MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXVI

Dudunun, duduların hareketlerini duyması ve kafeste ölümü, tâcirin ona ağlaması.

Dudu, o dudunun yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu.

Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külâhını yere vurdu.

Onu, bu renkte, bu hâlde görerek yerinden fırlayıp yakasını yırttı.

1690. Dedi ki: “Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu hâle geldin?

Vah yazık, benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim gönüldeşim, sırdaşım!

Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim!

Süleyman’ın böyle bir kuşu olsaydı hiç başka kuşlarla uğraşır mıydı?

Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk ayrıldım!

1695. Ey dil, sen bana çok ziyân veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim?

Ey dil, sen hem ateşsin, hem harman! Ne vakte kadar harmanı ateşe vereceksin?

Can, sen ne dersen onu yapmakla beraber gizlice yine senin elinden feryâd etmektedir.

Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermânı olmayan bir dertsin!

Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve ayrılık zamanının enîsisin!

1700. Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni öldürmek için kurmuşsun!

İşte benim kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az otla!

Ya bana cevap ver, yâhut insafa gel, yâhut da bana neşe ve sevinç sebeplerinden birini an!

Eyvah, benim karanlığı yakıp mahveden nurum; eyvah, benim gündüzü aydınlatan sabahım!

Vah benim güzel uçan; tâ sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum!

1705. Câhil insan ilelebet mihnete aşıktır. Kalk, ‘Fî kebed’e kadar ‘Lâ uksimu’yu oku!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir beyitinde buyuruyor ki: “Benim pîrimdir ve müridimdir; benim derdimdir ve benim ilacımdır; bu söz açık söylenmiştir ki, benim Şems’im, benim Hüdâ’mdır.”

Nitekim, Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrinde, Cenâb-ı Pîr’in dile getirdiği bu kıssadan maksadın, kendi zevk-i âlilerine ait esrâra işâret etmekte olduğunu dile getirir ve şöyle der: “Kıssanın zâhirine nazaran bu kederler tâcirin kaybettiği dudu hakkındadır; fakat hakîkatte Cenâb-ı Pîr’in bu kederleri, ilâhî maşuğu Şemseddin-i Tebrizî’nin ortadan kaybolması hakkında vâki olduğu hissedilir ki, bu, Mesnevî’nin ilk kıssası olan ‘Padişah ve câriye’de olduğu gibi belki Mesnevî’deki bütün kıssalar için de geçerlidir.”

Yüce Pîr Mevlâna, yine bir beyitinde buyurur: “Ben Hakk’ın irfân bağının bülbülüyüm; akıl nerede, ben nerede!”

Nitekim, 1695. beyitte de, “Ey dil, sen bana çok ziyân veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim?..” diye buyurmaktadır.

Ahmed Avni Konuk, bu beyit ve devamındaki beyitler hakkında şöyle yorum yapar: “Bu beyit dahî hâdiseye mutâbıktır; zîrâ Cenâb-ı Şems, Hazreti Pîr’le buluşmadan evvel, pek mestûr bir hâlde, yâni örtülü ve gizli iken; onun kemâlâtını, parlak sözleri ve şiirleriyle açığa çıkaran Hazreti Pîr olmuştur… Dilin ateşe teşbîhi tesîrinden dolayıdır ve harmana teşbîhi de, harmanın katıksız gıda olan buğdayı ihzâr etmesindendir. Yâni dilin hem faydası vardır ve hem de zararı vardır. Ey dil, bir taraftan Hazreti Şems’in kemâlâtını izhâr edersin; bu faydalı bir şey olduğundan sen harman gibisin; ve fakat bu söylemen Hazreti Şems’i perdelediğinden ve sen onun sohbetinden mahrûm kaldığın için harmana ateş vurmuş gibi olursun… Hazreti Pîr, ‘can’ tâbiriyle kendilerinin yüce ruhuna işâret buyururlar. Yâni ey dil, gizlide can senin elinden feryâd edip durur; vâkıa sen her ne söylersen can onu yapar. Herkesin lisânı canına tâbi olduğu hâlde, benim canım lisânıma tâbidir; zîrâ lisanım Hakk’ın lisânıdır. Binâenâleyh, lisânımdan ilâhî sevk ile zuhûr eden esrârı, canım kıskandığı için feryâd eder. Bu itibâr ile benim canım dilimin söylediğini yapar; zîrâ söylediğim canımın sırrıdır… Ey dilim, kuşların sadâsını çıkarıp, onları taklîd suretiyle hile yapan ve tuzağa düşüren sensin. Yâni insan-ı kâmil ruh kuşlarının mertebesine tenezzül edip, onların anlayacağı lisân üzere sözler söyler ve nihâyet onları nefs sahrâlarında perişan gezmekten men edip, riyâzat ve mücâhede tuzağına düşürür; ve ruhlar asıllarından ayrıldıklarından dolayı çırpınırken, insan-ı kâmil güzel ve lâtif sözlerle onların enîsi, yâni dostu olur.”

Fakat malesef, bu lâtif sözlerden anlamayan ‘câhil insan ilelebet mihnete aşıktır.’ O hâlde, ‘kalk, ‘Fî kebed’e kadar ‘Lâ uksimu’yu oku!..’

“Lâ uksimu biyevmi-l kıyâme – Andolsun kıyamet gününe.” (Kıyâme, 1)

“Lekad ḣalaknâ-l insâne fî kebed – Gerçekten de biz insanı sıkıntı içinde yarattık.” (Beled, 4)

Şiir:

“Şekerle dudaklarının arasında uzun bir yol var,

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m,

Bir ömürdür güneşle ay döner durur,

Günlerdir, gecelerdir senin geceni arzular durur.

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m,

Ah gönül, dayanmaya gücün yoksa git,

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m,

Senin için aşk davasına girenler az değil ya…

Ah can! Korkmuyorsan sen gel,

Fakat korkuyorsan senin de işin değil bu, sen de git.

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m,

Güzelim bedenin gönülden de güzel, candan da,

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXV

“Kim aşıkların gözlerinde gözbebeği olursa, o bakış onu alır, insanın özüne doğru çeker götürür.” Mevlâna

Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerinizin sultanıdır.

1675. Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin feridir. Şu hâlde insan, ancak gözbebeğinden ibârettir.

Ben bunu, tamamiyle söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri men ediyorlar.

Mâdemki halkın unutması ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da o erişir.

O güzel huylarla huylanmış olan zât, her gece gönüllerden yüzbinlerce iyi ve kötü hatırayı giderir.

Gündüzün gönülleri, yine o hatıralarla doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hâle getirmektedir.

1680. Evvelki düşüncelerin hepsi, Tanrı’nın hidâyetiyle sahiplerini tanırlar.

Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.

Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki kötüye mâl olmaz.

Hünerler ve huylar, kıyâmet günü, çeyiz gibi sahibine gelir.

Uykudan sonra da hünerler ve huylar, yine koşa koşa sahibine döner.

1685. Güzel olsun, çirkin olsun… bütün huylar ve hünerler, sabah çağında sahiplerine gelir.

Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.

