MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXI

“Katreden dalgalar coşar mı hiç? Meğer ki denize kavuşmuş olsun.” Sultan Veled

Ey gönül! Cebîrle ihtiyârı birbirinden ayırt etmek için bir misâl getir ki ikisini de anlayasın.

Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el…

Her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi, onunla mukâyeseye imkân yoktur.

1495. İhtiyârınla el titretmekten pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?

Anlayışı kıt biri de şu cebîr ve ihtiyâr meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, bu bahis, aklî bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.

Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir.

Can bahsi başka bir makâmdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır.

Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı.

1500. Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu.

Ebucehil, cana nispetle esâsen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi.

Akıl ve bahsi, bil ki eser, yâhut sebeptir. Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.

Ey nur isteyen! Can ziyâsı parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktezî kalmadı.

Gören kişinin nuru doğmuş, parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.

1505. Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki!

Hazreti Mevlâna, selâm üzerine olsun, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle bir misâl getirir: “Suya dalıp boğulan, o kişidir ki su, istediği gibi oynar onunla, o suyla oynayamaz. Yüzen de, boğulan da, ikisi de sudadır amma bunu su götürür, su taşır; yüzense kendi gücüyle, kendi dileğiyle yüzer. Boğulanın her oynayışı, her işi, her sözü, sudandır, kendinden değil. O arada, bir bahânedir. Hani duvardan bir ses duyarsın ya; bilirsin ki duvardan gelmiyor o ses, duvarı söyleten biri var. Erenler de böyledir işte… Ölmeden önce ölmüştür onlar; kapı-duvar kesilmişlerdir; onlarda kıl kadar bir varlık bile kalmamıştır. Tanrı gücünün, Tanrı kuvvetinin elinde bir kalkana benzerler. Kalkanın oynayışı, kendiliğinden değildir. ‘Ben Tanrı’yım’ demenin anlamı da budur işte. Kalkan der ki: Ben arada yokum, oynayışım, Tanrı elinin oynayışından. Bu kalkanı Hakk görün, Hakk’la pençeleşmeye kalkışmayın. Çünkü böylesine bir kalkanı yaralamaya kalkışanlar, gerçekte Tanrı’yla savaşa girişmişler, Tanrı’ya saldırmışlardır.”

“İkiyüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyidir” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir. İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar renkler var. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. 

İnsan sıfatında da hem Hazreti Muhammed, hem Ebucehil vardır; yâni bir yerde nefsini terbiye ederek onu hakîmiyeti altına almış bir kişi, diğer yanda da nefsine uyarak Hakk’tan uzaklaşmış ve küfre düşmüş bir kişi var. İnsan, kendisinde isterse Hakk’ı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Hakk’ı konuşturmak huzur verir.”

Ahmed Avni Konuk da tefsîrinde, “Can bahsi, akıl bahsinin fevkinde bir makâm sahibidir” diye açıklar, “Akıl şarabından sarhoş olanların hâli başkadır, can şarabından sarhoş olanların hâli başka.”

‘Ey nur isteyen! Can ziyâsı parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktezî kalmadı. Gören kişinin nuru doğmuş, parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.’

Kasîde:

“Ey sakî; kadehi Hakk aşığının şarabı ile doldur! Yanmış, kavrulmuş gönüllere Rabbanî şarap sun! 

İlahî aşkla kendinden geçmiş kişilerin meclisinde ekmekten az bahset Şunu iyi bil ki, ilâhî aşk suyuna dalmış kişiler, sudan başka bir şeyle uzlaşamazlar. 

Ey can! Senin nezâketinden, inceliğinden, onun tatlı olan hitâbından beden utandı da yere serildi, yıkıldı, harâb oldu. Şurada gömülü bulunan defineyi bul çıkar da bu harâbeyi süsle, güzelleştir! 

Senin aşkın, çorak toprağı gül bahçesi hâline getirir. Dalgan, buluta benzeyen gözü, inciler saçar bir hâle kor. 

Şarabımızı çoğalt, bize çokça sun! Uykumuzu da tut, bağla, artık bize gelmesin. Çünkü, uykuya dalan kişinin, gecenin güzelliğinden, feyzinden hiç haberi olur mu? 

Mânen gökyüzüne yükselip, Allah’ın misafiri olanlar, meleklerle aynı kadehten içerler; yeryüzünde yaşayan insanlardan, iyilikler yapan, insanlara yararlı olan sevap kazanan fazîletli kişilere de şarap gökyüzünden verilir. 

Onun sevdiği gerçek kulunun dudağı, onun taslarına, ibriklerine dokunur, onun kaplarından içer, o şarap ancak takvâ küpünde bulunur. Başka küplerde onu arama, bulamazsın. 

İlahî şarapla mest olmuş, kendilerinden geçmiş Allah’ın has kullarının hâlini, ayık adam ne bilsin? Ebucehil, sahâbenin hâllerini nereden anlayacak?”