ile mücâdele ediyordu. Sonunda Musa’nın elinde yok oldu. Beşincisi lânetlenmiş Firavun’du. O da Mısır ülkesi ve nehirleriyle övünüyor ve kumandanlık ediyordu. Fakat suda boğulup Musa’nın asker öldürmekliği ile yok oldu. Böylece peygamberlerin ve velîlerin düşmanları kıyâmet gününe kadar faaliyettedir ve az da değillerdir. Bununla beraber imtihan içinde imtihan daima kalacaktır. ‘Bu çok iyi bilen azîz Tanrı’nın takdîridir.’ (Enâm, 96; Yâsin, 38; Fussilet, 11). 

Şiir: 

“Ey oğul, kapının çavuşu oldum diyen için imtihan içinde imtihan vardır.

O hâlde her devirde Peygamberin makâmında oturan bir velî vardır. Bu imtihan da kıyâmete kadar sürecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki ‘hiç bir ümmet gelip geçmedi ki, ancak ona…’ (Fâtır, 24) âyetini hatırında tut.”

Hasan Dede çok güzel söyler ve der ki: “Suların yönü denize olduğu gibi, bizim bilgilerimiz de Allah’ın zât’ına doğrudur. Akıl teslim olduktan sonra, yürüdüğümüz yol da biter. Bu suretle ‘nokta’ya varmış oluruz. Nokta, bizim gözümüz, elif ise vücudumuzdur. Gözümüze Allah için bakan da nokta olur; sesten, sözden kesilir. Vücudumuza bakanlarsa, hakkımızda çeşit çeşit söylerler. Çünkü, söyleyen tarafımıza bakarlar. Noktayı görmek için, elifi terk etmek lâzım. Hakikat zâten yokluğun arkasındadır… Oraya varmak da, ancak aşk ile olur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIV

Vezirin, hâlveti terk etmede müridleri ümitsiz bırakması.

643. Vezir içerden seslendi: “Ey müridler, benden size şu mâlum olsun.

644. Ki İsa bana ‘Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol,

645. Yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da hâlveti ihtiyâr et’ diye vahyetti.

646. Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok.

647. Dostlar elvedâ! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim.

648. Bu suretle de ateşe mensûb feleğin altında zahmet ve meşakkatler içinde yanmayalım!

649. Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsa’nın yanında oturacağım.”

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde şöyle buyuruyor…

“Sağdan, soldan çekiştirmeler, ayıplamalar duyulsa bile gönlünü bir güzele kaptırmış olan kişi aşkından dönmez! 

Aşk yüzünden kınanmak, ayıplanmak nasıl bir âdet ise, aşığın kulağının sağır olması da bir âdettir. 

Aşk uğrunda iki dünyanın yıkılması, virân olması; aslında mâmur olmaktır, yeniden yapılmak, meydana gelmektir. Aşk uğrunda, aşk yolunda bütün faydalardan vazgeçmekte fayda vardır! 

Hazreti İsa dördüncü kat gökten, ‘Haydi ey aşıklar, elinizi, ağzınızı yıkayınız! Gök sofrası kuruluyor. Mânevî yemekler yeme zamanı geldi!’ diye bağırıyor.

Yürü! Yokluk meyhânesinde sevgiliye karşı yok ol! Nerede iki sarhoş varsa, orada kavga ve gürültü vardır. 

Sen şeytanların bulunduğu yere, ‘Yardım, yardım!’ diye gelip giriyorsun. Aklını başına al da yardımı Allah’tan iste! 

Buradakilerin hepsi de insan şeklinde birer şeytan, birer ifrittir. 

O kadar çok mânâ şarabı iç ki, mest olasın da dedikodudan kurtulasın. Sen aşık değil misin? Aşk da bir meyhâne değil mi?..”

Hasan Dede de bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Feleğin çarkında meyhâne açtık, 

Bütün aşıklara dâvetimiz var, 

Gerçekleri seçmeye niyetimiz var. 

Aşık olan bu dâvete gelmeli, 

Birer mey de çarkımızdan almalı, 

Kabtan kaba konup daim kalmalı, 

Görmeli nice bin suretimiz var. 

Ya mekân var, ya Hüdâ var denecek, 

Orda yalancının mumu sönecek, 

Alnına bir damga vurulup geri dönecek, 

Şimdi böyle bir gayretimiz var. 

Ömür tamam olup vakit dolunca, 

Ecel kapımızı çalmaya gelir, 

Elinde kaderin verdiği fermân, 

Bir can borcumuz var almaya gelir. 

Hakk’tan gelen fermâna bir şey söylenmez, 

Mâdem sonu yalan minnet eylenmez, 

Hem de daha can kalıp da eğlenmez, 

Köhne kafesinden almaya gelir…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIII

“Delilik tarağı sevgilinin aşıklarını zincire vuran saçlarını taradı, onu süsledi de, biz kıskançlıktan tarak gibi şerha şerha iki başlı olduk.” Mevlâna

628. Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermâna ermiştir.

