Vücuduna arslan resmi döğdürmek isteyen, fakat iğne acısından dolayı pişman olan Kazvinlinin hikâyesi.
Rivâyetçiden şu hikâyeyi de dinle: Kazvinlilerin âdetleridir;
Vücutlarına, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeksizin iğne ile mavi dövmeler dövdürürler.
Bir Kavzinli, tellâğın yanına gidip “Bana bir dövme yap; fakat canımı acıtma” dedi.
Tellâk “Söyle yiğidim; ne resmi döveyim?” diye sorunca “bir kükremiş arslan resmi döv” dedi;
2980. “Tâlihim arslandır, onun için arslan resmi olsun. Gayret et, dövmeyi adamakıllı yap!”
Tellâk “Vücudunun neresine döveyim?” dedi. Kavzinli “İki omzumun arasına” dedi.
Tellâk, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlayıp, “Aman usta, beni öldürdün gitti. Ne yapıyorsun?” diye bağırdı.
Usta “Arslan yap dedin ya” dedi. Kazvinli sordu:
“Neresinden başladın? Usta “Kuyruğundan” dedi. Kazvinli dedi ki: “Aman iki gözüm, bırak kuyruğunu.
2985. Arslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı.
Arslan, varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenâlık geldi, bayılacağım.”
Usta, Kavzinliyi kayırmadan, merhametsizce arslanın bir başka tarafını dövmeye başladı.
Yiğit yine bağırdı “Burası neresi?” Usta: “Kulağı” dedi.
Kazvinli “Bırak, kulaksız olsun. Orasını da yapma” dedi.
2990. Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryâd etti:
“Bu üçüncü iğne de neresini dövüyor?” Usta: “Azîzim, karnı” dedi.
Kazvinli “Fenâ acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun” deyince,
Tellâk şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı.
İğneyi yere atıp “Âlemde kimse böyle bir hâle düştü mü ki?
2995. Kuyruksuz, başsız, karınsız arslanı kim gördü? Tanrı bile böyle bir arslan yaratmamıştır” dedi.
Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın.
Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da.
Vücudunda nefsi ölen kişinin fermânına güneş de tâbîdir, bulut da.
Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.
3000. Tanrı; doğması, batması muayyen olan güneş hakkında “Doğduğu ve battığı zaman onların mağaralarına vurmaz; o mağara hiç güneş yüzü görmezdi” demiştir.
Bir cüzü, külle ulaşırsa o cüz’ün yanında diken bile, gül gibi baştanbaşa letâfet kesilir.
Tanrı’yı ululamak, yüceltmek, nasıl olur? Kendini, varlığını horlamak, toprak mesâbesinde tutmakla.
Tanrı’yı tevhîd etmeyi öğrenmek nedir? Kendini tek Tanrı önünde yakıp yok etmek.
Gündüz gibi şûlelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!
3005. Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimyâ içinde eritir yok eder gibi erit, yok et (de altın ol).
Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmışsın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar işte bu ikilikten meydana çıkıyor.
Ahmed Avni Konuk, bu hikâyenin şerhini şöyle yapıyor: “Bu hikâyede, Kazvinli’den maksat, sâlik; tellâktan maksat mürşid-i kâmil; iğneden maksat, riyâzat ve nefsle mücâhede; arslan resminden maksadın, hakîkat bilgisi; iğnenin acısıyla meydana gelen feryâd ve figândan maksadın da, sâlikin nefsinin kıvranmasıdır.
Nitekim, Hazreti Pîr buyurur: “Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın. Varlıklarından kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de ay da. Vücudunda nefsî ölen kişinin fermânına güneş de tâbîdir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş kişiyi güneş bile yakamaz.”
Bakın Hasan Çıkar Dede de, selâm olsun üzerine, bu konuyla ilgili neler söylüyor:
“Kimliğine eren kişi, kendine ait hiçbir şeyin olmadığını bilir. Kendindeki her şeyin yaratıcıya ait olduğunu bilir. Yoklukta durup Allah’ın varlığını kendi vücudunda seyreder. Allah bize hem dünyayı hem de kendini verdi. Bundan daha büyük güç daha büyük bir zenginlik de yoktur.
Korkunun kaynağı, kimliğini unutup nefste kalıştır, cesaret ise imandan gelir. Eğer sen sıdk-ı bütün bir imanla yola koyulmuş isen seni yolundan kimse çeviremez. Ama imanın zayıfsa korkularla yaşarsın. Nefsi susturup korkulardan kurtulmaya ancak bilgi ile ulaşılır. Hakîkat bilgisi ile dolmaya, donanmaya başlayan insan korkularını teker teker yenilgiye uğratır.”