Ahmed Avni Konuk, “Şehirlere ve köylere sahip olan padişahlar ve hükümdârlar, zâhirî suretlerin padişahlarıdır; onların tasarrufları kendilerinin hayatına bağlıdır. Öldükten sonra tasarruf nâmına hiçbir şeyleri kalmaz; fakat gönül sahibi olan Evliyâullah, mânâ âleminden olan sizin gönüllerinizin üzerinde mutasarrıf olan şahlardır; binâenâleyh onların tasarrufları gönülde olduğu için, zâhirî padişahların gönüllerinde de tasarruf ederler. Binâenâleyh tasarrufları hem surete ve hem de mânâ âlemine ait olur” diye buyurur.

‘Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin feridir. Şu hâlde insan, ancak gözbebeğinden ibârettir.’

Hazreti Şems-i Tebrizî, selâm olsun üzerine, “Hikmet ehli bilginlere göre küçük âlem, insanın yaratılışında gizlidir. Büyük âlem de, bu bizi çevreleyen âlemdir. Peygamberlere göre de, dıştaki bu âlem, küçük âlemdir. Büyük âlem, insanoğlunda gizlidir. Şu hâlde sen de bu âlemden, insanlık âleminden bir örneksin” der ve yine şöyle buyurur, “Hakk’ın çehresi, onu arayanlar için insanlık ışığıdır, işte bunlar gelirler, gelirler, yalnız kendilerini görürler, ne oluyor diye merak ederler. Kendilerine bakarlar, bir kul’dan bakarlar…” 

İki cihanın Kutbu olan insan-ı kâmil, insanların gözbebeğidir ve onu aramak, bulmak gerektir. Selâm üzerine olsun, Mevlâna’nın buyurduğu gibi, “O, arslandır, işi gücü avlanmaktır… O, akla benzer, halksa uzuvlarıdır. Kutub, kendi çevresinde döner dolaşır, göklerse onun çevresinde… İnsanların gözbebeği olan insanı ara, insanların gözbebeği olan insanı, insanların gözbebeğini!..”

“Allah’ın sevdiği kulunun gözü, Allah’ın gözü demektir. İşte aşıkları ağlatan, o gözün esas sahibidir” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder: “Bizler burada sizlerin hep gözlerinizi açmaya daha da uyanık olmanıza çalışıyoruz. Gözlerinizi açın ki daha iyi görün, kulaklarınızı açın ki daha güzel işitin. Çünkü biz Güneş’in evlâtlarıyız ve hepinizin birer Güneş olmanızı istiyoruz… Bakın bir damla nur var gözbebeğimizde, o siyah gözbebeği, ne kadar uzaklara ışık veriyor. Düşünmemiz lâzım, Yaratıcının her zerresi ışık, O’ndan hiçbir şey gizlenemiyor. İşte Hüdâvendigâr Mevlâna bir evlâdına buyuruyor: ‘Evlâdım, benim sözlerime kulak ver ve beni iyi dinle.’ ‘Buyrun Efendi Hazretleri…’ ‘Çalış her zerren göz olsun.’ ‘Neden?’ ‘O zaman senden hiçbir şey gizlenemez, her şeyi görürsün… Çalış her zerren kulak olsun.’ ‘Neden?’ ‘Çünkü o zaman her şeyi duyarsın, hiçbir sır senden gizli kalmaz…’ 

Allah’ı insan dışında aramayın. Allah, insan dışında değildir. Her zerreniz Allah’la diridir. Bizlerin tek arzusu evlâtlarımızı yücelerde görmektir, aşağılarda değil…

Çok çalışmamız, uykudan uyanmamız lazım. Gözler açık ama uyuyoruz. Hazreti Muhammed, Ehlibeyt, Hüdâvendigâr Mevlâna ve bütün Evliyâullah gözümüzü açmaya, bizleri uyandırmaya, aydınlığa sürüklemeye geldiler. Aklını kullanmadan, kör gibi yaşamak bizim suçumuz.”

Ne güzel buyurur Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun… “Gafiller arasında Allah’ı bilerek zikreden, kuru ağaçlar arasında bulunan yeşil fidana, ölüler arasında canlı olana ve harpte kaçanlar arasında, arslan gibi savaşana benzer.”

‘Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.’

Kasîde:

“Biz yola düştük gittik ama, senin güzelliğinin paha biçilmez hatırasını da yanımıza aldık, götürdük. Seninle buluşmanın, sana kavuşmanın tatlı zevkini, yol azığı olarak bağrımıza bastık, yola onlarla düştük. 

Sana da bana da bir buluşma hatırası olsun diye, ayrılıktan ötürü kan ağlayan yaralı gönlü senin evinde bıraktık. Ve senin güzel hayalini yol arkadaşı olarak yanımıza aldık, yola öyle düştük. 

Yol arkadaşı olarak yanımıza aldığımız hayaline yalnız biz değil, ay bile kuldur, köledir. Yeni doğmuş aya benzeyen eğri kaşlarının hayali de bizimle beraberdi. Güneşin bile kul olduğu o tatlı gülüşünün hayalini de tatlı, uysal ve güzel olan bütün huylarının şekerliğinden aldık götürdük. 

Biz neşe ile, sevinç ile güvercin gibi uçar gidersek, güvercinin yuvasına geri dönüp geldiği gibi, biz de döner yine sana geliriz. Çünkü, biz o kanatları, senin kanatlarından elde ettik. 

Fer’ler, cüz’ler nereden uçarsa uçsun, yine döner aslına gelirler. Bizse varımız, yoğumuz nemiz varsa hepsini senin büyüklüğünden, lütfundan, ihsânından elde etmiştik. 

Ey Tebrizli Şems! Selâmımızı seher rüzgârından duy! İster seher rüzgârı olsun, ister güney rüzgârı olsun, onların hepsini de biz senin rüzgârından elde ettik.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXIV

“Gayb âleminden bir lâl, bu dünya mağarasına düştü! O, benim madenimin yüceliğini gördü de, şaşırıp kaldı! Dün gece can, o ay yüzlüye diyordu ki: Gönlümü incittin, yaraladın! Ey merhametsiz sevgilim; acımadan attığın kanlara bulanmış şu oka bak!..” Mevlâna

Yapılan işin gayb âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tâbî değildir.

Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır.

Meselâ Amr’a Zeyd bir ok atar; o ok, Amr’ı kaplan gibi yaralar.

1660. Yara, bir yıl kadar Amr’ın vücudunda ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hakk yaratmıştır, insan değil.

Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse, yâhut ölümüne kadar bedeninde yaralar, bereler vücuda gelir de,

O ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e; ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de!

Hepsi, Tanrı’nın icâdıysa da o ağrıları Zeyd’e nispet et! 

Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri; hep Hakk’a mutîdir.

1665. Velîlerde Tanrı’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku, yoldan geri çevirirler.

Tanrı velîsi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar. Fakat bunu, Tanrı eliyle yapar.

Tanrı kudretiyle; söylenmiş sözü, söylenmemiş bir hâle getirir. Bir hâlde ki ne şiş yanar, ne kebap!

Bütün kalblerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.

Ey ulu kişi! Sana delil ve hüccet gerekse “Min âyetin ev nünsiha” âyetini oku!

1670. “Ensevküm zikri” âyetini de oku da velîlerin kalblere nisyân koymaları kudretini anla!

Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kâdirdirler; şu hâlde herkesin gönlüne hâkimdirler.

Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.

Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız, ama Kur’ân’da “Ensevküm” âyetini bir okuyun!

Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrinde buyuruyor ki: “Herkes cennetini ve cehennemini âlem-i dünyada kendisi hazırlar. Nitekim, hadîs-i şerîfte, ‘İnsanlar amelleriyle mücâzât olunurlar; eğer hayır ise, hayırdır, ve şer ise, şerdir.” Ve kezâ âyet-i kerîmede, ‘Kim ki zerre ağırlığınca hayır işlerse onu görür; ve kim ki zerre ağırlığınca şer işlerse, onu görür’ (Zilzâl, 7-8) buyrulur. İşte muhakkiklerin cennet de burada, cehennem de burada dediklerinin vechi budur. İmdi, söz ve fiil bizden sâdır olmakla beraber, bizim eserimiz değildir; belki bu suretlerin gayb âleminde meydana gelmesi de Hakk’ın yaratmasıyladır; zîrâ vücutta Hakk’dan başka mutasarrıf yoktur. Misâl olarak, suların bir tarafa akmasında su yolunun katkısı olmasıyla beraber, suların varolmasında asla etkisi yoktur.”

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de, “Kâfir de Tanrı’nın noksan sıfatlardan ârî olduğunu söyler, onu teşbih eder, inanan da” diye buyurur, “Çünkü Ulu Tanrı haber vermiştir; kim doğru yolu tutar, doğruluğa çalışır, şerîate, peygamberlerin, erenlerin yollarına uyarsa onda bunca hoşluklar, aydınlıklar, dirilikler belirir; bunun tersine hareket edenin gönlünde de böylece karanlıklar, korkular, kuyular, belâlar baş gösterir demiştir. Mâdem ki her ikisi de bu yolları tutmuşlar, Ulu Tanrı’nın vâdettiği şeyler, artıksız eksiksiz doğru olacak, çıkacaktır. Şu hâlde ikisi de Tanrı’yı teşbih ediyor; o bir dille, bu bir dille; fakat bu teşbih edenle, teşbih eden arasında fark var. Meselâ, bir hırsız hırsızlık eder; onu tutarlar, darağacına asarlar; o da Müslümanlara öğüt vermede, hırsızlık edenin hâli budur demededir. Birisine de padişah, emînliği, doğruluğu yüzünden elbise verir; o da öğüt vermededir Müslümanlara; fakat hırsız o dille öğüt verir, emîn kişi bu dille. Sen, iki öğütçünün arasındaki farkı seyret.”

‘Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri; hep Hakk’a mutîdir.’

“Bir mürşid-i kâmil, hitâbî konuşur. Onun aklı Hazreti Muhammed’in aklıyla kemâl bulmuş, bütün vücudunu O sarmıştır ve içinden ne doğarsa, yolcusuna onu sunar. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder:

“Kâmil mürşid, hidâyet ışığını çevresine yayarak, insanların içindeki gam ve sıkıntı karanlıklarını giderir, aydınlığa kavuşturur. Mürşid-i kâmil, her devirde bir tanedir ve hakîkaten Allah’ın bütün kuvvet ve kudretlerine sahiptir. O, bir güneşe benzer. Ona sevgiyle temas eden herkese lütufta bulunur, onda kahır nâmına bir şey yoktur. Lütfuyla ahlâkımızda bize yaramayacak ne kadar kirler varsa onları yavaş yavaş temizler. Biz ondan mesafe bakımından ne kadar uzak olsak da, o daima bizimle beraberdir. Onun için zaman mekân diye bir şey yoktur. Zaman, tabîatın icâbı ve tabîata mahkum beşerî bir icâttır. Güneşte oturabilen bir insan için gece, gündüz, ay, sene denilen şeyler, yâni zaman olur mu? Kâmil mürşid için de, ne zaman vardır ne mekân. Biz ondan binlerce kilometre uzaklarda olsak bile, herhangi bir maddî, mânevî tehlike anında ondan yardım istersek, bizi mutlak ve mutlak kurtarır. Yeter ki ondan akıl uzaklığıyla ayrı olmayalım. Çünkü akıl uzaklığı, mekân uzaklığıyla mukayese edilemeyecek kadar müthiş bir mesafedir ve mürşid-i kâmil sadece oraya gidemez. İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemez. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır.”

‘Ey ulu kişi! Sana delil ve hüccet gerekse ‘Min âyetin ev nünsiha’ âyetini oku! ‘Ensevküm zikri’ âyetini de oku da velîlerin kalblere nisyân koymaları kudretini anla! Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kâdirdirler; şu hâlde herkesin gönlüne hâkimdirler. Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz. Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız, ama Kur’ân’da ‘Ensevküm’ âyetini bir okuyun!”

“Biz bir âyetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yâhut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara, 106)

“Siz onları alaya aldınız. Öyle ki, zikrimi size unutturdular. Siz onlara hep gülüyordunuz.” (Müminûn, 110)

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXIII

Tâcirin, Hindistan dudularından gördüğünü duduya söylemesi.

1645. Tâcir alışverişi bitirip muradına nâil olarak evine geldi.

Her köleye armağan getirdi, her halayığa ihsânda bulundu.

Dudu, “Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.

Tâcir, “Söylemem. Zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak,

Cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye hâlâ pişman olup durmaktayım” dedi.

1650. Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete, bu gama ne sebep oldu?” dedi.

Tâcir dedi ki: “Şikâyetlerini sana benzeyen dudulara söyledim.

İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.

Ben ‘Ne yaptım da bu sözü söyledim’ diye pişman oldum ama bir kere söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir?”

Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.

1655. Oğul, o ok, gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek.

Sel önce bir kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harâb etse şaşılmaz.

Hazreti Ali, selâm olsun üzerine, “Dilinizi iyi kullanınız; o sizi saadete götürdüğü gibi, felâkete de götürebilir” diye buyurur.

Yüce Pîr Hüdâvendigâr Mevlana da, selâm olsun üzerine, “Kalbi ile sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır” der.

‘Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.’

“Gerçek olan odur ki, insanın sadece sözleriyle değil davranışlarıyla da topluma örnek olup başkalarının düzelmesine vesîle olması ve böylece birçok kişinin gerçeği onun sözlerinde ve davranışlarında görmesidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder, “İnsanın, düşüncede, niyette, sözde ve davranışta önce Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmesi şarttır. Öyle ki, kâinatta görünen ve görünmeyen her şey Allah’ın varlığından oluşmaktadır O’nun varlığının bir parçasıdır. İşte bunun için insanın şartsız olarak, düşüncede, niyette, sözde ve davranışlarında Allah’ı sevmesi ve Allah’ın varlığı olan kâinattaki her şeyi, topraktan ağaca kadar bütün bitkileri, ufacık bir kelebekten gökte uçan kuşa kadar bütün hayvanları, iyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle bütün insanları sevmesi ve sevgiden söz etmesi gerekir. 

Bizlere en büyük örnek en başta Hazreti Muhammed Efendimiz ve İmam Ali Efendimiz, Ehlibeyt Efendilerimiz, Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna ve bütün Evliyâullah’tır. 

İnsan düşünceden ibarettir, düşünmeden dil dökmeye başladı mı çok büyük kayıplara gider. Düşünerek konuşmaya başlayan kişi; dokuz sefer yutkunacak, söyledikleri başta kendine hitâb edecek, hoşuna giderse sonra bunu karşı tarafa ikrâm edecek. İşte o zaman güzel bir dil sarfetmiş sayılır. 

