MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LVII

Bütün peygamberler doğrudur. “Tanrı peygamberlerini birbirinden ayırt etmeyiz.”

678. Bir yerde on tane çırağ bulundurulsa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır.

679. Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur.

680. Yüz tane elma, yüz tane ayva saysan her biri ayrı ayrıdır. Onları sıkarsan yüz kalmaz, hepsi bir olur.

681. Mânâlarda taksîm ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olmaz.

682. Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mânâ ayağını tut, suret serkeştir.

683. Serkeş sureti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin.

684. Eğer sen eritmezsen Tanrı’nın inâyetleri, esâsen onu eritir. Hayy… gönlüm kulu kölesi olsun onun!

685. O, hem gönüllere kendini gösterir, hem de dervişin hırkasını diker.

686. Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık,

687. Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve saftık… su gibi.

688. O güzel ve lâtif bir surete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.

689. Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.

690. Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, bundan korkarım.

691. Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın yoksa gerisin geriye kaç!

692. Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü kılıca, kesmekten usanç gelmez.

693. Ben bu sebepten kılıcı kına koydum. Ters okuyan birisi, aykırı mânâ vermesin.

694. Hikâyeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefâkârlığından bahse geldik.

695. O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekîl istemeye giriştiler.

Hazreti Mevlâna’nın gönül sakîsi Hazreti Şems de, “Üzümler gibi hepimiz bağda kalabalık görünürüz ama tavada hepimiz biriz. Sayı ortadan kalkar, pekmez oluruz” diye buyurur.

Hasan Dede, “10 yazarsın 1 çıkar öne, 100 yazarsın 1 çıkar öne, 1000 yazarsın yine 1 çıkar öne” der ve önemli olanın, insanın o ‘1’i bulması olduğunu, 1’i bulanın hepsini bulmuş olacağını dile getirir ve şöyle devam eder: “Misâl olarak önünde 1000 tane mum var diyelim, sen kendindeki mumu ister baştaki mumdan, ister sondaki mumun ışığından yak; ama bunun için gerilere gitmeye gerek yok, sana yakın olan mumun ışığından yakman daha doğru olur, mantıklı olan budur; çünkü onlar sayıda fazla görünseler bile onların ışıkları yine o 1’dendir.”

Ve Mevlâna’nın 682. beyitte, “Mânâ ayağını tut, suret serkeştir” diye buyurduğu üzere, Hasan Dede de bir şiirinde,

“Mânâ âleminde yoktur hiç suret, 

Vuslata erince kalır tek hayret. 

Canlının cansızın taptıkları Hakk, 

Tek bir gâye vardır Hakk’a ulaşmak” diye seslenir.

683. beyitte Mevlâna, “Serkeş sureti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin” diyor.

Hasan Dede şöyle bir hikâye anlatır…

“Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yâni fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hattâ zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. 

Hüdâvendigâr Mevlâna ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine bakıyor, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyor; hemen içinden bir ses geliyor, ‘Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emâneti bak ne hâle getiriyorsun.’ 

İşte Mevlâna, içinden seslenen Rabbine şu cevabı veriyor: ‘Eğer ben bu emâneti bu hâle getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim’…”

Bir diğer hikâyede de…

“Bir gün Sultan Veled Hazretleri, Allah’ın cemâlini görmek istiyor ve babasının huzuruna çıkıyor. 

Mevlâna, ona, ‘Eğer benim dediklerimi yaparsan onbeş güne kadar Allah’ın o güzel cemâlini görebilirsin’ diyor. 

Sultan Veled Hazretleri de, ‘Emrine tâbîyim baba’ diye cevaplıyor. 

Mevlana, oğluna, ‘Onbeş gün yemeden içmeden arınacaksın ve hep beni düşüneceksin. Gün boyunca biraz su ve bir lokma ekmek yiyeceksin’ diye nasîhat ediyor.

Böylece Sultan Veled, hâlvete giriyor; fakat daha birinci günde dönüp babasına, ‘Yâ babacığım, aklımı devamlı sende tutamıyorum, aklım bir dakika içinde sayısız yere gidiyor, bu iş nasıl olacak?’ diye soruyor.

Mevlâna, ‘Gayret et evlâd’ diyor. 

Sultan Veled, yine dönüyor hâlvete, günlerce uğraşıyor, bir gün, iki gün, üç gün derken vücudu gıdadan kesilince tamamen teslîmiyet hâline bürünüyor ve aklı artık bin yere gidemiyor, bir noktada sükût buluyor. 

Sultan Veled, babası ve aynı zamanda mürşidi olan Mevlâna’nın cemâline odaklanıyor ve bir gece perde kalkıyor. O yüzün ardında, kelimelerle anlatılamayacak kadar nâmütenâhî güzellikte bir cemâl görünüyor. Çilehânede bir ‘Allah’ bağırıyor ve koşup babasının huzuruna geliyor. 

Mevlâna da o esnâda tefekkür hâlinde… 

Hemen babasının boynuna sarılıyor, ayaklarına secdeye kapanıyor. Mevlâna, oğlunun başını okşuyor ve ona, ‘Mestûr et’ yâni ‘Sır et’ diye buyuruyor.”

‘Hayy… gönlüm kulu kölesi olsun onun!.. O, hem gönüllere kendini gösterir, hem de dervişin hırkasını diker.’

Ve ne güzel buyurur… “Ey ayıp ve âr hırkasını giyinen donmuş, üşümüş aşık sen can korkusuyla candan kaçıyorsun. Irmağı gördün ya… Testideki suyu ırmağa döküver. Su, hiç ırmaktan kaçar, çekinir mi? Testideki su, ırmağa döküldü mü ırmakta mahvolur, ırmak kesilir. Vasfı yok olur da zâtı kalır… Artık bundan böyle ne kaybolur, ne kötüleşir, pislenir!..”

Şiir:

“Ezelden aşkınla ben yâne geldim, 

Cemâlin şem’ine pervâne geldim. 

Koy beni yatayım şeyh eşiğinde, 

Şu tatlı canımı kurbana geldim. 

Nefsin kal’asını tevhiddir yıkan, 

Esmâ kuvvetiyle meydâne geldim. 

Aşıkların didârın gördüm düşümde, 

Kalmadı tâkatim divâne geldim…”