MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXVI

Tâcirin, ölü duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması.

Tâcir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu.

1820. Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa, o dudu da, o çeşit uçtu.

Tâcir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrârını görünce bu işe şaşırıp kaldı.

Yüzünü yukarı çevirip, “Ey bülbül! Hâlini bildir, bu hususta bize de bir nâsib ver!

Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.

Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti, ‘Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak.

1825. Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı’ dedi. Bu nasihati vermek için ölmüş gibi yaptı.

Yâni, ‘Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.

Tane olursan seni kuşcağızlar, toplayıp yerler; gonca olursan oğlancıklar koparırlar.

Taneyi gizle, tamamiyle tuzak ol. Goncayı sakla, damdaki ot ol…

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde şöyle seslenir: “Can kuşunun kanatları bitip de beden yumurtası kırılınca, can Câferlik göstermek, yâni uçmak, ötelere geçmek için Câfer-i Tayyâr olur.”

Ve yine şöyle buyurur Mevlâna…

“Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, âynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinâlık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne gâlib gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Allah’ın doğruluk makâmında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!..”

“İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yâni bu demek oluyor ki, ölüm şimdi, şu anda gerçekleşiyor” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve devam eder, “Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan mânevî dünyaya giremezsin. 

Aşk için, ‘Aşk büyük bir kumardır’ denilir. Yâni aşka tutulan her şeyini kaybeder. Bu söz çok yerinde söylenmiştir. Peki neden aşka tutulan her şeyini kaybeder? Çünkü bir insan aşka girdiği zaman artık onun parada, pulda, dükkânda, malda, mülkte, zâhirî arkadaşlarda gönlü olmaz. Hepsi onun gönlünden teker teker silinir. Görünüşte bunlar kayıp gibi görünür ama hakîkatte öyle bir kazancı olmuştur ki, o gönlünü verdiği Sevgili, ona hem kendini bağışlamıştır, hem de dünyayı bağışlamıştır. Artık ondan daha zengini yoktur.”

Yüce Pîr Mevlâna, “Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zîrâ biz yine Allah’a döneceğiz” der, “Şu hâlde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir ândan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir.”

Şiir:

“Geçince şu ömrün nev-i baharı, 

Tenlerimiz solup toprağa düşer. 

Son nefeste yâd etmezsen o Yâri, 

Aşkın kıymeti hep ayağa düşer. 

Cihan Sultanım Mevlâna’m, 

Bizi bağlamıştı bir zülfünün teli, 

Nice yıllar esti o sevda yeli, 

Görünmeden akan şu hayat seli, 

Ne bir deryâ ne bir ummâna düşer. 

Dede der, var gidelim, 

Cihan Sultanı Mevlâna’nın yoluna, 

Mevlâna aşkı hep kalblere dolunca, 

Mevlâna’ya lâyık bir de sevgi olunca, 

Gönül bülbül olup o bağa düşer…

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXV

Tâcir hikâyesine dönüş.

Tâcir, ateşler, dertler, feryâtlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu.

1810. Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyâz eyliyor, gâh hakîkat aşkını, gâh mecâz sevdasını ifade ediyordu.

Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur.

O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusundan şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar.

Sevgili, bu divâneliği, bu perişanlığı sever. Beyhûde yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.

Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryâd ve figân etmesi, şaşılacak şeydir!

1815. Tanrı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n” buyurdu.

Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir ân bile boş durma!

Olabilir ki son nefeste bir dem inâyete erişirsin. O inâyet, seni sırdaş eder.

Padişahın kulağı, gözü pencerededir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun… bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Allah tembelleri sevmez” diye buyurur.

“Hazreti Muhammed Efendimizin bir ismi de, Muhammed Cabbar’dır, yâni Muhammed çalışkandır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şu menkîbeyi anlatır:

“Hazreti Muhammed Efendimizin devrinde, Hasan-ı Basrî çok çalışkan. Çalışıyor ve kazandıklarıyla hem kendisini geçindiriyor, hem kardeşini hem de onun ailesini geçindiriyor. Üstü başı düzgün, temiz. Kardeşi ise çalışmıyor, beş vakit namazında, devamlı ibâdette. 

Hasan-ı Basrî’yi bir düşünce alıyor. Ben çalışıyorum bu kadar diyor, hayatım hep dünyalık peşinde koşmakla geçiyor, bu gidişle ahireti kaybedeceğim. En iyisi bırakayım işi gücü, çalışmayı, kardeşimin havasına gireyim, beş vakit namazımı kılayım, kalan ömürümü ibâdetle geçireyim.

Başlıyor bütün gününü ibâdetle geçirmeye. İyi ama, şimdi çalışmadığı için rızkı azalıyor, kardeşini de aç bırakıyor. Çalışmıyor ya, gönderemiyor dünyalık oraya. Sonra geliyor meclise, üstü başı tozlu, eski. 

Bu durum Hazreti Peygamberin dikkatini çekiyor, gidiyor Hasan-ı Basrî’ye soruyor, ‘Hasan-ı Basrî, bu hâlin nedir?’ 

Hasan-ı Basrî, ‘Düşündüm taşındım yâ Resulallah, kardeşimi daha haklı gördüm, bıraktım işi, ibâdetle meşgul oluyorum.’ 

Peygamber Efendimiz, ‘Derhâl’ diyor, ‘işine sarıl, bütün zamanını ibâdetle geçirme. Senin işin de, çalışman da ibâdet sayılır, çünkü senin kazancından çok kişi faydalanıyor. O faydalanan kişiler daima sana Allah’tan rıza kılıyorlar.’ 

İşte Hazreti Resulallah Efendimiz, Hasan-ı Basrî’yi böyle tekrar işe yönlendirmiştir. Çünkü çalışmak her şeyin üstündedir, her şeyin üstünde. Eğer çalışmak her şeyin üstünde olmasaydı, Peygamber Efendimizin bir adı da Muhammed Cabbar olmazdı.