Hüdâvendigâr Mevlâna şöyle der: “Şu dünyada gördüğümüz güzellikler, şekiller, sûretler; kendisini gizleyen büyük bir sanatkârın, bir ressamın varlığını ispat etmektedir. Biz kem gözden gizli, izi belirmeyen ressama varalım. İnsanlık yolu, hakîkat yolu belâlarla dolu bir yoldur. Fakat yol gösterenimiz aşk olduğu için bizim korkumuz yok! Çünkü aşk, bu yolda nasıl gideceğimizi bize öğretir.”
Kasîde:
“Şems-üd Din kemâlin nûrudur…
Ey sabah rüzgârı! Şems-üd Din’in yanaklarındaki benlerden, sakalındaki tellerden bize bir koku getir; o Hûten miskinin nefesini Çin’den Maçin’den getir… Eğer onun tatlı dilinden bize bir selâm varsa, bildir. Onun misk kokulu gönlünden bize bir haber varsa, söyle… Şems-üd Din’in ayağına baş nedir ki, fedâ edeyim? Sen Şems-üd Din’in sade adını söyle, canımı sana saçayım…
Gönlüm onun aşkından en hayırlı bir esvâbın hilâtini giyinmiştir. Şems-üd Din’in aşkı benim giyeceğim, Şems-üd Din’in aşkı benim belirten alâmetimdir. Ben daha konuşmadan, Şems-i Din’in kokusuyla sarhoş oldum. Biz Şems-i Din’in kadehinden mestiz. Sâkî! Şarab getir… Biz aklımızı Şems-i Din’in kokusuyla güzel kokulandırmışız; ödağacının, amberin, Tataristan miskinin kokularından geçmişiz.
Şems-i Din rûh-ı revândır, Şems-i Din canın rahatlığıdır. Şems-i Din göz aydınlığıdır, Şems-i Din sevgili yârdır. Güzellerin ayı Şems-i Din’dir, parlak güneş Şems-i Din’dir. Can incisi Şems-i Din’di, gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din kemâlin tıpkısıdır. Şems-i Din kutlu bir faldır. Şems-i Din karar evidir. Yalnız ben Şems-i Din, Şems-i Din, diye terennüm etmiyorum; bağdan bülbüller, dağdan keklikler, “Şems-i Din, Şems-i Din” diyerek terennüm ediyorlar…
Şems-üd Din’in aşkı yanan mum gibidir, âşıklar da pervâne gibidirler. Onun aşk mumu önünde, her gün yüzbinlercesi kendilerini yok ediyorlar… Aydınlık gün Şems-i Din’dir, parlak ay Şems-i Din’dir. Can incisi Şems-i Din’dir. O, inciler saçan bir incidir…
Güzellerin güzelliği Şems-i Din’dir. Cennet ehlinin bağı Şems-i Din’dir. İnsanın tıpkısı Şems-i Din’dir, gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din gönülde oturandır, Şems-i Din mezedir, şaraptır. Şems-i Din tek bir incidir, Şems-i Din büyüklerin iftihârıdır…
Şems-i Din çengdir, rebabdır. Şems-i Din lezzetli meze ve şaraptır. Şems-i Din ışıktır ve yıldızdır. Şems-i Din şarabın neşesi ve humârıdır; fakat onun humârı gam ve tasa arttıran bir humâr değil, Şems-i Din’in humârını Tanrı’nın levhi ve kalemi say. Şems-i Din’i meleğin güzelliği, Şems-i Din’i feleğin lütfu bil…
Şems-i Din İsa nefeslidir. Şems-i Din Yusuf yanaklıdır. Şems-i Din âşık okşayan, Şems-i Din düşman eriten, Şems-i Din ümmetin başı, Şems-i Din huzur evidir…
Benim aklım, şuurum Şems-i Din, benim gözüm, kulağım Şems-i Din, benim dilime gelen hep sayısız Şems-i Din’dir. Allah’tan isterim ki, bir gece gizlice o Hazretle buluşayım; canım ortada, Şems-i Din kucağımda…
Ey âşıkların kılavuzu, ey âşıkların Peygamberi, Şems-i Tebrizî! Sakın benden el çekme.
Ben daha ne vakte kadar gizlenip Şems-i Din, Şems-i Din, diyeceğim. Şems-i Din Hazreti Muhammed’in nûrudur, iki cihanda da meşhûrdur…”