MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXXXIII

“Güneş, Hazreti Mustafa’nın yüzünü gördü de utandı. Gök de gönül gibi yarılmıştı, parçalanmıştı.” Mevlâna

Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pâre pâre olan canı şerh et, onu anlat, dedim.

1790. Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu.

Kanımı bile dökse ona helâl ettim. Helâl sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı.

Mâdemki torpraktakilerin feryâdından kaçmaktasın; kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?

Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmakta, zuhûr etmekte buldu.

Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divânene ne bahaneler buluyorsun?

1795. Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hâle gelmiş olan tenden çıkan feryâd ve figânı işit!

Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün hâlini anlat!

“Aşk yanmaktır” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine ve şöyle devam eder: “Sevgili, aşığına her dakika değişik bir yüzle zuhurunu gösterir ve onu yakar.”

Zîrâ, her yerde Allah’ı görmek aşıka mahsustur. 

Selâm olsun üzerine, Derviş Mustafa Dede’nin yazmış olduğu semâ âyin-i şerîfinin dizelerinde de şöyle söylemektedir:

“Aşıktan kaçan ey efendi, gör ki nasıl pişman olur.

Senin destini taşıyan, sonunda senin işret haremine sultan olur.”

‘Mâdemki torpraktakilerin feryâdından kaçmaktasın; kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?..’

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Tanrı’nın âlemi yaratması, birçok değişik suretlerde Hakîkat-i Mutlak nurunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Hâlik’in aynasıdır” diye buyurur.

Şems-i Tebrizî Hazretleri de diyor ki, selâm olsun üzerine, “Mevlâna, Ay’dır, benim Güneş gibi vücuduma gözler dayanamaz. Ay, Güneş’e ulaşamaz ama Güneş, Ay’a ulaşır.”

Kur’ân’da buyurulduğu gibi, “Gözler onu görmez ama, o gözlerin gördüklerini görür.” (Enâm Suresi, 203) 

Yine Hazreti Şems diyor ki, “Her âyet-i kerîme bir mesaj, bir aşk mektubu gibidir. Kur’ân’ın gerçek anlamını Hakk aşıkları bilir. ‘Enel Hakk’ sözünün anlamı, Tanrı’yı tanımaktır, yâni ‘Ben Tanrı’nın tefsîriyim’ demektir.”

Hasan Dede, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsı hakkında şöyle buyurur: “Kurdu bir ân, içini kerâmetlerle doldurdu.”

Yine âyin-i şerîfte şöyle söylemektedir Derviş Mustafa Dede:

“Gönül, usturlâb gibi yedi göğün delili oldu.

Ahmed’in sırrını anlatmaya yedi kitap yazıldı.”

“Rabb-ül âleminin mânâlar denizi olan dinin şeyhi: ‘Mânâ yok mu? İşte O, Allah’tır’ dedi” diye buyurur Mevlâna ve şöyle der: “Ben yaşadıkça Muhammed Muhtâr’ın ayağının tozuyum; eseri Kur’ân-ı Kerîm’in de kölesiyim.”

Ve, Kur’ân-ı Kerîm’in derin mânâsı ile ilgili şöyle seslenir: “Bendeniz, Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetine mânâ vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben mânâyı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mânâ bitmedi.”

Bir mecliste Mevlâna’ya sordular: “Bize Allah’ın sırrından bahseder misin?”

Mevlâna onlara şu cevabı verdi: “Allah’ın sırrı insandır. Allah, insanı yarattı, insanda kendini yarattı ve insanda sırlandı… Ben insanı anlatmaya kalksam kıyâmete kadar anlatamam.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, diyor ki: “Kur’ân’ın sırrı Fâtiha, Fâtiha’nın sırrı Besmele, Besmele’nin sırrı altındaki noktada gizlidir.”

Ne güzel buyurur Hasan Dede… “Nokta, elif oldu. Elif, gökte güneş oldu, ay oldu, yıldız oldu, dünya oldu. Elif, Allah oldu, Muhammed oldu, hep o Elif yazıldı. Hep sensin, hep insandır.”

Rubâi:

“Gönül dün gece geldi de, canın kulağına dedi ki: Ey adını söyleyemeyeceğim, eşsiz varlık! 

Ey adını açıkça söyleyeni parçalayan, gizlice söyleyeni yakıp yandıran güzel!

Ey can! Bilinemeyeni, tarif edilemeyeni anlatmaya kalkışan ne özür getirebilir? Ne bahane bulabilir?

Gül bahçesinde geçen sırrı, gizli şeyi bir gül bilir bir de hazin hazin ağlayan, feryâd eden bülbül bilir.”