Biz, Allah’ı yaşatmak için geldik bu âleme; dünya nimetleri için gelmedik. Fakat bu demek değil ki, dünyadan elini ayağını çekeceksin. Elin dünyada olsun, ama gönlüne koyma. Gönlün Allah’ta olsun. Kazandıklarınla da hayır yapmaya koş, Allah yolunda harca ki, Allah’ın rızasını kazanasın. Çünkü dünya nimetlerinin hiçbiri kabire gitmez.

Bizler ilk ve son Peygamber olan, Peygamberlerin en akllısı ve en medenîsi Hazreti Muhammed’e tâbîyiz. O hâlde O’nu kendimize örnek alalım, O’nu kendimize kıble edinelim, O’nu kendimizde ruh edinelim, O’nun gibi cabbar olalım; günümüze ve yarınlara göre O’nun fikirleriyle yola çıkalım; toplumumuzu, milletimizi aydınlıklara, güzelliklere, refâha sürükleyelim de, O’nun da ruhu bizimle şâd olsun.”

Zîrâ, “O, her ân yeni bir ilâhî tasarruftadır” (Rahman, 29) ve “Erkeklerin, kendi kazandıklarından payları vardır, kadınların da kendi kazandıklarından payları vardır. Allah’tan, lütfunu, inâyetini dileyin, şüphe yok ki Allah her şeyi tamamıyla bilir” (Nisa, 32) ve O, “Ben, erkek olsun kadın olsun sizin içinizden çalışanın işini zâyî etmem” (Âl-i İmrân, 195) buyurmuştur.

Kasîde:

“Her ân gökyüzünden gönüllere gizli olarak şöyle vahîyler gelmede: ‘Ne zamana kadar, tortu gibi yeryüzünde çöküp kalacaksınız? Göğe yükselin, göğe yükselin!’ 

Ancak tembel olanlar, ağır canlılar şarap tortusu gibi dibe çökerler. Tortudan kendini kurtaran, arınan, temizlenen ise küpün üstüne çıkar. 

Hemen balçığı, çamuru karıştırma! Suyunu bulandırma da arınsın. Tortun aydınlansın ve derdine dermân bulunsun.

İnsanda şûle gibi bir can var. Fakat onun dumanı, nurundan daha fazla. Duman haddini aşınca, gönül evinde bulunan Hakk ışığını göstermez olur. 

Eser, gönül evindeki dumanı azaltırsan, senin nurun ile her iki dünya da, bu dünya da, öteki dünya da aydınlanır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIV

“Herkesin bildiği üzüm şarabı İsa ümmetinindir. Mansûr şarabı da Muhammed ümmetine mahsustur. Bu şarabın kadehi yoktur. Kadehsiz içilir.” Mevlâna

Bizim coşkunluğumuz gamdan, neşeden değildir; aklımız, irfânımız hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.

Nâdir bulunur bir hâlettendir; inkâr etme ki Hakk’ın kudreti pek büyüktür.

Sen bu hâli insanların ahvâline kıyas etme, cevir ve ihsân menzilinde kalma!

1800. Cevir, ihsân, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hakk onlara vâristir.

Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!

Akl-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.

Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansûr şarabını içmekteyiz.

Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!

1805. Şarap, coşkunlukta bizim yoksulumuzdur; felek, dönüşte aklımızın fakîridir.

Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil… Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri balmumu gibi göz göz, ev ev yapmıştır.

Bu bahis çok uzundur, tâcirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hâle geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

Âyet-i kerîmede buyrulur ki: “Semâvat ve arzın mirası Allah’ındır.” (Âl-i İmrân, 180)

Belh şehrinden ayrılacakları vakit, selâm olsun üzerlerine, Yüce Pîr Mevlâna’nın babası Sultan Ulemâ Hazretlerine cemaat bir soru sorar: “Bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz yâ Sultan Ulemâ?”

Sultan Ulemâ Hazretleri onlara şu cevabı verir: “İn Allah min Allah… Allah’tan geldik Allah’a gidiyoruz; Âdem’den geldik Âdem’e gidiyoruz.”

“Âdem’den maksat insandır” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “İnsan, bu âlemde Allah’ın kendisine bahşettiği yaşamın sonunda, yine ait olduğu yer olan vatanına, yâni aslına dönecektir. Bizim ruhumuzun vatanı, Sevgilimizin vücududur. Fakat aynı zamanda Sevgilinin de vatanı seveninin vücududur.”

Ulu Ârif Çelebi, selâm olsun üzerine, Dîvân’ında şöyle buyurur: 

“Ruh topraktır, aşk ise ölümsüzlük suyu. Akıl karıncadır, o ise Süleyman. Eğer aşk kadehinden bir yudum içtiysen, bu mânâlar senin için kolaydır. 

Aşkın Şah’ı eğer seni kabul ederse, teşekkür olarak ucuz olan canını ver. Aşk yakınlık başköşesinde oturmuş; akılsa acizlik çölünde dolaşıp durmaktadır. 

Yüzünü padişahlık toprağına koy. Zîrâ aşk ona Fâtiha suresini okumaktadır. 

İrfân ile kendinden geçmiş Ârif’in canı, Mevlâna’nın sırrından bir nükte söyledi. Bu da onundur, Allah ondan razı olsun…”

‘Sabah oldu, ey sabahın penâhı Tanrı! Ben özür serdedemiyorum, bize hizmet eden Hüsâmeddin’den sen özür dile!’

Hüsâmeddin Çelebi Hazretleri, efendisi Mevlâna’yı taparcasına severdi, gece gündüz yanından ayrılmaz, Mevlâna’nın dilinden dökülen şiirleri, kasîdeleri, gazelleri kaleme alırdı. Zîrâ, Mesnevî’nin yazılmasına da Hüsâmeddin Çelebi sebep olmuştur. 

Hazreti Mevlâna, “Ruhumun mertebesi” diye hitâb ettiği Hüsâmeddin Çelebi hakkında şöyle bir dil sarfeder: “Ey benim gözümün nuru Hüsâmeddin! Eğer bende, senin bu hizmetlerine karşı bir hased görürse gözlerin, kasem ederim Hazreti Muhammed’e, yüzümdeki nuru hemen alsın.”