Kim susar da yanındakinin ayıbını saklarsa Allah da onun ayıbını saklar. Acı sözler sarf etmenin kimseye faydası olmaz. Kaldı ki faydalı ve az söylemek hikmete, mânâsız ve çok söz söylemek cehâlete işarettir.

Dil tatlı olacak ama, göz de güzele bakacak ki dil tatlı olsun. Bahçede ne kadar çiçek olursa olsun sen gözünü gülden ayırma.”

Kasîde:

“Ey aşıklar, boş durmayın, şu beden yükünü üstünüzden atmaya çalışın! Çünkü, beden ile can kalmayınca, gönlünüz şu ağır beden yükünden kurtulur da gökyüzüne uçar gider. 

Gönlünüzü, canınızı hikmet suyuyla yıkayın, gönül tozları gitsin de, gözleriniz hasretle şu kirli yeryüzüne takılıp kalmasın, göklere çevrilsin. 

Dünyada bulunan her şeyin canı aşk değil midir? Aşktan başka ne varsa hepsi de fânî, hepsi de ölür gider. Dünyada ebedî olarak kalan ancak aşktır! 

Ey insanoğlu, senin yokluğun doğuya, ecelin de batıya benzer. Bu doğu ile batı, başka bir gökte bulunmaktadır. Çünkü senin şimdi gördüğün gökyüzü de fânîdir. O da gelip geçicidir. 

Göklerin yolu, senin içindedir. Aşk kanadını çırp da uçmaya bak! Aşk kanadı kuvvetlenince artık merdiven kaygısı, merdiven gamı kalmaz. 

Dünyayı dışından görme, çünkü senin gözünün içinde bir başka dünya var. Bundan senin haberin yok. Sen bu görünen dünyaya gözünü kapa da, gözünün içindeki dünyayı görmeye çalış! Şunu iyi bil ki, sen iki gözünü de kapayınca, bu gördüğün dünyadan hiçbir şey kalmayacaktır. 

Senin gönlün bir dam gibidir. Hislerin, duyguların, gönül damının oluklarına benzer. Oluklar kalmayınca, sen damdan su içmeye bak. 

Sen bu gazelin tamamını, geri kalanını gönlümden, gönül defterimden oku! Sen benim dilime bakma, çünkü zamanı gelince dil de kalmaz, dudak da kalmaz! 

İnsanın bedeni yaydır. Sözü, nefesi de beden yayının oklarıdır. Ok ile okluk gidince yay bir iş yapamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXII

“Rabbinin katından açık bir belgesi olan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilen ve nefslerinin arzularına uyan kimseler gibi midir?” (Muhammed, 14)

1635. Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileriyle doldurursun.

Önce can çocuğunu şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.

Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melûn şeytanla süt kardeşisin!

Nur ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.

Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren yağa su de!

1640. İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkât helâl lokmadan meydana gelir.

Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!

Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası doğduğunu gördün mü?

Lokma tohumdur, mahsûlü fikirlerdir; lokma denizdir, incileri fikirlerdir.

Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağza alınan lokmanın helâl olmasından doğar.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Haram da helâl de açık ve aşikârdır. Sen şüphe ettiğin şeyi, şüphe etmediklerine terk et” diye buyurur.

Ahmet Avni Konuk, Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerini şöyle yorumlar: “Eğer sen suret âleminin hayaliyle doldurmuş olduğun kalbini boşaltırsan, ilâhi mârifetle doldurursun ve senin suretî âlemden en ziyâde muhabbeti ile meşgul olduğun şey, kendi benliğin ve varlığındır. Yâni henüz çocuk gibi olan canını şeytanî vehmin emzirmesinden men et; ondan sonra nefsânî sıfatın saf olsun. Ondan sonra da melek cinsinden olup, vücudun Hakk’ın nuru ile lâtif olsun. Sen cehâlet zulmeti içinde kaldıkça ve suret âlemine bağlı kalıp, onların gamıyla sıkıntıda oldukça, melûn nefsinle süt kardeşisin… ‘Kürre’ at ve eşek yavrusuna derler. Yâni her şeyden kendi cinsi çıkar. Binâenâleyh helâl olan lokma lâtiftir. Semeresi olan sözler ve fiiller de, kendi cinsinden lâtif olur. Haram lokma habîstir; dolayısıyla onun semeresi olan sözler ve fiiller de habîs olur. Emr-i ilâhîye meyil, âlem-i ruhanîyete intikâl azmi hep helâl lokmadan olur.”

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle bir hikâye anlatır: “Dervişin birinin bir yamağı vardı. Onun için bir şeyler derer devşirirdi. Günün birinde derip devşirdiği şeylerle dervişe yemek getirdi. Derviş yedi, yattı. Geceleyin düşü azdı. Bu yemeği kimden aldın, getirdin diye sordu. Yamak, güzel bir kız verdi bana dedi. Derviş, vallahi dedi yirmi yıldır, düşüm azmamıştı. Bu, onun verdiği yemekten oldu… Dervişin çekinmesi, herkesin lokmasını yememesi gerektir. Çünkü derviş lâtiftir, her şey tesir eder ona, her şey görünür, belirir onda. Hani temiz, ak bir elbisede azıcık bir karalık olsa hemen görünür ya… Onun gibi. Amma bunca yıldır, pislikten kararmış, aklığı karalığa dönmüş kapkara bir elbiseye binlerce çeşit yağ damlasa, bu elbisede binlerce çeşit kir pas bulunsa, halka da görünmez, o elbiseyi giyene de. Mâdemki iş böyle, dervişin de zâlimlerin, haram yiyenlerin, bedenine tapanların lokmalarını yememesi gerek. Çünkü, o kızın lokmasından dervişin nasıl düşü azdıysa bu çeşit adamların lokması da dervişe tesir eder, o yabancı lokmadan kötü, bozuk düzen düşüncelere dalar.”

‘Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!.. Lokma tohumdur, mahsûlü fikirlerdir; lokma denizdir, incileri fikirlerdir. Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağza alınan lokmanın helâl olmasından doğar.’

“Hazreti Muhammed, Ehlibeyt ve Hazreti Mevlâna da bizler gibi beşerdiler. Onlar da bizler gibi yediler, içtiler, evlilik yaptılar. Yalnız onlar dürüstlüğü elden bırakmayıp, dünya varlıklarına tamah etmediler, yalandan, hırstan kaçınarak, helâl işlerin peşine koştular. Hayatlarını hep Allah’la huzur içinde geçirdiler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Ancak nefsini tamamiyle temizleyen bir insan, ‘Her şey Allah’tan’ diyebilir. Böyle olan insanlar, irâdelerini Allah’a teslim etmişlerdir. İrâdesini Allah’a teslim eden bir kimsenin yapacağı bütün işler Allah irâdesi ile olur. Ancak böyle kimseler için haram, helâl kalmaz. Yâni, onlar, tabîatları gereği haram olan fiilleri zaten yapmazlar.”

Şiir:

“Ey gönül, Allah’tır seni yaratan, 

Çağırıp sesini duyurmaya bak. 

Bu nasıl perdedir kalkmaz aradan, 

Uğraşıp ey dost, perdeyi kaldırmaya bak. 

Bu dünyayı dörde bölüp hesap et, 

Sıratı, sıfatı inceleyip seyret, 

Bütün kötülükleri önünden defet, 

Mânâ dolu sözlerini duyurmaya bak. 