629. Kim daha ziyâde uyanıksa o daha ziyâde dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.

630. Hakk’ın cebrinden âgâh isen feryâdın nerde? Cebbârlık zincirini görüşün hani?

631. Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esîr olan, nasıl hürlük eder?

632. Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan,

633. Gayrı sen de âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazîfe âcizlerin huyu ve tabîatı değildir.

634. Mâdemki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hani gördüğünün nişânesi?

635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun.

636. Hangi işe meylin ve isteğin yoksa… Bu, Tanrı’dandır diye kendini cebrî yaparsın!

637. Peygamberler, dünya işinde cebrîdirler, kâfirler de ahîret işinde.

638. Peygamberlerin, ahîret işinde ihtiyârları vardır, cahillerin de dünya işinde.

639. Zîrâ her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!

640. Kâfirler, ‘siccîn’ cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

641. Peygamberler, ‘illiyyîn’ cinsinden olduklarından can ve gönül illiyyînine doğru gitmişlerdir.”

642. Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım.

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde şöyle seslenir…

“Yeşilliğin, lâle bahçesinin dostuyuz. Fakat kötü gözden, nazârdan korktuğumuz için yüzümüz sarardı. 

Mushâf getirelim de, senden başkasının elinden şarap içmeyeceğimize dair sakîye yemin edelim. 

Kimin canı varsa, ancak o, can bahçesinden koku alır. Fakat ona sahip olan da baştan başa ondan ibâret olduğunu anlar. 

O kadeh yüzünden öyle tez canlı olmuşuz ki, gönlümüz, kuş gönlü hâlini almış da bedenimizin dışında çırpınmada. 

Biz, insan bedeni kesâfetinin, karanlıklarının perdesi arkasında oturmuşuz da seher vaktinin nuru gibi karanlık perdeleri yırtarız. 

Biz gece idik. Mânâ güneşinin nuru ile aydınlandık, sabah hâline geldik. Biz yırtıcı kurt idik, ilâhî feyizle, tanınmış bir çoban olduk. 

Tebrizli Şems, cana benzeyen yüzünü gösterdi de, ruh gibi, hepimiz, canla başla ona doğru koşuyoruz.”

Hazreti Mevlâna, “Her kuş kendi cinsiyle uçar” diye buyurduğu üzere, Hasan Dede de, “Doğanla karga beraber uçmaz. Güvercinle kumru beraber uçmaz. Serçe bıldırcınla beraber uçmaz. Hepsi kendi cinsiyle uçar” der, “Bazı kuşları da görürsün farklı cinstirler ama birarada dururlar. Onlar da sakat kuşlardır. Kiminin kanadı kırık, kiminin gözü kör, sakat oldukları için birarada duruyorlar.”

Abdülbâki Gölpınarlı, ‘siccîn’ ve ‘illiyyîn’ ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Siccîn, Arapçada zindan, hapishâne mânâsına gelen ‘sicn’ kökündendir, cehenneme denmiştir. İlliyyîn, yücelik, yükseklik mânâsına gelen ‘âlâ’ kökündendir; cennetlerin en yüce yeridir; cehennemin en aşağı, en kötü yerinin siccîn olduğu gibi. Kurân’da, Muttaffıfîn sûresinin 7-8. ve 18-19. âyetlerinde geçen bu sözler, mümînlerle kâfirlerin amel defterleridir diyenler de olmuştur ki bu takdirde, kâfirlerin amel defterlerindeki suçlar, kendilerini kötü bir zindana benzeyen cehenneme götüreceği gibi, inananların amel defterlerindeki hayır ve iyilikler de onları yücelere yükselteceği için bu adla anılmışlardır ve bu adlar sebebiyyet yoluyla o defterlere verilmiştir.”

Âriflerin Menkîbeleri isimli eserde şöyle bir hikâye rivâyet edilir:

“Mevlâna Hazretleri buyurdu ki: Bir gün, bir mürid, şeyh İbrâhim Edhem’den kendisine İsm-i Âzâm’ı öğretmesini ricâ etti. Şeyh emretti, onu Dicle’ye attılar. Mürid, feryâd ettikçe arka arkaya suya batırıyorlardı. Nihâyet müridin ıstırap ve sıkıntısı o dereceye ulaştı ki, ‘Allah, Allah’, demeğe başladı. Bunun üzerine su onu hemen kenara attı, o da kurtuldu. Şeyh buyurdu ki: Has olan İsm-i Âzâm, kul bunalıp ona sarıldığı vakit, onun elini tutandır. Çünkü ‘Sıkışık olan kimse dua ettikçe ona icâbet eden ve belâsını gideren’ buyurulmuştur. Zîrâ âczîyet lâyık olmanın şahididir.”

Beyit:

“Kâfir kimdir? Kâfir, şeyhin imanından haberi olmayandır. 

Ölü kimdir? Ölü, şeyhin canından haberi olmayandır.”