Sultan Veled Hazretleri, İbtidânâme isimli eserinde, Mevlâna ile Hüsâmeddin Çelebi arasındaki muhabbeti, dostluğu şöyle dile getirir:

“Şeyh’in çağında, Şeyh’le, Şeyh’in evinde, gönüldeşti: onunla oturup kalkardı. Arılıkta, vefâda ikisi de solukdaştı: bütün ashâb da gamsız gussasız, sevinçliydi. İkisinin bağışı da herkeseydi; herkes, o ikisinden hem bilgin bir hâle gelmedeydi, hem kulluğa koyulmada. Herkes, aşk bahçesinde ağaçlara dönmüştü; Şeyh’le nâib de o bahçede bahar yeliydi sanki, esip duruyordu. Herkesin fidanı onların suyuyla diriydi; herkes hâl bakımından kavuşmaya erişmişti, güzelleşmişti. Her birine gelir, kadrince, incitmeksizin gelirdi; her birine, lâyığınca lütuflarda bulunulurdu. Her bir ağaca, bir başka şekil verilirdi; her birinin meyvaları şekerden de tatlıydı. Birine o ışıkla hurma verirdi; birine cana canlar katan nar. Melek gibi her biri, burçları geçer, yücelere ağar, yedi göğü aşardı. Böylece beraber olarak on yıl tertemiz, aparı, duru su gibi yaşadılar.”

Kasîde:

“Bana senin akîk renginde olan dudakların gerek; şeker ne işe yarar? Bana senin yüzün gerek; parlak, nurlu yüzün varken ayın bana ne faydası olacak? 

Senin mahmur gözlerin olmayınca şarap bana zevk vermez, beni mest edemez. Sen benim yol arkadaşım olmazsan ben o yolculuğu ne yapayım? 

Senin güneş gibi nurlu olan yüzün olmayınca güneşin ışığı benim ne işime yarar? Gördüğüm sen değilsen bana görüşün, gözün ne faydası vardır? 

Seninle buluşmadıktan sonra ömrün sürüp gitmesinde ne kâr vardır? Sana sığınmadıktan sonra kalkanın ne faydası vardır. 

Gecem kıyamet günü gibi uzadı, gitti. Ama gönlüm sana secde etmek istiyor. Seher vaktini beklememe lüzum var mı? 

Ayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar ne yapabilir? Kuşun başı olmadıktan sonra iki kanadı ne işe yarar? 

Sen benim ruhum olmadıkça ben ruhtan ne elde edebilirim? Sen bana gönül gözü bağışlamadıkça ben bu baş gözünü ne yapayım? 

Dünya bir ağaca benzer. Yaprağı, meyvesi senden biter, senden gelir. Yaprağı ve meyvesi olmayan bir ağaç ne işe yarar? 

Ey gönül; beşeriyet hâlinden, insanlıktan vazgeç de melek ol! Melek huylu olmazsa insanın hayvandan ne farkı vardır? 

Mâdemki haber ona mahrem değil! Hiçbir şeyden haberin olmasın; mest ol kal! Zaten haber vericisi sen olmadıktan sonra, haberden ne fayda beklenir?”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIII

“Güneş, Hazreti Mustafa’nın yüzünü gördü de utandı. Gök de gönül gibi yarılmıştı, parçalanmıştı.” Mevlâna

Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pâre pâre olan canı şerh et, onu anlat, dedim.

1790. Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu.

Kanımı bile dökse ona helâl ettim. Helâl sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı.

Mâdemki torpraktakilerin feryâdından kaçmaktasın; kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?

Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmakta, zuhûr etmekte buldu.

Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divânene ne bahaneler buluyorsun?

1795. Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hâle gelmiş olan tenden çıkan feryâd ve figânı işit!

Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün hâlini anlat!

“Aşk yanmaktır” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine ve şöyle devam eder: “Sevgili, aşığına her dakika değişik bir yüzle zuhurunu gösterir ve onu yakar.”

Zîrâ, her yerde Allah’ı görmek aşıka mahsustur. 

Selâm olsun üzerine, Derviş Mustafa Dede’nin yazmış olduğu semâ âyin-i şerîfinin dizelerinde de şöyle söylemektedir:

“Aşıktan kaçan ey efendi, gör ki nasıl pişman olur.

Senin destini taşıyan, sonunda senin işret haremine sultan olur.”

‘Mâdemki torpraktakilerin feryâdından kaçmaktasın; kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?..’

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Tanrı’nın âlemi yaratması, birçok değişik suretlerde Hakîkat-i Mutlak nurunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Hâlik’in aynasıdır” diye buyurur.

Şems-i Tebrizî Hazretleri de diyor ki, selâm olsun üzerine, “Mevlâna, Ay’dır, benim Güneş gibi vücuduma gözler dayanamaz. Ay, Güneş’e ulaşamaz ama Güneş, Ay’a ulaşır.”

Kur’ân’da buyurulduğu gibi, “Gözler onu görmez ama, o gözlerin gördüklerini görür.” (Enâm Suresi, 203) 

Yine Hazreti Şems diyor ki, “Her âyet-i kerîme bir mesaj, bir aşk mektubu gibidir. Kur’ân’ın gerçek anlamını Hakk aşıkları bilir. ‘Enel Hakk’ sözünün anlamı, Tanrı’yı tanımaktır, yâni ‘Ben Tanrı’nın tefsîriyim’ demektir.”

Hasan Dede, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsı hakkında şöyle buyurur: “Kurdu bir ân, içini kerâmetlerle doldurdu.”

Yine âyin-i şerîfte şöyle söylemektedir Derviş Mustafa Dede:

“Gönül, usturlâb gibi yedi göğün delili oldu.

Ahmed’in sırrını anlatmaya yedi kitap yazıldı.”

