MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXIX

Feridüddin Attâr’ın -Tanrı ruhunu takdîs etsin- sözünün tefsîri.

“Ey gâfil! Sen nefs ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönle sahip olan kişi, zehir bile yese o zehir, bal olur.”

1600. Gönle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyân gelmez.

Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı tâlib, henüz harâret içindedir.

Peygamber buyurdu ki: “Ey cüretli tâlib! Sakın, hiçbir matlûb ile mücadele etme!”

Sende Nemrud’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol!

Mâdemki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci… aklına uyup kendini denize atma!

1605. Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyânlardan bile bir hayli fayda elde eder.

Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir.

O gerçek er, Tanrı’ya makbûl olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.

Nâkıs kimsenin eli ise şeytanın, ifritin elidir. Çünkü şeytanın teklif ve hile tuzağına tutulmuştur.

Kâmile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nâkısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir.

1610. İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kâmil, kâfir bile olsa o küfür, din ve şerîat hâline gelir.

Ey yayan olduğu hâlde süvâri ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada kazanamayacak, onu geçemeyeceksin, iyisi mi, dur!

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle bir menkîbe anlatır:

“Bir gün miskinin biri Hazreti Ali’nin yanına gelerek: ‘Yâ Ali, çoluk çocuğum üç gündür aç, ne olur bana bir yardımda bulun’ der. 

Hazreti Ali, yerden bir avuç toprak alınca miskin, Ali beni boş çevirmemek için toprak ikrâm edecek, diye düşünür.

Hazreti Ali içinden duada bulunarak elini uzatır, toprak miskinin eline düşer düşmez altın olur. Miskinin gözleri fal taşı gibi açılır. 

‘Yâ Ali, ilerde yine böyle bir sıkıntıya düşersem seni rahatsız etmeyeyim, bir avuç toprak alıp okuyayım, altın olsun. Bana o duaları söyler misin?’ 

‘Tabî söylerim, üç İhlâs bir Fâtiha okudum, sonra da Hu çektim.’ 

Miskin, ‘Aaa! Ne kadar kolaymış’ der ve hemen yerden bir avuç toprak alarak, üç İhlâs bir Fâtiha okur ve Hu çeker, fakat toprak altın olmaz. ‘Yâ Ali, okudum, Hu da çektim, ama toprak altın olmadı.’

‘Olmaz kardeşim, olması için gerek ki sana gönlümü de vereyim’…”

Ahmed Avni Konuk şöyle buyurur: “Tâlibden maksat, kemâle ermemiş olan sâlik; matlûbdan maksatsa, insan-ı kâmildir ki, onlar Hakk’ın matlûbları ve makbûlleridir. Yâni ey nefs sahibi, kendini kâmiller ile beraber tutup onlara muhâlif olma!.. Dünyevî zevkler çok derin bir deniz gibidir.  Sen bu denizde yüzmesini bilmezsin ve dalgıçlar gibi denizci de değilsin, o hâlde nasîhat verenlere karşı serkeşlik ederek kendini nefs denizine atma ki, boğulmayasın. O dalgıç gibi denizci olan insan-ı kâmil, o denizin dibinden gevher getirir, yer, içer. Fakat onun yediği içtiği, vücudunda ilim ve irfâna, güzel ve hayırlı işlere dönüşür.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” buyrulmuştur. (Fetih, 10)

‘Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir. O gerçek er, Tanrı’ya makbûl olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.’

Kasîde:

“Seni övdüğüm zaman söylediğim sözleri ölü bir müride söylesem, mürid dirilir, kefenini atıp kalkar! 

Hâlbuki, benim müridim ölmez! Çünkü o, lütuflar sahibi Hakk’ın sakîlerinin elinden âb-ı hayat içmiştir! 

Ey dirilere kurtuluş, ölülere can olan sevgili! Sen; içimde put yontarsın, dışımda put kırarsın! 

Rüzgâr, senin yüzünden perdeyi şöyle bir kaldırsa, gül, utancından erir, su olur! Ne yeşillik güzel kalır, ne de ben kalırım! 

Bir ân için olsun, şaraba benzeyen dudaklarını açarsan, gül bahçesinde her yaseminin yaprağı mahmurluktan üç batman olur! 

Bir zaman gelir de, aşıklara dem sunar, gönül verirsen, can, zahitlikten kurtulur; biz de, kendimizden geçer gideriz! 

Senin bir şeyini çalmadıysa, gönlü niçin asmışlar? Hırsızın sonu asılmaktır; başka çare yok! 

Her güzellik hırsızı böyle asılsaydı, bütün âlem, kadın erkek hırsız olmak sevdasına düşerdi! 

Bu çeşit asılmaktaki kerâmetlerin küçüğü, âb-ı hayat içmektir, ölümsüzlüğe ermektir! 

Mumdaki yanışın tadını zümrüd-ü ankâya tattırsaydın, ona pervâne gibi kanatlar vermiş olurdun da, kendisini yakar yandırırdı! 

Sanatındaki güzellik, bir ân için puthâneye düştü de, bazen puta tapan, put oldu, bazen de put, puta tapan oldu! 

Hazreti Ahmed’in medh ü senâsı haçın üstüne nakş edilince, puttan vahdet sırları apaçık duyuldu! 

Ey Hoten güzeli! Aşkın geldi, gönlün üstüne bindi de, dedi ki: ‘Böyle bir atı koşturdukça koşturmalı.’

Coşkunluğun, aklımı başımdan aldı; ben, fitnelere düştüm! Zaten akılsızın nasîbi, fitnelere düşmektir; ona bu lâyıktır! 

Ben neredeyim, şiir nerede? Fakat, Türk’ün biri gelir de bana nefes ederse üfürürse, ona; ‘Hey; sen kimsin?’ derim! 

Türk kim, Tâcik kim, Rum kim, Zenci kim? Sen, mülk sahibisin; her gizliyi, her açığı çok iyi, inceden inceye bilirsin! 

Şiirim, şiirin elbisesidir; fakat, şiirin içinde kim var? Ya elbiseyi süsleyen huri, yahut da elbiseyi soyan şeytan!.. 

Şeytanın şiirini başımızdan atalım, huriyi bağrımıza basalım!”