MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXII

“Bu can madeninden, o Sultan’ın yanından geldiğimiz gibi, burhânımızı duyunca da, yine vatanına doğru döneriz. 

Susuyoruz.. Şimdi bu gamları kimseye söylemeyiz; Cenab-ı Mevlâna’mız köşkümüzün gönül sofrasında göründü.” Hasan Çıkar Dede

751. Kimin bir yıldızla alâka ve merbûtiyeti varsa o, kendi yıldızıyla döner dolaşır, o yıldızın tesîri altındadır.

752. Tâlihli Zühre ise şevki, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.

753. Kan dökücü huylu Mirrih’e mensûb ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.

754. Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirâk ve nâhis olmaz.

755. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde de seyir ve hareket ederler.

756. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar.

757. Her kimin tâlihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zâtı, kâfirleri taşlayıp yakar.

758. Onun hışmı, bazen gâlib gelen, bazen mağlûb olan ve tesîri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.

759. Gâlib nur, noksandan ve karanlıktan emîndir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır.

760. O nuru, canlara Hakk saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.

761. O nur saçısını bulan, yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir.

762. Kimin aşk eteği yoksa o, nur saçısından nasîpsiz kalmıştır.

763. Cüzîlerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.

764. Öküzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara!

765. İyi renkler, temizlik küpünden hâsıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir.

766. O lâtif rengin adı “Sıbgatullah – Tanrı boyası”dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lânetidir.

767. Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır.

768. Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşkla karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!

754. beyitte geçen ‘ihtirâk’ ile ilgili olarak Abdülbâki Gölpınarlı şu yorumu yapar: 

“İhtirâk, aydan başka öbür yıldızların güneşle bir derecede bulunmalarıdır. Eski yıldız bilgisine inananlarca ihtirâk ve yıldızlara, büyük, yâhut küçük kutsuz yıldızların üst oluşu kutsuzluk meydana getirir. Mevlâna, yıldızlardan, onların şu veyâ bu hâlde oluşlarından bahsederken, bu çeşit inançların bâtıl olduğunu da bildirmiş oluyor.

Kur’an-ı Kerim’de, Hicr sûresinin 18. âyetinde,  Saffat sûresinin 10. âyetinde ve Cin sûresinin 8-9. âyetlerinde, bir söz duymak, bir haber almak için göğe çıkmak isteyen cin ve şeytanların, melekler tarafından atılan şihaplarla yakıldığı bildirilir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz” diye buyurur.

İşte Hazreti Mevlâna, “Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirâk ve nâhis olmaz. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde de seyir ve hareket ederler. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar. Her kimin tâlihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zâtı, kâfirleri taşlayıp yakar” diye buyururken Hazreti Muhammed Efendimizin bu hadîsine işâret eder.

Ve yine şöyle seslenir… “Gündüzün güneşte yok olan yıldızlar gibi Allah varlığında yok olup kendisinden geçenler, hüner ve sanatlariyle şerlerinden emîn olmuşlardır. Yok olana tehlike olmaz.”

759. beyitte Mevlâna, “Gâlib nur, noksandan ve karanlıktan emîndir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır” diye buyururken de, Hazreti Muhammed Efendimizin, “Kalpler Allah’ın kudret parmaklarından iki parmağı arasındadır; çevirir, döndürür” ve “Gerçekten de Allah, halkı karanlıkta yarattı; sonra ışığını saçtı onlara. Bu ışıktan kime bir ışık düştüyse bugün odur doğru yolu bulan; kime düşmediyse yanılmış gitmiştir” hadîslerine işâret eder.

Hasan Dede, “İnsan, Cenab-ı Hakk’ın mânâ ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifirî karanlıktadır” der ve şöyle devam eder, “Oysa ki, Hazreti Muhammed Efendimizin ışığıyla aydınlansa, teslim olacak ve huzur bulacak. Allah’ın rahmeti herşeyi kuşatmıştır. Varlığında hiçbir şey yoktur ki, rahmetiyle onu zikretmemiş olsun. Cenab-ı Allah’ın herhangi bir şeyi zikretmesindeki mânâ, o şeye bulunduğu hâle göre varlık bahşetmesidir. Bu âlemde herkes kendi mertebesini gerçekleştirir, herkesin nimeti bu mertebeye, yâni Allah’a yakınlığı derecesine göre olur. Kemâlâta ererek gerçek anlamda yokluğa eren ve bu yokluğun sırrını bilen kimse en büyük nimeti elde eder. Bu bilgi herkesin kendi idrâkine göredir. Bu hususta kim ne diyor ve ne yapıyorsa boşa gitmez. Fakat bilenle bilmeyen de bir olmaz.”