“Rabb-ül âleminin mânâlar denizi olan dinin şeyhi: ‘Mânâ yok mu? İşte O, Allah’tır’ dedi” diye buyurur Mevlâna ve şöyle der: “Ben yaşadıkça Muhammed Muhtâr’ın ayağının tozuyum; eseri Kur’ân-ı Kerîm’in de kölesiyim.”

Ve, Kur’ân-ı Kerîm’in derin mânâsı ile ilgili şöyle seslenir: “Bendeniz, Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetine mânâ vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben mânâyı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mânâ bitmedi.”

Bir mecliste Mevlâna’ya sordular: “Bize Allah’ın sırrından bahseder misin?”

Mevlâna onlara şu cevabı verdi: “Allah’ın sırrı insandır. Allah, insanı yarattı, insanda kendini yarattı ve insanda sırlandı… Ben insanı anlatmaya kalksam kıyâmete kadar anlatamam.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, diyor ki: “Kur’ân’ın sırrı Fâtiha, Fâtiha’nın sırrı Besmele, Besmele’nin sırrı altındaki noktada gizlidir.”

Ne güzel buyurur Hasan Dede… “Nokta, elif oldu. Elif, gökte güneş oldu, ay oldu, yıldız oldu, dünya oldu. Elif, Allah oldu, Muhammed oldu, hep o Elif yazıldı. Hep sensin, hep insandır.”

Rubâi:

“Gönül dün gece geldi de, canın kulağına dedi ki: Ey adını söyleyemeyeceğim, eşsiz varlık! 

Ey adını açıkça söyleyeni parçalayan, gizlice söyleyeni yakıp yandıran güzel!

Ey can! Bilinemeyeni, tarif edilemeyeni anlatmaya kalkışan ne özür getirebilir? Ne bahane bulabilir?

Gül bahçesinde geçen sırrı, gizli şeyi bir gül bilir bir de hazin hazin ağlayan, feryâd eden bülbül bilir.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXII

“Gam ve keder halk-ı cihanındır, aşıkta gam keder neyler?” Şeyh Gâlib

Ey doğruların medâr-ı iftihârı! Doğrulukta bulun. Ey başköşe! Ben senin kapında eşiğim. 

Mânâ âleminde başköşe nerde, eşik nerde? Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerde?

Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!

1780. Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin.

Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.

Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umûmiyetle bir can hâline gelirler, sonunda da sevgiliye müstâğrak olurlar.

Hülâsa söylediklerimin hepsi vardır. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Tanrı, sen gel!

Ten gözü seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi?

1785. Gama, neşeye merbût olan gönüle, onu görmeye lâyıktır, deme!

Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki âriyet vasıfla yaşar.

Hâlbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var!

Aşıklık bu iki hâlden de daha yüksektir; baharsız, hazansız ter ü tazedir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Sen bizimle beraber olunca, hakîkati görürsün. Yalnız dudaklarınla değil, gül gibi bütün bedeninle gülmeye başlarsın. O zaman ayaklarındaki dünyaya ait istek bağları çözülür, hayrete kavuşursun ve her şey sana apaçık gösterilir” diye buyurur.

Hasan Dede, selam olsun üzerine, aşıka göre başköşenin sevgilisinin yanı olduğunu söyler ve şu menkîbeyi anlatır:

“O devirde, halk, Mevlâna’yı Şems’ten ayırmak istiyorlar, bir medrese meydana getirmişler. Mevlâna’ya haber gönderiyorlar, gelsin açılışını yapsın. İllâ bir sebep bulacaklar. 

Mevlâna, Şems’e diyor, ‘Kalkın efendim, davetliyiz.’ 

Şems, ‘Davetli olan sensin, beni ne diye davet ediyorsun’ diyor. 

Mevlâna, ‘Ama sen biliyorsun ki, ben sensiz gitmem’ diyor. 

‘Peki…’ Kalkıp gidiyorlar.

Mevlâna, açılışı yapıyor, hayır duası ediyor, sonra ‘Bize müsaade biz gidelim’ diyor. 

‘Yok’ diyorlar, ‘bizim birkaç sorumuz var. İçeriye buyurmaz mısınız?’ 

Şems diyor, ‘Sen git, ben burda otururum.’ 

Nerde oturdu Şems-i Tebriz… medresenin kaldırımında. Bakın, yerde oturuyor.

Mevlâna giriyor içeriye, ‘Nedir sorunuz?’ diyor. 

‘Sorumuz’ diyorlar, ‘Baş köşe neresidir bir evin içinde?’ 

Cenâb-ı Mevlâna, ’Birincisi, bir evsahibi nereye oturursa, oraya baş köşe denir. İkincisi, bir Ulemâ, bir bilgin nereye oturursa, oraya da baş köşe derler. Üçüncüsü ise,’ diyor, ‘Sevgili nerdeyse orası baş köşedir.’ Fırlıyor medreseden çıkıyor dışarıya, oturuyor Şems’in yanına, sarılıyor boynuna.

Sevgilisinin yanı baş köşe…

Mânevî aşk ne beden bırakır, ne akıl bırakır. Aşık olan kişide tamamen kendi varlığını gösterir. Bu kişinin nazârında dünya bir rüya âlemidir, hiçbir bekâsı yoktur. Onun bekâ âlemi ancak sevgilisinin yanıdır, diğer taraflar hep boştur.”

Kasîde:

“Bize Hakk yolunda ‘biz’siz olarak bir yolculuk nasîb oldu. O yolculukta ‘biz’siz olduğumuz için gönlümüze bir ferahlık geldi. 

Daima bizden gizlenen o gerçek sevgili, o ay yüzlü güzeller güzeli, orada ‘biz’siz olarak yanağını yanağımıza koydu. 

Biz o dostun gamı ile can verdik de onun gamı, bizi, bizden kurtardı, ‘biz’siz olarak doğurdu. 

Biz her zaman aralıksız şarap içmeden mest olanlardanız. Biz daima ‘biz’siz olarak neşelenir, mânevî zevkler duyarız. 

Siz sakın bizi yâd etmeyin, buna lüzum yok. Çünkü biz ‘biz’siz olduğumuzdan kendimiz rüzgâr kesilmişiz de her yerde eser dururuz. 