Niceleri geldi geçti bu handan, 

Doymuyor bu nefs hiç dünyadan, 

Ne olur dostum şu canı bir bağışlasan, 

Canını Canana bağışlamaya bak. 

Kurduğu nizâma karışmam artık, 

Bazı zaman oldu bu candan bıktık,

Belki bilmeyerek yolundan çıktık, 

Ey dost, irşâd olmak için bir mürşid-i kâmile bak…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXI

“Bir su damlasının kalbini yararsan, orada bir deniz bulursun!” Şebüsterî

Tanrı, yarattığını eşsiz, örneksiz olarak yaratır; üstâda tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur.

Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstâda tâbidir, örneğe muhtaçtır.

Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir virâneye çekil ve gözyaşı dök!

Çünkü Âdem, Tanrı itâbından ağlamakla kurtuldu; tövbekârın nefesi ıslak gözyaşlarıdır.

1630. Âdem, yeryüzüne ağlamak için, daima feryâd etmek, inlemek ve mahzûn olmak için gelmiştir.

Âdem, firdevsten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en âdî yere, tâ kapı dibine, özür dilemek için gitti.

Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!

Gönül ateşiyle gözyaşından çerez düz. Bağ da, bahçe de, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir.

Sen gözyaşının kadrini ne bilirsin? Görmedikler gibi ekmek aşığısın!

Allah’ın isimlerinden biri de ‘Mübdî’dir, yâni bütün varlıkları, bir eşi benzeri olmadan yoktan var eden, varlığı başlatandır. ‘Üstâda tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur.’

Ahmed Avni Konuk, tefsîrinde şöyle der: “Ey sâlik, sen kemâle ermek istersen, evvelâ nefsinin sıfatından kibrini ve kendini beğenmeyi kırmak için bir virâneye çekil, hırkaya bürün ve gözyaşı dökerek Hakk’a niyâz eyle ki, buna karşılık olarak Hakk’ın rahmeti tecellî etsin; zîrâ Hakk kalbi kırıkları sever.”

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, Makalat adlı eserde, “Muhammed ümmeti kırık gönüllü olmalıdır. Daha önce gelip geçen ümmetlerin tenleri kırıktı, sonra gönül kırıklığına ulaştılar” diye buyurur ve şöyle devam eder: “Ene’l Hakk, diyen Hallac, doğru dürüst kendini kurtaramadı. O, Muhammedî idi, gönlü kırık bir Müslümandı. Amma, Rabbim en büyüktür, demekle yetinmedi. Şimdi Ayaz’ın çarığından çarık kalmadı. Onun yapıldığı deriden deri de kalmadı. Onun niyâzı hep nâz oldu. Çünkü sevgilinin kokusunu aldı. Sevgili ise hem nâzenindir, hem nâzdır. O bir deri bir kabuktur, ama nitelikleri vardır… Zaman olur ki, bu yoldan akan su öteki yolu boşaltır, kendi yoluna geçer; gâh o yoldan gelen su, bu tarafa akar. işte bu yollardan ve çeşitli arklardan geçip de suyun kaynağına gidenler ondan içerler, içine dalarlar, ıslanırlar. Onlar artık o dallardan ve onların kökünden, kaynağından kurtulmuş olurlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırar aşağı düşerler, ağacın gövdesini yakalayanlar ise bütün dalları elde etmiş olurlar. Sevgilinin yurdunda, keyifleri yerindedir. Yerler, içerler, akıldan geçerler; ama sevgilinin evine yol bulamazlar, sevgiliye de kavuşamazlar. Yüksek akıllı ve düşünceliler nasıl olur da istemezler mi ki, herkeste de bu akıl bulunsun? Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum, der. Onun bu ilâhî akıldan haberi yoktur.”

‘Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü! Gönül ateşiyle gözyaşından çerez düz. Bağ da, bahçe de, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir.’

Kasîde:

“Ey aşık! Hadi, gökler gibi dön; susmuş fakat bütün söz kesilmiş olarak… 

Ey sâki! Gözyaşlarıma, bahar bulutu gibi gül dök, şarap getir. Tövbemiz henüz dürüst değildir, benim kırık gönlümden elini çek. 

Ey sâki! Kadehi durmadan sun ki, canımı önüne saçayım; aşkta bir kadehi içip boşaltıncaya kadar kanlı gözyaşlarıyla kucağımı doldurayım; aşk yolunda her gün gök gibi yeni işe başlayalım… Ooh… Bu ne güzel başlangıç, bu ne güzel iştir… 

Şarabın tortusu ve gönül derdi benimle arkadaş, şarabın tortusu ve gönül derdi bu ikisi de yârin gamıyla arkadaştırlar… 

Bu külhânda başım önümde, tövbe ve istiğfardan vazgeçmişim; kilisenin kuytu bir yerinde, aşıklar dersini veriyorum. Minberin ayağını direğin başına astım. Ben fânîyim, bütün hiçim ama bâkîyim. Duvar suretindeyim ama sırf ruhum. 

Ey sâki! Gönlümden bir ah çeksem bu ahımın sesi, sende de yankılanır. Bizim şarabımızı sen başka bir kadehten ver. Zîrâ biz ne mestiz, ne ayık…

Aşıkların bulunduğu yerin ucubucağı, dibi yoktur. O, kâbenin de meyhânenin de üstündedir. Aşıklar eğer dostsuz bir nefes alsalar, hırkaları da tesbihleri de zünnâr olur. 

Biz hepimiz bu yolun susamışlarıyız; aynı zamanda da kalender gibi candan doymuşuz. Aşkın mestiyiz; uzun bir yola, çetin bir geçide yüz çevirmişiz; sofrada azık kalmamış, binek atı tâkatten düşmüş, sahra karanlık, yürünecek yol uzun, öyle sonsuz bir yol ki, her saat onun binlerce ve yüzbinlerce fedaisi var…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXX

Sihirbazların, “Ne buyurursun, âsâyı önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” diyerek Musa Aleyhisselâm’a hürmet edip onu ağırlamaları, Musa’nın da, “Siz atın” demesi.

Melûn Firavun’un zamanında sihirbazlar Musa’ya kin güderek mücâleye giriştiler.

Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar. Zîrâ ona “Ferman senin. İstiyorsan önce sen âsânı at” dediler.

Musa, “Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun” dedi.

1615. Musa’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet, din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri, ayakları kesildi.

Sihirbazlar, Musa’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık olarak ellerini, ayaklarını fedâ eylediler.

Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; mâdemki sen kâmil değilsin, yeme ve sükût et!

Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.

Çocuk önce, süt emme kâbiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamiyle kulak kesilir.

1620. Lâkırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerektir.

Kulak vermezse “ti, ti” diye mânâsız sözler söyler; kendisini âlemin dilsizi yapar.

Anadan sağır olan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin?

Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir.

Evlere, kapılarından girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın!

1625. Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, 1614. beyitte, Kur’ân-ı Kerîm’deki, Tâhâ sûresi 65. ve Yunus sûresi, 80. âyetlerine işaret etmektedir ki, bu âyetlerde, “Sihirbazlar dediler ki, yâ Musa, sen mi atarsın yâhut evvel biz mi atalım? Musa onlara dedi: Atacağınız şeyi atın!” diye buyrulmaktadır.