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Dehr sûresinin 3. âyetinde, “İster şükretsin, ister nankör olsun, gerçekten de biz ona doğru yolu gösterdik” diye buyrulmaktadır.

Yüce Pîr Mevlâna’nın dediği gibi… “O nur saçısını bulan, yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir. Kimin aşk eteği yoksa o, nur saçısından nasîpsiz kalmıştır. Cüzîlerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir…”

Hasan Dede, “İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır” der ve şu menkîbeyi anlatır:

“Hazreti Salih’in, yaşadığı devirde, bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. Bir gün meraklı biri sordu: ‘Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?’ Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: ‘Benim küpümün rengi tektir; sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum’..”

“Allah’ın verdiği renk. Allah’tan daha güzel renk veren kim? Ve biz O’na tapanlarız.” (Bakara, 138)

Kasîde:

“Sevgilim, belki vefâ ve merhametin coşar da, kapıyı açarsın; ‘Orada, ne bekliyorsun kalk, içeri gir!’ diye seslenirsin ümidiyle ben senin kapında oturmuş bekliyorum. 

Ey pek güzel olan yüzünde her zaman yüzlerce lütûf, yüzlerce merhamet nuru parlayan sevgili! Canım, kapında senden gelen misk kokularına, anber kokularına gark olmuştur. 

Biz mest olmuşuz; başımız dönmede, başkalarının yaptıkları işlerle bizim ilgimiz yok. Dünya alt üst olsa, yakılsa, yıkılsa umurumuzda değil. Yeter ki senin aşkını kaybetmeyelim. Yeter ki senin aşkın ebedî olsun! 

İçimizde senin aşkın el çırpmada, yüzlerce başka âlemler yaratmada, göklerden de dışarda, ötelerde yepyeni yüzlerce asırlar meydana gelmede.

Bugün biz senin misafiriniz. Güler yüzünün mesti olduğumuz için seni bırakıp başka yere gidemiyoruz. Sen öyle eşsiz bir güzelsin ki, Allah’a yemin ederim ki yüzünün güzelliğini düşününce, hayal edince, şu gönlüm beni bırakıp gidiyor. 

Kurtulmam için, gönlü uyanık bir can bulursam, onun eteğine yapışacağım, himmet isteyeceğim. Keşke uyuyabilseydim de rüyada yüzünü gösterseydin.

Bütün canlar, can denizinden geldikleri, can denizini tanıdıkları, bildikleri için oraya doğru sel gibi akıp gidiyorlar da, başka tanıdıklardan, başka sevgililerden yüz çevirmişlerdir. 

Can denizine doğru koşan seller de çeşit çeşit. Bir sel var yüksek dağlardan kaynağını alarak, hayran hayran başını taşlara çarparak, köpürerek, ağlayarak, heyecanla feryâd ederek, aslı olan can denizine doğru koşuyor, koşuyor. Bir sel de var ki yolunu kaybetmiş… Biri, ‘Allah’a hamd olsun!’ demede; diğeri, ‘Lâ havle’ okumada.

Ey güneş gibi doğup, müflislere, yoksul kişilere sevgi şarabı sunan lütfeden. Bir ihsanda bulun, o şaraptan bize de sun! Biz de yoksuluz, biz de şaşırdık, yolumuzu kaybettik. 

Nasıl olmuşsa gül, ansızın seni görmüş, şaşırıp kalmış da elbisesini yitirmiş. Çeng senin çenginin sesini duymuş, feryâda başlamış, utanıp başını önüne eğmiş.

Zühre yıldızının burcunda en talihli olan kimdir? Ney’dir. Çünkü ney, dudağını senin dudağına koymuş, senden nâğme öğreniyor.

Ey yüce padişah; doğrusu bizim için bundan sonra ayık olmak ayıptır, yazıktır! Allah’ım sana yemin ederim ki, artık bundan sonra ben ayık olarak senin büyüklüğünü, gücünü, kuvvetini anlatamam, senden bahsedemem, ancak senin aşk şarabınla mest olunca dilim çözülür.”