Biz ‘biz’siz kalıyoruz da, her zaman sevinç içindeyiz, mutluyuz. Bu sebeple daima ‘biz’siz olalım, ‘biz’siz kalalım diyoruz. 

Kapıların hepsi de yüzümüze kapanmıştı. Biz, bizden kurtulunca, kapıların hepsi de açıldı.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXI

“Aşk davaya benzer; cefâ çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki!” Mevlâna

Feryâd edeyim, çünkü feryâd ve figânlar, hoşuna gidiyor. İki âlemden de ona ancak feryâd ve figân lâzım.

Onun macerasından acı acı nasıl feryâd etmeyeyim ki sarhoşlarının halkasına dahil değilim.

1770. Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından mahrum bir hâldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?

Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. O gönül inciten sevgilime canım fedâ olsun!

Nâziri olmayan tek padişahımın hoşnut olması için ben, hastalığıma da aşığım, derdime de.

İki deniz gibi olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını gözüme sürme gibi çekmekteyim.

Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır.

1775. Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim.

Gönül, “Ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifâkına gülmekteyim.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Hakk’ın güzel yüzünü görmek için, Hazreti Şuayb’ın döktüğü gözyaşlarını ve yakarışlarını şöyle dile getirir:

“Şuayb’ın sesi, inleyişi, çiy taneleri gibi gözyaşları döküşü haddi aşınca, seher vakti gökten şu nidâ geldi: ‘Eğer suçluysan cömertliğimle bağışladım suçundan seni, affettim. Eğer cennet istiyorsan, verdim. Sus; bu yalvarışı bırak.’ 

Şuayb şu cevabı verdi: ‘Ne bunu isterim, ne onu. Hakk’ın güzel yüzünü apaçık görmek isterim. Yedi deniz ateş olsa, o yüzü görmek için kendimi içine atarım. O görüş yerinden eğer beni kovarsan, başım, gözüm kovulmuş olur; bana cehennem yaraşır, cennet asla yaraşmaz. O’nun nur yüzüyle parlamayan cennet bana cehennemdir, bana düşmandır. Ben o ruhsuz renkten, o sevimsiz kokudan yandım. Bana o güzel yüzün nurlarındaki parlaklık gerek. O nerede? Ben onu isterim.’ 

Dediler ki: ‘Bari az ağla ki, görüş kuvvetin elden gitmesin. Ağlayış, pek haddi aşarsa göze ziyândır, bu göz görmez olur.’ 

Şuayb cevap verdi: ‘Eğer iki gözüm akîbet O’nu görecekse benim vücudumun her cüzü, bir göz olur, ben görmemezlikten ne tasalanayım? Eğer bu gözüm akîbet O’nu görmekten mahrum olacaksa, o göz varsın görmez olsun; çünkü dosta lâyık değildir’…”

Ne güzel buyurur Hazreti Şems…

“Bir kimsenin davasını onun mânâsı için, bir kimsenin mânâsını da, davası için öğrenmek isterim.”

Şiir:

“Sevgilim, 

Korkmam senden şiddet, kahır gelmesinden, 

Canımdan öte seviyorum seni ben,

Kahrın hoştur semâ ve ney sesinden,

Cefân daha hoştur nimet vermenden,

Canımdan daha hoştur öç alman benden… 

Cihan nurum, 

Ateşin bu ise nurun nasıldır? 

Derdin zevk verirse lütfun nasıldır? 

Letâfet saklıdır zulmünde bile, 

Sevgilim, 

Seni kimse bilmez tam hakkı ile… 

Aşıkım Yârimin her türlü kahrına, 

İsterim gark olmak Sevgilimin sonsuz baharına. 

Feryâtla inlesem olsam bir bülbül, 

Bulup da koklasam hoş kokulu gül…

Rabbim, bu bülbül yansa da aşkı azalmaz, 

Acıdan zevk alır ötmekten kalmaz.

O Küll’e aşıktır, Küll gerçekte o, 

Kendine aşıktır bilmemekte o…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXX

Hâkim Senaî’nin “Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman… Seni dosttan uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel… İkisi de birdir” sözü ve Peygamber sallallahu aleyhi vessellemin “Sa’d, çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı ise benden de kıskançtır. Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir” hadîsi.

Hakk, kıskançlıkta bütün âlemden ileri gittiği içindir ki, bütün âlem kıskanç oldu.

O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

Kimin namazında mihrâb ve kıblesi Ayn olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.

1760. Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.

Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.

Bir kimseye padişahın elini öpme fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.

Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.

Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.

1765. Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır.

Kıskançlıkların aslını Hakk’tan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının feridir.

Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercaî sevgilinin cefâsından şikayet edeyim…

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Allah o kadar kıskanç ki, hep O sevilsin ister. Her şey O’na ait olduğu için başka bir yere bakarsan yine O’nunla bakmanı, O’nun sevgisi ile sevmeni ister” der ve şöyle devam eder:

“Hazreti Muhammed, bizim iman ettiğimiz yerdir. Hazreti Muhammed’in her sözüne inandık, iman ettik. O, her zaman Allah’ın büyüklüğünden, güzelliklerinden dil döktü, insanların gönüllerini fethetti, kendini sevdirdi. Bazılarını da kendisine aşık etti. O’na, ‘İmanım’ dediler. Hem dinim, hem imanım. Yâni O, sonsuz Sevgilim benim. Artık ben O’nun dışına çıkmam. Bakın iman ettiği yer onun mihrâbı artık. Allah’ın güzelliklerini orada görüyor, her şeyini O olarak görüyor. Gördüğü içindir ki oraya iman ile bakıyor. Her zaman ne diyoruz; her şeyin üstünde imandır!”

