MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLVI

“Ayağının tozuna cihanı verseler, almam yâ Resûlallah. Saçının bir teline, yedi kat göğü değişmem yâ Resûlallah. Senin teşrîfinin, tertemiz sulbünden geleceğini duyunca Hazreti Âdem; bir habbeye, cennetleri değişti yâ Resûlallah.” Şems-i Tebrizî

Peygamber, mezarlıktan dönünce Sıddıkâ’nın yanına giderek konuşup görüşmeye başladı.

Sıddıkâ’nın gözü, Peygamber’in yüzüne ilişince önüne gelip elini onun üstüne,

2025. Sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.

Peygamber, “Böyle acele acele ne arıyorsun?” dedi. Ayşe, “Bugün hava bulutluydu, yağmur yağdı.

Elbisende yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki üstünü, başını yağmurdan ıslanmamış görmekteyim” dedi.

Peygamber, “O sırada başına ne örtmüştün, baş örtün neydi?” diye sordu. Ayşe, “Senin ridânı başıma örtmüştüm” dedi.

Peygamber dedi ki: “Ey yeni yakası tertemiz hâtun! Tanrı onun için temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.”

2030. O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka bir göktendir.

Ridâ, hırka demektir ve dervişliğin sembolüdür ki, Yüce Pîr Mevlâna’nın, “Bir an derviş ol! Dervişlik hırkasına bürün de gönülleri diri olan velîleri gör. O zaman üstündeki atlas elbiseleri atarsın da bizimle beraber hırka giyersin. Tohum yere düşünce, toprak da canlanır; biter, boy atar, bir fidan olur. Bu remzi, bu ince sözü anlarsan, sen de bize uyarsın, sen de gururu, benliği bırakır, bizimle beraber yerlere düşer, topraklara karışırsın” diye buyurduğu üzere, yokluğa bürünmek mânâsına gelir.

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde, Hazreti Muhammed Efendimize şöyle hitâb eder: “O, öyle bir varlıktır ki, varlığının güneşi balçık doğusundan doğmadan önce ışığının parıltıları sabah gibi âlemi nura gark etmişti.” 

Bir menkîbede, “El fakru fahrî” hitâbının mazhârı Hazreti Muhammed Efendimizin henüz çocuk yaşlarındayken gösterdiği yüce keremleri şöyle anlatılır:

Kâinatın nuru, iki cihanın serveri Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm üzerine olsun, henüz peygamber değilken, daha çocuk yaşlarında iken, Mekke’de bir kıtlık meydana gelmişti. 

Halk, “Birisi gerek ki rahmet kapısının halkasını oynatsın, kazâ ve kader kapısını çalsın ki, üzerimizden bu felâket kalksın, bu kıtlık halkın tozunu savurdu, ne hayvan kaldı, ne bitki, ne de insan. Yaşayış bitmek tükenmek üzere, ne yapalım, ne edelim?” diye Abdülmuttalib’in kapısına gelmişti. 

Abdülmuttalib, selâm olsun üzerine, onlara, “Benim ne gökyüzüne yüz tutup yalvaracak yüzüm var, ne de yeryüzüne” diye cevap verdi ve “Ancak Muhammed’in alnında öyle bir nur parlamaktadır ki, O’nu getirin de O’nun hürmetine Tanrı’ya dua edelim, dileğimizi dileyelim. Belki o zaman O’nun yüzü hürmetine Allah’ın rahmetine nâil olur da bu dertten kurtuluruz” diye seslendi. 

Bu söz üzerine Hazreti Muhammed’i getirdiler. Abdülmuttalib, O’nu görünce ayağa kalktı, O’nu alıp bağrına bastı, şefkatle okşadı, dizlerine oturttu ve sonra O’nun alnında parlamakta olan nuru öperek, “Yâ Rabbi” dedi, “Bu senin kulun Muhammed’dir” diye devam etti fakat kendisini tutamayarak ağlamaya başladı. 