‘Musa’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet, din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri, ayakları kesildi.’ Yâni, sihirbazların Musa’ya gösterdikleri hürmet imanlarına sebep olduysa da, mukâbeleye cüretleri el ve ayaklarının kesilmesine sebep oldu.

Nitekim, yine Kur’ân-ı Kerim’de, A’raf sûresinin 204. âyetinde, “Kur’ân okununca dinleyin, susun da acınmışlardan olun” diye buyrulur. 1618. beyitte geçen ‘Ansitû’ sözü de, âyetteki ‘Susun’ mânâsına gelmektedir.

‘Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; mâdemki sen kâmil değilsin, yeme ve sükût et! Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.’

Mürşid-i kâmiller kitâbî konuşmazlar, hitâbî konuşurlar. Bu demektir ki onlar, Hazreti Muhammed’in bendesi olmaları cihetiyle, Kur’ân-ı Nâtık’tırlar, yâni söyledikleri her söz, Kur’ân’dandır. Bu sebeple, mürşid-i kâmilin huzurunda susmak, edeb almak ve can kulağıyla dinlemek gerekir. 

Nitekim, Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle der: “İnsan, kulaktan beslenir, muhabbetle aydınlanır. Biz her zaman şunu deriz: ‘Nerde muhabbet, orda Muhammed.’ Muhabbet olmayan bir yerde Muhammed bulunmaz.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Cuma günü imam hitâpta bulunurken, dinlemeyip de lâkırdı eden adam, kitapları yüklenmiş eşek gibidir. Mevcut olan cemaatten de her kim, o lâkırdı edene sus diye söylerse, onun da cuması yoktur.”

Zîrâ, bir menkîbede anlatılır ki: “Peygamber Efendimizin zamanında, Sahâbe bir pervâne gibi O’nun etrafında dolaşır ve O’ndan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşguliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi takip eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.”

“Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’ân dışı değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nurdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir” der Hasan Dede, “Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.”

Şems-i Tebrizi Hazretleri de çok güzel buyurur ve der ki: “Hazineden anlamayan yalnız onun sözünü işiten ve gören kimse için hazine ancak bir armağandır.”

Mürşid-i kâmiller, Ali sıfatını taşırlar. Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz ilmin şehri, Hazreti Ali de o şehrin kapısıdır.

‘Söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir. Evlere, kapılarından girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın! Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.’

Ne güzel söyler Hasan Dede… “İçimizde, bize benzeyen biri vardır. Aslında biz, O’yuz. Görünen şu beden onun evidir. Dışardan görmek isteyen bizi, bu evin içinde nasıl görecek? Hakîkisini görmek için, içeri girmek lâzım. İçeri girdin mi, işte orada söz biter; orada sohbet, kelâm, harfler yoktur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXIX

Feridüddin Attâr’ın -Tanrı ruhunu takdîs etsin- sözünün tefsîri.

“Ey gâfil! Sen nefs ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönle sahip olan kişi, zehir bile yese o zehir, bal olur.”

1600. Gönle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyân gelmez.

Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı tâlib, henüz harâret içindedir.

Peygamber buyurdu ki: “Ey cüretli tâlib! Sakın, hiçbir matlûb ile mücadele etme!”

Sende Nemrud’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol!

Mâdemki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci… aklına uyup kendini denize atma!

1605. Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyânlardan bile bir hayli fayda elde eder.

Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir.

O gerçek er, Tanrı’ya makbûl olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.

Nâkıs kimsenin eli ise şeytanın, ifritin elidir. Çünkü şeytanın teklif ve hile tuzağına tutulmuştur.

Kâmile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nâkısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir.

1610. İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kâmil, kâfir bile olsa o küfür, din ve şerîat hâline gelir.

Ey yayan olduğu hâlde süvâri ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada kazanamayacak, onu geçemeyeceksin, iyisi mi, dur!

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle bir menkîbe anlatır:

“Bir gün miskinin biri Hazreti Ali’nin yanına gelerek: ‘Yâ Ali, çoluk çocuğum üç gündür aç, ne olur bana bir yardımda bulun’ der. 

Hazreti Ali, yerden bir avuç toprak alınca miskin, Ali beni boş çevirmemek için toprak ikrâm edecek, diye düşünür.

Hazreti Ali içinden duada bulunarak elini uzatır, toprak miskinin eline düşer düşmez altın olur. Miskinin gözleri fal taşı gibi açılır. 

‘Yâ Ali, ilerde yine böyle bir sıkıntıya düşersem seni rahatsız etmeyeyim, bir avuç toprak alıp okuyayım, altın olsun. Bana o duaları söyler misin?’ 

‘Tabî söylerim, üç İhlâs bir Fâtiha okudum, sonra da Hu çektim.’ 

Miskin, ‘Aaa! Ne kadar kolaymış’ der ve hemen yerden bir avuç toprak alarak, üç İhlâs bir Fâtiha okur ve Hu çeker, fakat toprak altın olmaz. ‘Yâ Ali, okudum, Hu da çektim, ama toprak altın olmadı.’

‘Olmaz kardeşim, olması için gerek ki sana gönlümü de vereyim’…”

Ahmed Avni Konuk şöyle buyurur: “Tâlibden maksat, kemâle ermemiş olan sâlik; matlûbdan maksatsa, insan-ı kâmildir ki, onlar Hakk’ın matlûbları ve makbûlleridir. Yâni ey nefs sahibi, kendini kâmiller ile beraber tutup onlara muhâlif olma!.. Dünyevî zevkler çok derin bir deniz gibidir.  Sen bu denizde yüzmesini bilmezsin ve dalgıçlar gibi denizci de değilsin, o hâlde nasîhat verenlere karşı serkeşlik ederek kendini nefs denizine atma ki, boğulmayasın. O dalgıç gibi denizci olan insan-ı kâmil, o denizin dibinden gevher getirir, yer, içer. Fakat onun yediği içtiği, vücudunda ilim ve irfâna, güzel ve hayırlı işlere dönüşür.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” buyrulmuştur. (Fetih, 10)

‘Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir. O gerçek er, Tanrı’ya makbûl olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.’

Kasîde:

“Seni övdüğüm zaman söylediğim sözleri ölü bir müride söylesem, mürid dirilir, kefenini atıp kalkar! 

Hâlbuki, benim müridim ölmez! Çünkü o, lütuflar sahibi Hakk’ın sakîlerinin elinden âb-ı hayat içmiştir! 

Ey dirilere kurtuluş, ölülere can olan sevgili! Sen; içimde put yontarsın, dışımda put kırarsın! 

Rüzgâr, senin yüzünden perdeyi şöyle bir kaldırsa, gül, utancından erir, su olur! Ne yeşillik güzel kalır, ne de ben kalırım! 

Bir ân için olsun, şaraba benzeyen dudaklarını açarsan, gül bahçesinde her yaseminin yaprağı mahmurluktan üç batman olur! 

Bir zaman gelir de, aşıklara dem sunar, gönül verirsen, can, zahitlikten kurtulur; biz de, kendimizden geçer gideriz! 

Senin bir şeyini çalmadıysa, gönlü niçin asmışlar? Hırsızın sonu asılmaktır; başka çare yok! 

Her güzellik hırsızı böyle asılsaydı, bütün âlem, kadın erkek hırsız olmak sevdasına düşerdi! 