Selâm üzerlerine olsun, Hazreti Muhammed’in arslanı Hazreti Ali Efendimiz de çok güzel buyurur: “Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turâb, oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam ancak Allah içindir, vermem de… Tamamı ile Allahınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim. Zîrâ ben Rabbimi kalbimle gördüm…”

Ahmed Eflâkî Dede, selâm olsun üzerine, Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet eder:

“Arkadaşların en gözdeleri rivâyet ettiler ki: Selçukoğulları devletinin yıkılmasının ve yok olmasının sebebi şu idi: Sultan Rükneddin, Mevlâna Hazretlerine mürid olup onu kendine baba yaptıktan bir zaman sonra eşi benzeri olmayan büyük bir toplantı (iclâs) yaptırdı. Derler ki o zamanda Şeyh Baba-yi Merendî denilen ihtiyar bir adam vardı. Riyâzet sahibi, zâhid ve bilgin (müteressim) bir adamdı. İnsan yüzlü bir takım şeytanlar bu şeyhle arkadaş olmuşlardı. Bunlar, sultanın yanında bu şeyhi o kadar övdüler ki sultan onun sohbetini büyük bir arzu ile istedi. 

Nihayet emretti, sarayın holünde (Taşthâne) bir semâ tertib edip tam bir ikrâmla Şeyh Baba-yi Merendî’yi getirdiler. Bütün büyükler onu karşılayarak çok izâz ve ikrâmla başköşeye oturttular. Sultan da bir kürsü koyarak kendi tahtının yanında oturdu. O sırada Mevlâna içeri girdi, selâm verip bir köşeye çekildi. Kur’ân-ı Mecid’in okunmasından sonra muarrifler, fasıllar okudular. İslâm sultanı, Mevlâna Hazretlerine bakarak: ‘Hüdâvendigâr’ın, ulu şeyh ve bilginlerin malûmu olsun! Bu hâlis kul, şeyh Baba hazretlerini baba edindi, o da beni oğullu­ğa kabul etti,’ dedi. Orada bulunanların hepsi: ‘Aferin, mübârek olsun,’ dediler. 

Hüdâvendigâr Hazretleri, kıskançlığından; ‘Gerçekten Sa’d çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı da benden daha kıskançtır. Eğer sultan onu baba edindi ise, biz de kendimize, başka birini oğul ediniriz,’ dedi ve nârâ atarak yalınayak çıkıp gitti.

Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri rivâyet etti ve dedi ki: Mevlâna Hazretleri dışarı çıkınca sultanın tarafına baktım, sultanın başsız oturduğunu gördüm. Hemen darbe yedi. Bilginler ve şeyhler, Mevlâna’nın arkasından koş­tularsa da o dönmedi.”

Beyit: 

“O gönül bekçisi, o cana şerefler veren eşsiz varlık, pek kıskançtır! Onun kıskançlığına karşılık siz de yüzünüzü ondan başkasına, yabancılara çevirmeyiniz!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXIX

“Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun altının üstünden daha iyi olmayacağını?’’ Şems-i Tebrizî

Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.

Mademki aşık odur, sen sus artık. Mademki o, kulağını çekmekte, sen tamamiyle kulak kesil!

Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harâb eder, her tarafı yıkar.

1740. Fakat harâb olmaktan niye gamlanayım? Harâbenin altında padişah hazinesi var!

Hakk’a dalan kişi daha ziyâde dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.

Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyâde gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?

Şu hâlde ey gönül! Neşe ve sefâyı, cefâ ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebûn olmuş olursun.

Tutalım, senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik, murat ve maksadı terk etme değil mi?

1745. Onun her yıldızı, yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir!

Biz değeri de bulduk, kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk.

Ey aşık, aşıkların hayatı ölümdedir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.

Yüzlerce naz ü işve ile gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.

“Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma!”

1750. Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkân mı var?

Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın! Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir. Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkı da!

Ben o aşkı kısaca söyledim, tamamiyle anlatmadım. Anlatacak olsam hem dudaklar yanar hem dil!

Leb dersem maksadım lebîderyâdır; Lâ dersem muradım illâdır.

Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden dolayı sükût etmekteyim.

1755. İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın.

Bu söz her kulağa girmesin. Onun için yüz ledûn sırrından ancak birini söylemekteyim.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Ey Allah’ın kulları, sükûn ve ağırbaşlılık ile durunuz. Sabırsız ve telaşlı olmayınız. Zira sükûnet ve ağırbaşlılık, insanı değerli kılar” diye seslenir bizlere…

“Biz dilencilikten ve niyâzdan kurtulduk; ayak vurarak nâz tarafına geldik” diye buyuran Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir kasidesinde de şöyle buyuruyor ve diyor ki: 

“Ey aşık! Hileyi bırak! Aklı terk et, divâne ol, divâne! Ateşin tam ortasına atıl, âdeta gönlüne gir! Pervâne ol, pervâne! 

Kendini yabancı say, kendine yabancı ol! Hem de evini yık, harâb et! Sonra gel; aşıklarla, aynı evde otur, onlarla düş, kalk! 

Git, gönlünü siniler gibi yedi kere yıka, kinden, nefretten temizlen! Sonra gel aşk şarabına kadeh ol! Sevgiliye layık olmak için tamamıyla can hâlini al! Mest olanların yanına gidince sen de mest ol mest! 

Güzellerin taktıkları küpelerin sohbet yeri, buluşma yeri onların yanaklarıdır. Güzel yanaklarla, güzel kulaklarla dost olmak istiyorsan; inci tanesi ol, inci tanesi! 

Düşüncen nereye giderse seni peşinden sürükler, oraya çeker götürür. Sen düşünceden vazgeç de, kaza ve kader gibi en ileride yürü, en öne geç!

Kibire kapılmak, hevâ ve hevese meyl etmek bir kilittir ki, gönüllerimiz onunla kilitlenir. Sen anahtar ol, anahtarın dişi ol! 

Mustafa (sav), Hannâne direğini okşadı. Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin ya, haydi Hannâne direği ol, Hannâne direği! 

Hazreti Süleyman sana; ‘Kuş dilini duy, öğren!’ diyor. Hâlbuki sen öyle bir tuzaksın ki, kuş senden ürker kaçar, sen tuzak olma, yuva ol, yuva! 

Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol! Güzel sana karşı saçlarını serer açarsa, sen ona tarak ol, tarak!

Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini!

Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mademki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!..”

Şiir:

“Nurların özü yâ Muhammed, 

Cehennem senin güzelliğinin baharına nispetle, 

Gülistan oldu, gül bahçesi hâline geldi, 

Uçsuz bucaksız bir deniz oldu. 

Aşkının kıvılcımına karşı, 

Bir katre kandan ibaret bir vücud buldu. 

Bir incim var… 

Gözyaşı mı desem, gönül mü desem? 

O tek ve eşsiz inci açıkça benim, 

Fakat ey yüce Sultan, ey Sevgilim, 

O, gizlice senin. 

Merhametli bir kişi tanırım ki, 

Adı sevgi ve adâlettir…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXVIII

“Her dükkanın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevî de yokluk dükkanıdır oğul. Mesnevîmiz vahdet dükkanıdır. Orada bir’den başka ne görürsen puttur.” Mevlâna

Ben kâfiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey düşünme!

Ey benim kâfiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kâfiyesi sensin.

1725. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı!

Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım!

Âdem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrârı olan sevgili, sana söyleyeyim.

Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrâil’in bile bilmediği gamı,

Mesîh’in bile dem vurmadığı, hattâ Tanrı’nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.”

1730. Biz (ma) kelimesi, lügatte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye delâlet eden bir kelime. Hâlbuki ben ispat değilim; zâtım, varlığım yoktur ki ispat edilebilsin. Nefiy de değilim.

Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa fedâ ettim.

Padişahların hepsi, kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün halk, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.

Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk, umûmiyetle kendi uğrunda ölenin yolunda ölür.

Avcı, onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.

1735. Dilberler; aşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, aşıklara avlanmışlardır.

Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle bir menkîbe dile getirir:

“Bir gün Sultan Veled Hazretleri, Allah’ın cemâlini görmeyi diledi ve babasının huzuruna çıktı. Mevlâna, ona, ‘Eğer benim dediklerimi yaparsan onbeş güne kadar Allah’ın cemâline nâil olabilirsin’ dedi. 

Sultan Veled Hazretleri, babasının emrine tâbi olduğunu dile getirdikten sonra Mevlâna, oğluna şu nasihatleri verdi: ‘Onbeş gün yemeden içmeden arınacaksın ve hep beni düşüneceksin. Gün boyunca biraz su ve bir lokma ekmek yiyeceksin.’ 

Böylece Sultan Veled, hâlvete girdi fakat birinci günün sonunda tekrar babasının huzuruna çıkarak, ‘Babacığım, aklımı devamlı sende tutamıyorum, aklım bir dakika içinde sayısız yere gidiyor, bu iş nasıl olacak?’ diye sordu. 

Mevlâna, onun daha fazla gayret göstermesini istedi. Sultan Veled, yine hâlvete geri döndü, günlerce uğraştı, bir gün, iki gün, üç gün derken vücudu gıdadan kesilince tamamen teslîmiyet hâline büründü ve akıl artık bin yere gidemedi ancak bir yerde durdu. 

Sultan Veled’in aklı artık o bir yerde durduğu için bir hafta sonra Mevlâna’nın yüzünün ardındaki hakîki cemâli gördü. Çilehânede bir ‘Allah’ bağırdı ve sonra koşup babasının boynuna sarıldı, ayaklarına secdeye kapandı. 

Cenâb-ı Mevlâna, oğlunun başını okşadı ve ona, ‘Mestûr et’ yâni ‘Sır et’ diye buyurdu.

Göz, sevgilinin dışında başka birini görmeyecek; kulak, onun sesinden başka birine verilmeyecek; dil de ondan başka birini dile getirmeyecek… Bir kişi yaşamını böyle sürdürürse imanında sahidir ve huzur içinde yaşamaktadır. Ve hiçbir zaman bu kişinin gönlü karışmaz ve bozulmaz. 

O’nu görmek için bu canı vereceksin. Fakat ne fayda ki, fakîr, O’nu göreyim diye, canımı vereyim dedim ama, canımı aradım aradım bulamadım… 

İşte biz candan vazgeçince O, kendi kendini görecek. Bu sözler, söylenirken sese, yazılırken de harfe tâbidir. Hâlbuki, bu hâli anlatmak için söz kâfi gelmez. İşte bu, bir sırdır. Öte tarafı sessiz, sözsüz, hâlî konuşmadır.”

Beyit:

“Şems-i Tebrizî’nin tılsımlarında, bir hazine mevcuttur ki, onun sırrı gizlidir. Senin sefer ettiğin vakitten beri, balmumu gibi tatlılıktan ayrı olduk.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXVII

“Aşık oldum sana ey gonca dehen,

Sönmez ateşlere yaktın beni sen…” Mehmet Sâdi Bey

Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan arındım.

Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi varlığından kesilmek hayaliyledir.

Tanrı’nın gayretiydi bu, Tanrı buyruğuna çare bulunmaz; bir gönül göster ki Tanrı buyruğundan yüzlerce parça olmamış olsun!

Kıskançlık da, gayret de, her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese sığmayan Tanrı gayretidir. (Kendisinden başka her şeyi kıskanır.)

1710. Ah, keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım!

Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı!

Rızkını vereyim, vermeyeyim… benim enîsimdi. İlk söylenen sözlerden onu hatırlarım, benimle ezelî bir aşinâdır.

O öyle bir duduydu ki sesi, vahiyden gelirdi; varlığı, varlık meydana gelmeden önceydi.

O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, bunun ve onun üzerinde, onun aksini görmüşsün.

1715. O kuş, senin neşeni alır, fakat yine sen ondan neşelenirsin. Onun yaptığı zulmü, adâlet gibi kabul edersin.

Ey ten uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın.

Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlesin, yaksın!

Kav, ateş alma kabiliyetindedir, şu hâlde ateşi cezbeden kavı al!

Vah vah vah; yazıklar olsun… Öyle bir ay bulut altına girdi!