Hazreti Muhammed, nurlu yüzünü gökyüzüne çevirerek nazâr edince, lütuf padişahı merhamete geldi. Rahmet denizi coşup köpürdü. Yerden bir dumandır koptu ve göğe ağdı. Bulutun yüzüne vardı ve yağmur yağmaya başladı. Çevredeki bütün kuyular, çukurlar doldu. Bitkiler suya kandı. Ölmüş âlem dirildi. O’nun kutlu zâtı yüzünden, puta tapan inkârcılar da belâdan kurtuldular. 

Bu kıyâmet şefaatçisi henüz çocuk yaşta rahmet denizini böylesine coşturuyorsa, şefaat kemerini beline kuşanıp şefaate girişince o sonu olmayan, sınırları bulunmayan rahmet nasıl olur da iman edenleri dertte, belâda bırakır!..

Gönüllerimizin nuru Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bakın bir şiirinde Hazreti Muhammed Efendimize nasıl bir seslenişte bulunuyor…

“İki cihanın serveri, kâinatın nuru, 

Nebîler nebîsi, âhir zaman Nebî’si, Sensin yâ Resûlallah… 

Duydum Seni bilmeyenlere bile, hayatsın yâ Resûlallah… 

İki cihanda mücrime, berâtsın yâ Resûlallah… 

Vücudun eşref-i mahlûktur, çünkü levlâke levlâksın, 

Hem herşeyin evvelisin, hem mûcib-i eflaksın, 

Hem ‘El fakru fahrî’ dedin, hem Hakk’ler içre Hakk’sın, 

Anlaşılmaz bir muamma suretsin yâ Resûlallah… 

Sendedir cümle vâridat, hem Sendedir feyzi necât, 

Sen şefaatkânîsin, Sensin âlemlere hayat, 

Seni seven aşıklara, hiç erer mi mevt u memât, 

Onlar için bir mücellâ mîraçsın yâ Resûlallah… 

Eşin yok ins ü melekte, hep felekler hayran Sana, 

Yedinci kat gökler oldu, serbeser seyrân Sana, 

Şu aşıklar eylemez mi, canlarını kurban Sana, 

Önlerinde bir emsâlsiz sırâtsın yâ Resûlallah… 

Sen mahrûm etme, şefaat kıl bu zayıf ümmetine, 

Çünkü aldanıp kaldık biz, bu dünya zinnetine, 

Dede der, cüdâ etme, Ehlibeyt’in hürmetine, 

Sen maksûd-u muradsın, yâ Resûlallah…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLV

Ayşe’nin -Tanrı ondan razı olsun- Mustafa sallallahu aleyhi veselleme “Bugün yağmur yağdı. Sen mezarlığa gittiğin hâlde niçin elbisen ıslak değil?” diye sorması.

Mustafa, bir gün, dostlarından birinin cenazesiyle ve dostlarla mezarlığa gitti.

Onun mezarına toprak doldurdu, tohumunu yer altında diriltti.

2010. Bu ağaçlar, toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan çıkarıp,

Halka doğru yüz türlü işaretlerde bulunurlar; duyana söz söylerim.

Yeşil dilleriyle, uzun elleriyle toprağın içindeki sırları anlatırlar.

Kazlar gibi başlarını su içine çekmişler… Karga gibiyken tavus hâline gelmişlerdir.

Tanrı, onları kış vakti hapsetmişse de baharda o kargaları tavus hâline getirir.

2015. Kışın onlara ölüm vermişse de bahar yüzünden yine diriltip yapraklandırır, yeşertir.

Münkîrler der ki: “Eskiden beri olagelmiş bir şey. Neden bunu kerem sahibi Tanrı’ya isnâd edelim?”

Onların körlüğüne rağmen Tanrı, dostların gönüllerinde bağlar, bahçeler bitirmiştir.

Gönülde kokan her gül, küllün sırlarından bahisler açar.

Onların kokuları, münkîrlerin burunlarını yere sürtmek için perdeleri yırtarak dünyanın etrafını dönüp dolaşırlar.

2020. Münkîrler, o gönül kokusuna karşı kara böcek gibidirler; dayanamzlar. Yâhut davul sesine tahammül edemeyen beyni zayıf kimseye benzerler.

Kendilerini meşgul ve müstağrak gösterirler. Şimşek parıltısından gözlerini yumarlar.