Bu çeşit asılmaktaki kerâmetlerin küçüğü, âb-ı hayat içmektir, ölümsüzlüğe ermektir! 

Mumdaki yanışın tadını zümrüd-ü ankâya tattırsaydın, ona pervâne gibi kanatlar vermiş olurdun da, kendisini yakar yandırırdı! 

Sanatındaki güzellik, bir ân için puthâneye düştü de, bazen puta tapan, put oldu, bazen de put, puta tapan oldu! 

Hazreti Ahmed’in medh ü senâsı haçın üstüne nakş edilince, puttan vahdet sırları apaçık duyuldu! 

Ey Hoten güzeli! Aşkın geldi, gönlün üstüne bindi de, dedi ki: ‘Böyle bir atı koşturdukça koşturmalı.’

Coşkunluğun, aklımı başımdan aldı; ben, fitnelere düştüm! Zaten akılsızın nasîbi, fitnelere düşmektir; ona bu lâyıktır! 

Ben neredeyim, şiir nerede? Fakat, Türk’ün biri gelir de bana nefes ederse üfürürse, ona; ‘Hey; sen kimsin?’ derim! 

Türk kim, Tâcik kim, Rum kim, Zenci kim? Sen, mülk sahibisin; her gizliyi, her açığı çok iyi, inceden inceye bilirsin! 

Şiirim, şiirin elbisesidir; fakat, şiirin içinde kim var? Ya elbiseyi süsleyen huri, yahut da elbiseyi soyan şeytan!.. 

Şeytanın şiirini başımızdan atalım, huriyi bağrımıza basalım!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVIII

Tâcirin, kırda Hindistan dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi.

Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.

Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emânet ettiği sözleri söyledi.

1585. O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.

Tâcir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım.

Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir.

Bu işi niye yaptım, o haberi niye verdim? Bu münâsebetsiz sözle biçâreyi yaktım, yandırdım.”

Bu dil, çakmaktaşı ile çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe benzer.

1590. Mânâsız yere gâh hikâye yoluyla, gâh lâf olsun diye çakmaktaşı ile çakmak demirini birbirine vurma!

Zîrâ ortalık karanlıktır, her taraf pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur?

Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.

Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri arslan eder.

Canlar aslen İsa nefeslidir; bir ânda yara, bir ânda merhem olurlar.

1595. Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.

Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, hâris olma, bu helvayı yeme!

Ferâset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.

Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Hayrı söyle ve yoksa sus!” diye buyurur.

‘Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.’

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, Nehc’ül Belâga’da şöyle buyurur: “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, katından ‘Elif Lâm Mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık derler de öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar onlar’ âyeti inince (Ankebût, 1-2) bildim ki Resûlallah aramızdayken fitne inmez bize. Yâ Resûlallah dedim. Allah’ın sana haber verdiği bu fitne nedir? Buyurdu ki: Yâ Ali, ümmetim benden sonra fitneye düşer. Ben, yâ Resûlallah dedim, Uhud günü, Müslümanlardan şehit olanlar oldu; bense şehâdete erişemedim; bana bu, pek ağır geldi; müjdelerim seni, şehâdet bundan sonra nasîb olacak sana buyurmuştun; bu mudur fitne? Resûlallah, evet buyurdu, bu böyledir; o vakit nasıl sabredeceksin? Ben, yâ Resûlallah dedim, bu durak sabır duraklarından değil, müjde duraklarından, şükredilecek bir durak. Resûlallah, yâ Ali buyurdu, kavim, mallarıyla fitneye, sınanmaya düşecek, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak; rahmetini dileyecekler, fakat azâbından emin olacaklar, bize azâb etmez diyecekler. Harâmını, yalancı şüphelerle unutturucu dileklerle helâl sayacaklar. Ben, yâ Resûlallah dedim; bu çağda hangi konağa indireyim onları, ne sayayım onları? Dinden dönmüş mü sayayım, sınanmaya düşmüş mü? Buyurdular ki: Sınanmaya düşmüş say.”

‘Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.’

Ahmed Avni Konuk tefsîrinde şöyle açıklar: “Ruhlar, kendi asıllarında İsa gibi ruhullahtır. Binâenâleyh o hazretin nefesi ölüleri nasıl ihyâ ederse, bunlarda da ölüleri diriltme hâssası vardır. Fakat ne vakit ki çokluk âlemine dalar ve surete bağlanırlar, işte o vakit nefsanî sıfatlara tâbî olduklarından, bazen yara ve bazen de merhem olurlar. Yâni nefsanî sıfatların nüksetmesiyle bazen birçok fitnelere ve kalb yaralarına sebep olurlar. Ve bazen de nefsanî sıfatların hükmünden bir ân için olsun uzaklaştıklarında, o fitnelere karşı uzlaştırıcı olurlar. Eğer ruhlardan nefsanî sıfatlar tamamen kalksa idi, her bir ruhun kelâmı Mesîh gibi ölüleri diriltir ve kalblere ferahlık verirdi. Eğer bu çokluk âleminde sözü şeker gibi tatlı söylemek ve tesîrini nefs sahiplerinin kalblerine yerleştirmek istersen, nefsinin isteklerine karşı sabırlı ol ve çokluk âleminin helvasından ve tatlılıklarından yeme. Nitekim, helvadan maksat dünyevî ve nefsanî isteklerdir. Akl-ı nefs olanlar çocuklara benzer; onlar dünyevî zevklere karşı asla sabredemezler. Ehl-i ruh olanlar ise akıllı olanlardır; onlar her bir lezzetin arkasında bin belâ olduğunu görüp, sabrederler.”

‘Bir cana kıydım. Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir…’

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur der ki: ‘Bu kâinatta ne görüyorsanız hepsi Allah’ın ailesidir. Allah da benim sevgilimdir. Sakın ailemden birini incitmeye kalkmayın, yoksa sevgilim incinir…”

“Biz, bize ‘kötü’ diyenleri tenkit etmek bile istemeyiz. Çünkü olabilir ki, bu tenkitten onların gönülleri incinebilir. Onların gönlü, Allah’ın gönlüdür, bizim gönlümüzdür; hepimizin gönlü, aynı gönüldür. Yıktığın gönül, senin. Yıkarsan, kendi malını yıkmış, harâb etmiş olursun. Allah, ayırım bilmez; şu Arap, şu Türk demez. Çünkü O, her varlığın anasıdır; hiçbirinin incinmesini istemez. İncitenden ayrı, incinenle beraberdir. Biz de yüzümüzü Allah’a döndüysek, söyleyeceğimiz sözlere çok dikkat etmeliyiz. Bilelim ki kimi incitiyorsak, Allah’ı incitiyoruz demektir” diye buyuran Hasan Dede’nin şu şiiri, selâm üzerine olsun, tamamiyle Mevlâna’nın yukarıdaki beyitlerinin izâhı gibidir ve ne kadar güzeldir… 

“Dil çakmak taşıyla demire benzer, 

Söz kıvılcım olur kavrulur her yer. 

Sakın lâf söyleme mânâsız yere, 

Taşı yerli yersiz vurma demire. 

Ortalık karanlık her taraf pamuk, 

Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk. 

Cahiller gâfletle bir söz söylerler, 

Akılları bozup berbât eylerler. 