1720. Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık arslanı çıldırdı, kan döker bir hâle geldi.

Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur?

Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir arslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, bu beyitlerinde, dudu teşbîhi ile, insan-ı kâmile işâret etmektedir ki, ruhu şâd olsun, Ahmed Avni Konuk bununla ilgili şu yorumu yapar: “O, öyle bir insan-ı kâmildir ki, onun kelâmı ilâhî telkinlerdir; onun velâyetinin ibtidâsı, vücud-ı izâfî âleminin ibtidâsından evveldir. Yâni suretler âleminden üstün olan ayân-ı sâbite âlemindedir. İnsan-ı kâmilin ilâhi telkinlerine ‘vahiy’ tâbiri câizdir; zîrâ kâmil, ilm-i nebevînin vârisidir ve onların kalblerine nâzil olan ilâhi telkinler Kur’ân’dan gayri değildir; ve Kur’ân-ı Kerîm kıyâmete kadar kâmillerin kalblerine indirilmiştir. ‘O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, bunun ve onun üzerinde, onun aksini görmüşsün.’ Yâni o insan-ı kâmilin tasarrufu senin kalbinde ve bâtınında gizlenmiştir. Sen, bunun ve onun, yâni kalbinin ve ruhunun üzerinde, onun aksini görmüşsün… İnsan-ı kâmil, senin kalbinde tasarruf edip, nefsindeki neşe ve sevinci ortadan kaldırır ve yerine yumuşaklık ve duygusallık getirir; sen ise bu hâlden sevinçli ve hoşnut olursun. Ve onun nefse zulümden ibâret olan fakr, sükûn ve riyâzet ile olan emrini adâlet gibi kabul edersin. Ey insan-ı kâmilin, nefse zulüm ile olan emrini kabul etmeyen sâlik! Tenine hoş gelen şeyleri verdin ve cismin hazzı için canını yaktın ve harâb ettin; canını yakıp eziyet çektin ve tenini kuvvetlendirip aydınlattın.”

Hazreti Pîr, bundan sonra buyuruyor ki: “Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlesin, yaksın! Kav, ateş alma kabiliyetindedir, şu hâlde ateşi cezbeden kavı al!”

Nitekim, sahip olduğu ilmi şu üç söze bağlar Yüce Pîr Mevlâna:  “Hamdım, piştim, yandım…” 

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, Hazreti Pîr’in bu sözlerini şöyle açıklar: “Eğer pişmeseydi Mevlâna, Mevlâna olamazdı. Peki Mevlâna bu sözüyle ne demek istemişti? ‘Hamdım’ dedi, yâni zâhirî ilmi tahsil ettim; şeref sahibi, ilim sahibi, gurur sahibi oldum, fakat bana bir fayda vermedi, demek istedi. Sonra, ‘Piştim’ dedi, yâni Şems, bana hakîkatte kim olduğumu, yâni ‘O’ olduğumu söyledi, ama ben bu noktada kalsaydım, benlikte kalmış olurdum, demek istedi. En sonunda da, ‘Yandım’ dedi, bu sözüyle de; Şems’i tanıdım piştim, yâni onda kemâlâta erdim; şimdi Şems uçtu gitti, ben yandım, demek istedi.”

Nitekim, sonraki beyitlerde şöyle devam eder Yüce Pîr…

‘Vah vah vah; yazıklar olsun… Öyle bir ay bulut altına girdi! Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık arslanı çıldırdı, kan döker bir hâle geldi…”

Ve Hazreti Şems-i Tebrizî ortadan kaybolunca şu kasîdeyi söylemiştir… 

“Ey gönül yâri; yazıklar olsun! Birçok dertlerle, hasretlerle bizi bıraktın gittin! 

Biliyorum; bizden ayrılmayı istemedin! Sızlandın, şikâyetler ettin; ama, faydası olmadı! İnsaf etmeyen, aman vermeyen hükme, emre uydun, geçtin gittin! 

Her tarafa koştun; yanımızda kalmak için çareler aradın, bahaneler düşündün! Fakat, bir çare bulamadın, çaresiz bir hâlde gittin! 

Güllerle dolu olan kucağın, ay gibi nurlu yüzün ne oldu? Nasıl oldu da hor ve hakîr bir hâlde bir altına gittin? 

Dostların toplantılarından ayrıldın, seninle düşüp kalkanların arasından çıktın da, toprak altına, karıncalarla yılanlar arasına gittin! 

O nükteli sözler, o güzel konuşmalar ne oldu? O ilahî sırlara aşinâ olan akıl ne oldu? 

O elimizden tutan mübârek eller ne oldu? Meram bağlarına, o gül bahçelerine giden ayaklar ne oldu? 

Nazik idin, lâtif idin; insanların gönüllerini kazanmasını, insanları sevmesini bilirdin! Şimdi tuttun, insanları sevmeyen, insanları yiyen toprak içine gittin! 

Ne oldu? Nasıl bir fikre kapıldın da uzun, sapa, bozuk bir yola düştün gittin? 

Sen, ağlaya ağlaya o yola düşünce, gökyüzü gözyaşı döktü; ay da, yüzünü tırmaladı, yırttı! 

Gönlüm, kanlarla doldu; ne bileyim de, ne sorayım? Bâri, sen söyle; aceb; uyanık mı gittin? 

Mademki bizi bırakıp gittin, acaba, Hakk aşıklarının, ermişlerin sohbetini mi seçtin; yoksa, aşktan mahrum mu kaldın? 

İnkâr ederek mi gittin? Sana sordukları sorulara verdiğin o güzel, o tatlı cevapların ne oldu? Artık sustun, söylemekten vazgeçtin? 

Bu, ne biçim ateştir; bu, ne biçim hasrettir? Ansızın yola düşen misafir gibi hiç haber vermeden çıktın gittin! 

Nereye gittin ki, izin tozu bile belirmiyor? Bu sefer gittiğin yol, ne de kanlarla dolu yol ki, kin güderek çektin gittin.” (Dîvân-ı Kebîr, C. VI, 2648)