Göz yumarlar ama, onların bulundukları makâmdaki göz, zaten göz değildir ki. Göz odur ki bir sığınak görsün.

İnsan, kâinattır; kâinat da insan. Ne varsa âlemde, hepsi insanda vardır.

Bir gün Hazreti Mevlâna’ya sordular: “Allah ne kadar büyüktür?” 

Mevlâna, selâm olsun üzerine, şu cevabı verdi: “Allah, insanın boyu kadar büyüktür!” 

Herkes şaşkınlık içerisinde, “Aman yâ Mevlâna, sen insanın Hakk olduğunu mu söylüyorsun?” 

İşte Mevlâna buyurdu, dedi ki: “Evet, insanın Hakk olduğunu söylüyorum. Çünkü insan olmasaydı, Allah bilinmeyecekti, Allah’ın güzellikleri de dile gelemeyecekti.”

Bir yerde yine şöyle der Mevlâna: “Ben insanı anlatmaya kalksam, kıyâmete kadar anlatamam.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de de, “Varlığımızın delillerini, kâinattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53) diye buyrulmuştur.

Mürşid-i kâmiller, insanı insana söylerler ve müridlerine insanlık tohumu ekerler. Onların sözleri, hoş nefesleri insanı diriltir, can verir. Tohum toprağa ekildiğinde iyi bakılırsa, gün gelir o tohumdan çok güzel bir suret doğar.

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, insanın güzelliği hakkında şöyle bir sır verir: “Ne kadar güzellik, iyilik varsa bu âlemde, Allah bütün o güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır. Cenâb-ı Allah buyurur, der ki: ‘Ben insanı en güzel surette yarattım.’ Allah’ın cemâline en yakın olan, insan yüzüdür. Hiçbir şeye benzemez, ama her şeye benzer. 

Hakîkatte insanın cemâlinde Ehlibeyt vardır. Kulaklar, Hazreti Muhammed Efendimizi temsil eder; gözler, İmam Hasan ve İmam Hüseyin Efendilerimizi; burun, İmam Ali Efendimizi; ağız ise Hazreti Fatma Annemizi temsil eder.

İnsan, çok mukaddes bir varlıktır. Fakat malesef insanların çoğu kayıplardadır. Çünkü kimliksiz yaşamaktadırlar. Her zaman bir mürşid-i kâmile yüz tutmaları gerek ki, ondan insanın kim olduğunu, insanın nasıl bir varlık olduğunu öğrensinler, kimliklerini bulsunlar. 

Bir gün Mevlâna’ya bir soru soruyorlar: ‘Yâ Hüdâvendigâr Mevlâna, sen müridlerine nasıl bir mükâfatta bulunuyorsun? Hizmetlerine karşılık onlara ne mükâfat veriyorsun?’ İşte Mevlâna’nın, bu soruya verdiği cevap: ‘Tanrı’lık..!’ İnsan bundan daha güzel, daha büyük bir mükâfat daha bulabilir mi? Bulamaz…”

Kasîde:

“Kıyâmet davulunu çaldılar, mahşer sûrunu, yeniden dirilme sûrunu üflediler. Ey ölüler! Vaad edilen yeniden dirilip kalkma vakti geldi. ‘Kabirdekiler dirildiler çıktılar, gönüllerindekiler açığa çıktı’ âyeti bilindi. Sur sesi geldi. Can da maksadına erişti. 

Dün gece, gökyüzünde parlayıp duran yıldızlardan bir gürültü duyulmuştu. Neşeli bir ses şöyle haykırıyordu; ‘Yıldızı pek kuvvetli olanların en kuvvetli olanı kâinatı şereflendirdi.’ 

Kalk, devrân bizim devrânımızdır. Aşk padişahı başkasının değil bizimdir! Mâdem ki, onun bakışı bizim canımızdır. Bize müeyyed, sonu olmayan bir ömür geldi ulaştı. 

Sakî, renk vermeden, lâf söylemeden, sonu gelmez şarabı döktükçe döktü de Kaf Dağı bile deve gibi oynamaya başladı. Zîrâ âlemde yeni bir yaşayış, yeni bir âlem kuruldu. 

