MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCXXIII

Halîfenin suya hiçbir ihtiyacı yokken o armağanı kabul edip testiyi altınla doldurması, Arabın sevinmesi.

Halîfe, bunu görüp bedevînin ahvâlini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da ihsânda bulunup. Hediyeler, husûsî hilâtler verdi, bedevîyi yoksulluktan kurtardı.

*O ulu padişâh, o ihsân dünyası, o adâlet denizi, adamlarından birisine.

“Bu altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür.

Çöl yolundan buraya gelmiş. Hâlbuki Dicle yolu, yurduna daha yakındır” dedi.

Bedevî, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı. 

2855. “Bu ihsân sahibi cömert padişahın lûtfuna şaştım. Daha ziyâde şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı. O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armağanı nasıl oldu da kabul etti?” diyordu.

Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil.

Fakat bu ilim ve güzellik, fevkâlade dolu olduğundan derisine sığamayan kişinin (zuhûru, zâtının muktazâsı olan ve zuhûr etmemesine imkân bulunmayan Tanrı’nın) Dicle’sinden bir katradır.

O, gizli bir defineydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi.

Gizli bir hazineyken coştu; toprağı atlas giyen bir sultan hâline soktu.

2860. O bedevî, Tanrı’nın Dicle’sinden bir katrayı görseydi hakîkatte bir deniz olan o katranın önünde testisini atardı.

Onu görenler, dâima kendilerinden geçmiş bir hâldedirler. Bu yokluk hâlinde testilerini taşlayıp kırmışlardır. Ey himmet edip testiyi kıran! O testi, kırılmakla daha iyi yapılmış olur.

Küp kırılır ama içindeki su dökülmez. Bu kırılmada yüzlerce sağlamlık vardır.

Küpün bütün parçaları oynamakta, hâllenmektedir. Fakat Akl-ı Cüzî, bunu imkânsız görür.

Bu hâlette ortada ne testi görünür, ne su. Bunu iyice gör, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

Yüce Pîr Mevlâna bir şiirinde buyurduğu gibi…

“Sen canı da bir bil, bedeni de,
yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine,
hani bademler gibi, bademler gibi.
Ama hepsindeki yağ bir.
Dünyada nice diller var, nice diller,
ama hepsin de anlam bir.
Sen kapları, testileri hele bir kır,
sular nasıl bir yol tutar, gider.
Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,
can nasıl koşar, bunu canlara iletir.”

Fakat akl-ı cüzî, Tanrı’nın insanla birleşmesini imkânsız görür, buna akıl erdiremez ve insan dışında hayalî bir Allah’a inanır, oysa o yaratıcı Allah, insan dışında değildir. 

Testiden maksat beden, yani sûretlerdir; su, rûhanîyeti simgeler; testinin kırılması ise tevhîde ermektir; bu hâlette, yani tevhîd âleminde, Yüce Pîr Mevlâna’nın buyurduğu üzere, ne testi görünür ne su, orası tamamiyle birlik âlemidir.

Nitekim, Hasan Çıkar Dede de, “Rûh, berrak bir suya benzer. Rûhu kirleten, renklendiren kaptır” diyor; yani bedendir.

Hazreti Mevlâna’ya sormuşlar, “Dünya senin bakışında nasıl bir hâldedir?”

“Dünya benim bakışımda bir rüyâ âlemidir. Kimi yirmi yıl yaşar, kimi kırk, kimi altmış, kimi seksen, kimi yüz. Bakalım bu kişiler nerede uyanacaklar?” 

İşte Hasan Çıkar Dede yine bizlere sesleniyor ve hakîkati görmek için son nefesi beklemeyin diyor… “Gözlerimiz açık ama hakîkati göremiyoruz, nefsimizin peşinde koşuyoruz, nefsî arzularda seyrediyoruz. Neden hakîkati görmek için son nefesi bekleyelim? Neden kalb gözünü açmak için şimdiden uğraşmayalım? Neden ikrâr verdiğimiz o Allah’ın sevgili kulunu (Hazreti Muhammed’i) kalbimizin en güzel köşesine oturtmuyor, onu her şeyin üstünde tutmuyoruz? Neden bu âleme onun gözü ile bakmıyor da aklımızın küçük gözü ile bakıyoruz?..”

Kasîde:

“Sâkî, üzümden yapılmayan, insanı anlatılamaz bir şekilde mest eden ‘imkânsızlık şarabı’nı, nişânsız, izsiz olan, ne olduğu bir türlü bilinemeyenin adından bir nişân olarak, onun adı ile anılan ‘ilâhî şarabı’;

Birbiri üstüne çokça sun! Çünkü sen, o şarapla canımıza can katıyorsun. O şarabla, sen, bizi değil canımızı mest et; mest et de canımız, kendini tamamiyle bizden kurtarsın, ötelere gitsin.

Ey sâkî; her sâkî o ilahî şarabı sunamaz, sen, gel de sâkîlere, hakîkat meyhânesinde sâkîlik nasıl olurmuş göster!

Ey Hakk âşığı, gel, o şaraptan iç de taşın gönlünden, kaynak gibi coş! Bedenin de canın da testilerini kır! Çünkü o şarabın kadehe de testiye de ihtiyacı yoktur. O şarap kadehsiz sunulmaktadır.

Şarap âşıklarına neşe ver, zevk ver, midelerine düşkün olanları, ekmek isteyenleri de, şarap içmedikleri için hasrete düşür, ekmeksiz bırak!

Ekmek, beden hapishânesinin yıkılan yerlerini tamir eder. Çünkü o, beden mimarıdır. Hâlbuki şarap, can bahçelerine yağan ilâhî bir yağmurdur. O can bitirir. Can yetiştirir.

Ben, bedenleri besleyen yeryüzü sofrasının üstünü örttüm. Ey sâkî, sen gökyüzü sofrası kur! Gök şarabı küpünün kapağını aç, Hakk âşıklarına durmadan birbiri üstüne şarap sun!

Ey Hakk âşığı, sen de, insanlann ayıplarını gören iki gözü kapa da, öteki âlemi (gayb âlemini) gören gönül gözlerini aç!

Gönül gözlerini aç da ne mescit kalsın, ne de puthâne. Bunu da tanımayalım, onu da tanımayalım. Yalnız O’nu arayalım, yalnız O’nu tanıyalım.

Artık sus! O susma dünyası, bu dünyayı seslerle doldurur. Ama o sesleri duyan kulak nerede?”