Tek sözle mahvolur âlemdekiler, 

Bir arslan kesilir ölü tilkiler. 

Perdesiz olaydı canların özü, 

Can veren olurdu onların sözü. 

İstersen sözünün hoş olmasını, 

Yememen gerekir hırs helvasını. 

Helvayı çok sever küçük çocuklar, 

Erenlerde ise sonsuz sabır var.

Göklere yükselir sabrı bilenler, 

Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVII

İlâhî akıl kuşlarının kanatlarının evsâfı.

Can dudusunun hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerde kuşlara mahrem olan kişi?

Nerde zayıf ve günâhsız bir kuş ki onun içine Süleyman, askerleriyle ordu kurmuş olsun!

Şükür yâhut şikâyetle feryâd edince yere, göğe zelzeleler düşsün!

Her demde ona Tanrı’dan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Yâ Rabbi” deyince Hakk’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin!

1575. Hatası, Tanrı indinde ibâdetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın!

Öyle kişiye her nefeste hususî miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususî taç koyar.

Cismi topraktadır, canı lâmekân âleminde, o lâmekân âlemi, sâliklerin vehimlerinden üstündür.

O lâmekân âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.

Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tâbîyse mekân âlemiyle lâmekân âlemi de, o âlemin hükmüne tâbîdir.

1580. Bu ilâhî akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sükût et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi bilir.

Dostlar, biz yine kuş, tâcir ve Hindistan hikâyesine dönelim.

Tâcir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selâm götürmeyi kabul etti.

Ahmed Avni Konuk, tefsîrinde, şöyle bir açıklamada bulunur: 

“Mâlum olsun ki, akıl, ruhun sıfatıdır. Ve ruhun beş mertebesi vardır ki, her bir mertebesine aklın bir sıfatı icâbet eder. 

Birincisi, hassas ruhtur, beş dış duygu ile hareket eder ve bunlardan zuhûr olan şeyleri kabul eder. Meselâ bir ses olursa duyar, nazarına bir cisim isâbet ederse görür. Bu ruh, süt emen bir çocuğun vücudunda da vardır.

İkincisi, hayalî ruhtur, beş dış duygudan zuhûr olan şeyleri hıfz eder ve icâb ettiği vakit bu ruh o zuhûr eden şeyleri akla arz eder. Bu ruhun mertebesi evvelki mertebeden yüksektir. Çocuğun gelişiminin başlangıcında bu ruh yoktur. Çünkü çocuk hissettiği şeyleri unutur.

Üçüncüsü, aklî ruhtur, bu mertebede ruh kendi sıfatı olan akla bürünür. Bu ruh his ve hayal hâricinde olan mânâları idrâk eder. Bu hâl çocuklarda bulunmaz.

Dördüncüsü, fikrî ruhtur ki, bu ruh, kelâm, mantık, fen ve felsefî ilimleri kabule istidâdı olup, okuduğu ve işittiği bu ilimleri kendi mâlumâtı arasına katar ve bunlarla bilgi dağarcığını genişletir. Zâhirî âlimlerin aklı bu mertebededir. Bu zikr olunan dört mertebedeki akıllara beşerî akıl denir. Bu akıllar, ledün ilmini idrâkten âcizdir. Onun için bu mertebedeki akıl sahipleri evliyâya muhâlefet eder, çünkü kendi tavrından hârictir.

Beşincisi, kudsî ruhtur ki, enbiyâ ve onların vârisleri olan tüm evliyâya mahsustur. Bu ruhun sıfatı akl-ı küll olup, Cebrâil onun mazhârıdır. Bu kudsî ruhtan, gayb nurları ve ilâhî sırlar coşup taşar. İlâhî akıl, bu kudsî ruh mertebesinde olan ruhlardan ibârettir. Bu ruhlar, bütün akılların mertebelerini kuşatıp mânâ âleminde ve tüm ilâhî mertebelerde kayıtsızca uçan kuşlar gibidir ve bunların kanatları, ilim, amel, şevk ve muhabbet gibi sıfatlardır.”

‘Nerde zayıf ve günâhsız bir kuş ki onun içine Süleyman, askerleriyle ordu kurmuş olsun!’

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, Fetih sûresinde, “Şüphe yok ki biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir, Allah, ümmetinin önce yapılan ve sona kalmış olan günâhlarını sana bağışlasın ve sana, nimetini tamamlasın ve seni, doğru yola götürsün diye ve sana, üstün bir yardımla yardım etsin diye. Öyle bir mâbuttur ki inançlarına inanç katsın diye inananların gönüllerine, tam bir sükûn ve huzur indirmiştir ve Allah’ındır göklerin ve yeryüzünün orduları ve Allah, her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir” diye buyrulmaktadır. (Fetih, 1-4)

Âriflerin Menkîbeleri’nde anlatılır ki: Bir gün Cenâb-ı Mevlâna, gayb âleminde bir kutub gördü ve “Yâ Rab, yâ Rab” diye seslendi. Bir hadde kadar ki, yerin ve göğün bütün cüz’leri ve cümle ulvî ve suflî ruhlar ona razı bir hâlde “Yâ Rab” dediler. Ve o esnâda nur-i ilâhî Şemseddin Tebrîzî efendimizin sırrına mazhâr olup, kendileri “Lebbeyk, lebbeyk!” demeye başladı. Bu tecellî üç sefer vâkî oldu. Cenâb-ı Şemseddin efendimiz, “İlâhi o şeyh yâ Rab diyor, ona lebbeyk de!” buyurduğunda, derhâl sırrına birbiri ardınca aralıksız nurlar çarpar ve “Lebbeyk!” derdi.

‘Öyle kişiye her nefeste hususî miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususî taç koyar.’

Kasîde:

“Gelin ey aşıklar, gelin ey iş erleri! İşe yarar şarap burada! Zaten biz de onun için bu işe koyulmuşuz. 

Her seher vakti o güzeller Peygamberinden haber gelir: ‘Gelin ey çâresizler, gelin!’ der. Aşıklara dermânda biçâreyiz. 

Aşıkların hepsinden de ‘Lebbeyk, lebbeyk!’ sesleri göklere yükselmede, onlar diyorlar ki: ‘Mânâ mushâfı sensin. Bizler ise otuzar parçaya ayrılmışız, cüz’lerden ibâretiz.’ 

Dudağı bile onun şarabını içince kendinden geçti. Biz ne yapalım? Biz demirden, kayadan ibâret bir dağ mıyız? 

Biz gökyüzü harmanında yıldızız ama, parça parça kesilsek, her parçamız bir arpa büyüklüğünde olsa, yine de bir zerre kadar sır vermeyiz. 

Biz Hazreti İsa gibi şu beden beşiğinde bağlıyız ama, Hazreti Meryem gibi Allah’ın nuruna gebe kalmışız.

Bizi bu cüz’î akılda arama! Biz onun aşk ovasına dalmışız, cüz’lerden kurtulmuşuz. 

Aşk delidir, ama biz delinin delisiyiz. Nefs-i emmâre kötülükleri emrediyor. Biz onu emrimiz altına almışız.

Ey Tebriz şehrinin iftihâr ettiği Şemseddin! Bu seferden bir kere daha geri dön! Allah aşkına gel, biz bir tek aşka, senin aşkına tutulmuşuz, o aşk ile oyalanmadayız.”