Yine ruh Süleymanı bizi sabah şarabı içmeye çağırdı. Belkıs’ın sınandığı billur döşenmiş saray bize de göründü. 

Din cesetçilerinin inadına, rahmet kapısından kovulmuş şeytanın körlüğüne rağmen, ağrıyan gözlerimize gönül ve can sürmesi geldi. 

Mahrem olmayanlar anlamasınlar diye dilime kilit vurdum. Ey çalgıcı, kalk, ‘Sonsuz işret vakti geldi!’ diye sen haber ver, sen söyle!..”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLIV

“Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda yüz binlerce inci vardır.” Mevlâna

O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan melâhat kazanmış, o yüzden melîh sözü fâsih olmuştur.

2000. Bu tuz, bu melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul!

Vârisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerde senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerde önü sonu düşünen can?

Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrûmsun.

Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nuranî olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir.

Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pak padişahın nuruyla aç!

2005. Sen mâdemki zâhirî önü, sonu düşünmektesin… Ancak ve ancak bu gam ve neşe âlemindesin. 

Ey hakîkatte yok olan! Yok olan, nerde ön, nerde son?

Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil, Tanrı yağmurlarından.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’deki bir beyitinde şöyle sesleniyor: “Herkes yarasına tuz ekilince feryâd eder. Bense onun tuzluğundan uzakta kaldığımdan ötürü, gönül yaram onun tuzundan mahrûm kaldığı için feryâd ediyorum.”

Hazreti Pîr, bu beyitinde tuzdan misâl vererek, zâhîri ve bâtıni görüşe işaret eder, zîrâ O, Hazreti Muhammed’in bendesi olarak, O’nun dışında bir nefes dahî almış değildir.

Tuzdan maksat, Hakîkat-i Muhammedîye’dir. O tuza gark olan, erir gider; onun için ne ön kalır ne art, ne alt vardır, ne üst…

Nitekim bir başka kasîdesinde şöyle buyurur: 

“Senin ayağını bastığın toprağın tozu, bizim gözümüze sürmedir; senin derdin, gönüle rahatlık getirir! Ey insan yaratan padişah; Senin eşin, benzerin yoktur! 

Seni tanıdığımdan beri tuz gibi eridim; zaten ben, zandan ve şüpheden ibâretim! Zan ve şüphe, insan ‘yakîn’e, yâni tam imana ulaşınca yok olur gider!..

Aşk, Senin yüzünden can gibi olmuştur; akıl, Senin yüzünden okumaya başlamıştır! Mâden de, mekân da Senin kırıntılarını aramadadır! Deniz bile Senin yüzünden inci taneleri devşirmededir! 

Senin mestin olan boşboğazdır, söylenip durur! O, iki dünyadan da usanır! Aşık, Senin peygamberin olmuştur; her yerin baş tacıdır!”

İnsan, zâhirî görüşe sahipse, daima zan ve şüphe içindedir, mekâna tâbîdir; oysa zandan ve şüpheden kurtulan kişinin bakışı bâtına, yâni cana yöneliktir, ârifânedir; onların meskeni cihetsiz olan gönül âlemidir, aradıkları o yâri gönüllerinde bulmuşlardır.

Kıyısı olmayan ummân Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bakın ne güzel dile getirmiş bir şiirinde…

“Sevgilim canan olur bu gönülde. 

Yanmayız yakarız cihanı biz, 

Görürüz her adımda asumânı biz. 

Pîr aşkına dem hazanını, 

Severiz yâr ile cem baharını. 

Doldur ey Hasan kaplarını, 

Hakk aşkına aç kapılarını, 

Niyâz eyle yüce Pîr Sultanını, 

Kendinde bul sen Mevlâna’yı…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLIII

“Eğer gök ve yer küfür karanlığı ile dolsa, sevgilim yüz tutunca hepsi nurlanıp aydınlanırlar.” Hasan Dede

Ayıp, câhil mahlûka nispetle ayıptır; makbûl Tanrı’ya nispetle değil.

Küfür bile Yaradana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.

Birisinde yüzlerce fazîletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp, nebâtatın sapı mesâbesindedir.

Terazide her ikisini de beraber tartarlar. Çünkü nebâtat ve sap… ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.

