MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LVI

Vezirin hâlvette kendini öldürmesi.

662. Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.

663. Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyâmet yerine döndü.

664. Bir hayli halk onun yasıyla saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.

665. Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Tanrı bilir.

666. Mezarının toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine dermân gördüler.

667. Bir ay ahâli, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah ü figân ediyorlardı.

İsa Aleyhhiselâm ümmetinin emîrlere “İçinizde velîaht kimdir?” diye sorması.

668. Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makâmına oturacak kimdir.

669. Ki biz o zâtı, vezirin yerine imam ve muktedâ tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.

670. Mâdemki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağ yakmaktan başka çâremiz yok.

671. Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrûm kaldık mı, yerine birisinin vekîl olması, birisinin bize yâdigâr kalması gerekir.

672. Gül mevsimi geçip gülşen harâb olunca gül kokusunu nereden alalım? Gülsuyundan!

673. Ulu Tanrı açıkça meydanda olmadığından, bu peygamberler Hakk’ın vekilleridir.

674. Hayır, yanlış söyledim. Vekîl ile vekîl edeni iki sanırsan hatadır, iyi bir şey değil.

675. Sen surete taptıkça ikidir. Suretten kurtulana göre ise birdir.

676. Surete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir.

677. Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırt edilemez.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna’nın şu kasîdesine kulak verelim, bakın ne güzel sesleniyor bizlere…

“Ey bir yerde duramayan, dinlenme nedir bilmeyen rüzgârımız! Güle bizden haber götür de söyle; ‘Gül bahçesinden kaçıp şekerle dost olan gül, nasıl oldu da yurdundan, anandan, babandan, kardeşlerinden arkadaşlarından ve sana gönül veren, senin için feryâd edip duran bülbülden ayrıldın geldin, şekere karıştın, ‘gülbeşeker’ tatlısı oldun?’

Ey gül!.. Neden şekere karıştın? Aslında sen, kendin şekersin, şeker gibi tatlısın, hoşsun. Şeker olduğun için, herkesten çok sen, şekere lâyıksın ama, neden gül bahçesine karşı vefâsızlıkta bulundun? Şeker de, gül de hoş, fakat vefâlı olmak her ikisinden de hoş, her ikisinden de tatlı. 

Ey gül!.. Mâdem ki bahçeden ayrıldın gittin, sana bir iki sözüm var: O güzel yanağını şekerin yanağına koy da şekerden tat al, şeker gibi ol, şekere de bahçeden alıp götürdüğün hoş kokunu ver! O da gül gibi olsun. Ayrılığı göze aldın ama, bu ayrılıkta kazancın da var. Sen şekerin içine girdiğin için gül olarak oradan oraya götürülmekten, yolculuğun cefâsından, solup pörsümekten, yerlere atılmaktan, çiğnenmekten kurtuldun. 

Şimdi ‘gülbeşeker’ tatlısı oldun ya, seni yiyenlere gönül gıdasısın, göz nurusun. Bu yüzden artık gülden gönlünü çek; o nerede, bu nerede? 

Sen bahçede dikenle beraber oturuyorsun. Akıl gibi cana yakın idin, insana karıştın. Şekerle beraber iken şimdi insanla beraber oldun. Nur oldun. Haydi şimdi de şu günâhlarla kirlenmiş yeryüzünden gökyüzüne yüksel menzil menzil, konak konak da onunla mânen buluşma yerine kadar yürü!..

Ey gül!.. Sen şimdi dünyaya yukarıdan bakıyorsun da, dünyadaki acaip hâlleri gördüğün için dünyaya gülüyorsun. O yüzden elbiselerini yırtıyorsun. Ey kızıl kaftanlı, güçlü, kuvvetli yiğit er, ben senin hayranınım! 

Güller, ‘Kim mânen Hakk’a uluşmak için merdiven isterse, belânın, ızdırabın bir merdiven olduğunu bilsin de, başına gelenlerden şikâyet etmesin! Belâlardan korkmasın, canını belâlara atsın!’ diye nârâlar atarak, uçuşup saçılarak gökyüzünden gül bahçelerine yağmada.

Kendine gel de, şu kabtan, gülsuyu çıkaran ustanın testisinden bir yolunu bulup ter gibi sız, o hapsedilmiş kabtan, bir ruh gibi kaç, kurtul. 

Ne de tâlihliymişsiniz, ne de bahtınız yârmış! Benziniz gül gibi kıpkırmızı. Biz de sizin gibiydik, ruh olduk, kurtulduk. Haydi siz de ruh olun, bu kirli yeryüzünden kurtulun. 

Gülbeşekerden maksadımız, Hakk’ın lütfûyla bizim varlığımızdır. Varlığımız sanki demir kırıntısı, Hakk’ın lütfû ise mıknatıs!.. 

Akıl da aynadır. Demirden ayna yapan aynacı, onu parlatmak, ayna haline getirmek için ona çok eziyet etmededir de, bu yüzden olacak, ayna bizi istemiyor, bize gelmiyor, hep biz onu elimize alıyor, ona bakıyoruz. O bize şunları söylüyor ama, kulaklarımız gaflet pamuğu ile tıkalı olduğu için duyamıyoruz: ‘Ey insanlar, ben sizi sizsiz isterim.’