“Tanrı iki deniz yarattı, birbirlerine kavuştukları hâlde aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar” âyetlerinin mânâsı.
Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar.
Nâr ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır, ama aralarına Kaf dağı çekilmiştir.
2570. Bunlar, mâdende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır, ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var!
Bu, bir dizide hakîki inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.
Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak; diğer yarısı, yılan zehri gibi acı, lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.
Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhûru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer.
2575. Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir. Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.
Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.
Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı?
Acı tatlı; bu gözle görünmez. Basîret ehli, onları, akîbet penceresinden görmeyi bilir.
Akîbeti gören göz, doğruyu görebilir. Ahırı gören gözse gururdan, körlükten ibârettir.
2580. Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir.
Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder.
Şeytan “Yiyin” diye bağırır, ama o adamın dudağı, zehri, boğazına varmadan reddeder.
Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar.
Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman zaman ciğerini delen acı peydâ eder.
2585. Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve sûr üfürüldükten sonra meydana çıkar.
Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azâb ederler.
Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Şüphe yok ki cennet kapıları kılıçların gölgesi altındadır” diye buyurur.
Nitekim, Yüce Pîr Mevlâna da, selâm üzerine olsun, “Cennet, hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de zevkimize giden şeylerle dolmuştur. Ateşin aslı yaş ağaç olduğu gibi ateşe yanan da Kevser’e ulaşmıştır” der.
Hakîkatte cennet de, cehennem de buradadır; Hasan Dede, selâm olsun üzerine, cenneti Allah’a yakın olmaya, cehennemi ise Allah’tan perdeli kalma azâbına benzetir ve “Bu âlem zıtlar âlemidir” der, “İnsanlar mânâ ehli ile beslenmeyip kâl ehli ile beslendiler. Kâl ehli insanlara güzel gıda veremedi, insanlar iyi eğitilmediğinden dünya maddeye yöneldi, insanlar topraklaştı… Fakat bir Allah dostundan mânevî gıda alanlar, onun gibi, her zerresi ile diri olurlar. Bütün her şey onun hükmünde ve emrinde olduğundan, her şey onun olduğundan o, her zerreden görünür. Çünkü o, her şeye kadirdir, muktedîrdir.”
Hazreti Peygamberi kendine bende etmiş, Hakk’ta tamamiyle fânî olmuş bir mürşid-i kâmilin sohbeti yolcunun basîret gözünü, yâni kalb gözünü açar ve artık doğruları görmeye başlar. Çünkü insanı vuslata götürecek yegâne yol, muhabbettir; insan muhabbetle aydınlanır; acılıktan kurtulur, şeker gibi tatlılaşır.
Zîrâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Mevlâlarına iman edip, edeb ile gönülden itaat edenler işte onlar cennet ehlidirler ve hep orada kalacaklardır” (Hud, 23) diye buyrulur ve bir diğer âyette de, “Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rab’lerine hamd ederek tesbih edenler inanırlar” (Secde, 15) diye buyrulmaktadır.
Yüce Pîrimiz der ki: “Yol gösteren şeyh, yeryüzünde âdetâ göğe mensûb bir çırağ gibidir. Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin kapılarını açar. Peygamber, ‘İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer’ demiştir.”
‘Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder…’
Kasîde:
“Dün gece can gökyüzüne diyordu ki: ‘Ey sonsuz, ey pek büyük gökyüzü! Ne de çok dönmede, takla atmadasın. Karnında sayısız yıldızların ışıkları parlıyor.
Suçsuz günâhsız olduğun hâlde, sonu gelmez bir dönüşe mahkum edilmişsin. Haklı olarak sızlanıyorsun, şikâyet ediyorsun, feryâd ediyor, gürlüyorsun. Mavi renkte mâtem elbiselerine bürünmüşsün.
Görünüşte korkunçsun, bazen insanlara yıldırım okları atmadasın, fakat içyüzünden de dertlisin, değirmen gibi dönersin, alaca yılan gibi kıvranır durursun.’
Mukaddes gökyüzü cevap verdi de dedi ki: ‘Ben insanoğlundan nasıl olur da korkmam? Yeryüzüne sürgün edildiğinden beri o, dünya cennetini cehenneme çevirmiştir.’
Hâlbuki Cenâb-ı Hakk insanı insan şeklinde hayvan olarak değil de, insan olarak kendisine ibâdet etsin, iyilikler yapsın diye yaratmıştır. O büyük yaratıcının avucunda toprak muma döner. O toprağı zenci şekline kor, yine o, topraktan Rum ülkesi halkı gibi güzel birini yaratır. O doğan kuşu yapar, baykuş yapar. O topraktan hem zehirli, hem şekerli bitkiler bitirir.
Ey dost! O gizlidir de kendisi gizli kalsın diye bizi böyle apaçık ortaya atmıştır.
Senin topraktan yaratılmış olan şu bedenin, suya benzeyen canının üstünde perdedir. Can düğünde, neşeli gününde gamlı kederli olduğu zaman da bedeni perde olarak, duvak olarak kullanır.
Duvak altında sert huylu, ters yeni bir gelin var. Dünyanın iyisi ile de, kötüsü ile de alay edip duruyor.
Toprak onun yüzünden yeşermiş, çayır, çimen olmuş, gökler onun yüzünden kararsız hâle gelmiş, her tarafta onun yüzünden bütün kötülüklerden kurtulmuş bir talihli var.
Akıl ondan tam bir iman istemede, sabır ondan yardım beklemede, aşk onun yüzünden gizli şeyleri bilmede, toprak onun yüzünden insan şekline bürünmede.”