1995. Şu hâlde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır.

Onların sözleri de, nişânı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefsleri de, suretleri de.

Onlara düşman olanların canlarıysa sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibârettir.

Düşman, toprağa girdi, tamamiyle toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamiyle arındı.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de, temiz kişilerin canlarını arı duru suya, yâni bengisuya benzetir ve onun ne kadar pislenmiş gibi görünse de hakîkatte hiç pislenmediğini hattâ bütün dünyanın pisliğini temizlediğini anlatır ve bunu ayırdedemeyenlerin ancak küfürde olduklarını, Musa’nın sopasından misâl vererek şöyle buyurur:

“Ayırdediş, inanmaktır, küfür de ayırdedemeyiştir. Görmez misin, Firavun’un zamanında Musa’nın sopası yılan oldu. Büyücülerin ipleri, sopaları da yılan oldu. Ayırdedemeyen hepsini bir renkte gördü, ayırdedemedi. Ayırdediş kabiliyeti kimde varsa büyüyü gerçekten o ayırdı da bu ayırdediş yoluyla imana geldi. 

Bildik, anladık ya; inanmak ayırdediştir. Şu fıkhın temeli de vahiydi amma halkın düşünceleriyle, duygularıyla, düzüp koşmasıyla karıştı da arılığı kalmadı; şimdi vahyin arılığına nerden benzeyecek? Hani Turut’tan şehre akan bir su vardır; kaynadığı yerde bir seyret de gör, ne de arı durudur, ne de güzel. Fakat şehre girdi de mahallelerden, bağlardan, şehir halkının evlerinden geçti mi, bu kadar halk elini, yüzünü, ayağını, bedenini, elbiselerini, halılarını onunla yıkadı mı, mahallelerin lâğımları, atların, katırların pislikleri akıp da ona karıştı mı, hâsılı o yandan bir yana geçti mi aynı sudur; hani toprağı güllük gülistanlık eden, susuzu kandıran, bozkırı yeşerten sudur amma bulanmış gitmiştir. Yalnız bu suda o arılığın kalmadığını, kötü şeylerle bulanmış olduğunu anlamak için bir ayırdedicinin bulunması gerek. 

‘İnanç ıssı zekîdir, ayırdeder, anlayışlıdır, akıllıdır.’ Bozulmamış, kokmamış su, öylesine bir sudur ki dünyanın bütün pisliklerini temizler de kendisi hiç pislenmez; nasıl arı duruysa, nasıl temizse yine de öyledir o su, midede de bozulmaz, başka bir şeyle karışmaz, kokmaz; bengisudur o.”

Nitekim, hakîkati göremeyen ve ayırdedemeyenler temiz kişilerde ayıp görüp, onlara düşman olmuşlardır. Pîrimizin buyurduğu gibi… “Onlara düşman olanların canları sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibârettir. Düşman, toprağa girdi, tamamiyle toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamiyle arındı.”

Kasîde:

“Ey bizim canımızı tatlılaştıran, bize bizi sevdiren, kendinde olanı, kendini göreni kendinden geçir, kendine yabancı kıl! Kendinden geçeni kendine! Şu dervişe, şu yoksula da bir şey ver! 

Aşıkları şereflendir! Ufukları nurunla aydınlat! Herkesin ilaç sandığı tiryâkı, nefsânî arzuları zehir hâline getir! Şu dervişe de bir şey ver! 

Ay gibi nurlu ve güzel yüzünle, tesirli gözlerinle seni sevenlere bakmak lütfunda bulun! Bizi kendine yol arkadaşı edin! Şu dervişe de bir şey ver! 

Dervişliğin nişânesi, belirtisi nedir? Herkese elinden geldiği kadar iyiliklerde bulunan, yardımcı olan, etrafa inciler saçan cömert kişi; tatlı dilli olup kimseyi incitmeyen, değerli sözler söyleyen seçkin insan derviştir. Yoksa herkesi aldatmak için yüz parçadan dikilmiş yamalı hırka giyen kişi derviş değildir. Sen şu dervişe, yoksula birşeyler ver. 

Ey azîz varlık! Acılar seninle tatlılaşır. Küfür senin yüzünden din olur, diken de; nesrin, ağustos gülü hâline gelir. Sen bu dervişe birşeyler ver! 

Ey benim canım, sevgilim, küfrüm, imanım, padişahlarımın padişahı! Şu dervişe, yoksula bir şey ver! 

Ey fânî olan bedene, maddî güzelliğe gönül verdiği için bir türlü huzur bulamayan, hüzünler içinde kalan kişi! Bedenle uğraşıp durma, bedene bakma! Şu dervişe, yoksula bir şey ver! 

Ey benim mum gibi nurlar saçan, karanlığı aydınlatan sevgilim! Ben bugün bir şey yapacağım. Senin alevinin etrafında pervâne gibi dolaşacağım ve senin aşk ateşine canımı vereceğim. Sen şu dervişe, şu yoksula bir şey ver!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLII

“Ey uyuyanlar, uyanın uyanın! Sabah, karanlık ordularını münhezim kıldı. Ey uykusunda müstağrak olan kimse, sen uyuyorsun amma Rabbin uyumuyor.” Bilâl-i Habeşî

Can, kemâldir, çağırması, sesi de kemâldir. Onun için Mustafa “Ey Bilâl, bizi dinlendir, ferahlandır.

Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhâdan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt.

Âdem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhâyla sesini yükselt!” buyurdu.

Mustafa, o güzel sesle kendinden geçti. Tarîs gecesinde namazı kaçtı.

1985. O mübârek uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti gelip kuşluk çağı geldi.

Tarîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.

Aşk ve can… her ikisi de gizli ve örtülüdür. Tanrı’ya gelin dediğim için beni ayıplama!

Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi sükût ederdim.

Fakat, “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kazâ ve kaderin zuhûrundan başka bir şey değildir” demekte.

1990. Ayıp, câhil mahlûka nispetle ayıptır. Fakat gayb âleminin pak ruhu, hiç ayıp görür mü?

Hazreti Pîr Efendimiz, selâm olsun üzerine, beyitte geçen ‘tarîs’ kelimesinden ‘arûs’a sirâyet buyurur. Nitekim ‘arûs’, ‘gelin’ mânâsına gelmektedir ve dolayısıyla Hazreti Pîr, bu beyitinde Kur’ân’a, yâni Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatlerine işaret etmektedir. 

Yüce Pîr Mevlâna’nın eseri Mesnevî de, Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatlerini yansıtan Kur’ân âyetlerinin aşkla yapılmış tevîlidir ve insanı insana anlatır. Bu sebeple, ister Mesnevî olsun, ister Kur’ân olsun; her ikisi de dinleyenin ruhuna ferahlık verir ve bambaşka âlemlere sürükler, öyle ki insan o güzelliklerin verdiği vecd hâlinden uyanmak istemez.

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle bir kıssa nakledilir: “Ulu dostlar ve şanlı hür asîl kişiler şöyle rivâyet ettiler: Bir gün Çelebi Hüsâmeddin Hazretleri, Mevlâna Hazretlerinin hizmetinde, ‘Ben gece rüyada Bilâl-i Habeşî’yi gördüm, Tanrı ondan razı olsun. Tanrı sözü Kur’ân’ı başında tutmuştu, ilk ve son gelen peygamberlerin efendisi, Muhammed Emîn de, Tanrı’nın salât ve selâmı onun ve onun kerîm olan ailesi üzerine olsun, Mesnevî’yi önüne koymuş mütalâ ediyor ve bunun için kerîm olan Ashâba karşı övünüyor ve cevherler saçıyordu’ dedi. 

Mevlâna Hazretleri, ‘Vallahi, bu sizin mübârek gözünü­zün gördüğü gibidir. Hâşâ siz görmediğinizi söylemezsiniz. Dîdârı gören bir göz, nazar sahibi olur ve bütün gayblar ona görünür’ buyurdu. 

Şiir: 

‘Ey Hüsâmeddin Çelebi! Senin gayb gözün, gayba ait işleri ve sırları görmede ve açıklamada gayb gibi ustadır. 

Bu dünya ve bu dünya halkından bu müşâhede ve vergi, eksik olsun. Görmeyen insan, yüzü kara; basîret sahibi olgun insansa yolun aynası olur.

Senin gözbebeğini, ancak dünyada görmeyi artıran göz görebilir.’

Şunu da bilmek lâzımdır ki Kur’ân, güzel yüzlü, lâtif ağızlı, türlü elbiseler ve ziynetlerle süslenmiş, hatadan, kusurdan berî, şüphelerden arı duru bir gelin gibidir; fakat gayret ve ibret peçesi altında gizli kalmıştır. Nitekim buyurmuşlardır. 

Şiir:

‘Kur’ân gelini, yüzündeki peçeyi iman başkentini kavgadan, gürültüden temizlenmiş sakin gördü­ğü vakit açar.’ 

Bizim Mesnevî’miz de böyle mânevî bir dilberdir. Kendi güzellik ve olgunluğunda bir eşi yoktur. Aydın gönüllü nazar sahipleri ve ciğeri yanmış aşıklar için o, süslenmiş bir bağ, lezzetli bir rızıktır. Bu gayp âleminin dilberini görmekle haz duyan, Tanrı erlerinin inâyet nazarına mazhâr olan ve bu suretle ‘…O ne güzel kuldur. O tövbe ve rücû edendi’ âyetindeki Tanrı erlerinin sırasına giren cana ne mutlu’ buyurdular ve bundan sonra, ‘Mesnevî’nin nurlarla dolu sırlarını ve inceliklerini anlamak, âyetlerin, hadîslerin, hikâyelerin tertibinden aralarındaki münâsebeti kavramak için büyük bir itikât, devamlı bir aşk, tam bir doğruluk, selîm bir kalb, son derece bir zekâ, anlayış ve muhtelif ilimleri bilmek lâzımdır ki onun dışında insan seyredebilsin ve onun sırrının sırrına ulaşabilsin. Eğer doğru bir aşıksa bu vasıtalar olmadan da Mesnevî’yi anlamak hususunda, aşkı ona kılavuz olabilir ve bir menzile erişebilir. Tanrı başarı sağlayıcı, doğru yolu gösterici, yardımcı ve insanların idarecisidir’ dedi.

Şiir: 

‘Aşk, parladığı vakit Tanrı’dan başka her şeyi yakan bir şuledir.

Sen de ruhunda aşktan bir ateş parlat, bütün ibâdet ve düşünceleri yak.’”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLI

“Gel bana seslen; seslen de aşk yolunda benim parça parça olmama yardım et!” Mevlâna

Mustafa, bir hemdem elde etmek için geldi; “Kellimini yâ Humeyrâ” dedi.

“Ey Humeyrâ! Nalı ateşe koy da bu dağ, lâl hâline gelsin” buyurdu.

Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennes semâîdir. Araplar, cana müennes demişlerdir.

1970. Fakat canın müenneslikten pervâsı yok. Çünkü ruhun ne erkekle bir alâkası var, ne kadınla!

Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan, yaştan meydana gelen ruh değildir ki.

Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yâhut gâh şöyle, gâh böyle bir hâle gelen can değildir.

Bu ruh, hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesîlelere başvuran! Hoş olmayan, insanı hoş bir hâle getirmez.

Sen şekerden tatlı bir hâle gelsen bile o tat, bazen senden gidiverir, bu mümkündür.

1975. Fakat fazla vefâkârlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkân yoktur. Nasıl olur da şekerden tat ayrılır, imkân var mı?

Ey hoş arkadaş! Âşık, hâlis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makâmda artık akıl kaybolur.

Aklı cüzî, sırra sahip gibi görünürse de hakîkatte aşkı inkâr eder.

Zekîdir, bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça şeytandır.

Aklı cüzî, sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hâl bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibârettir.

1980. Varlıktan fânî olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca nihâyet zorla, istemediği hâlde yok olacaktır. Bu da ona yeter.

Ahmed Avni Konuk, ruhu şâd olsun, bu beyitlerin tefsîrinde şöyle buyurur: “Kitap sahibi âlimlerin tatbîklerinden biri şudur ki: Kaçan bir kölenin veya serkeş bir mâşukun ismini bir yeni nal üstüne yazıp ateşe koyarlar; derhâl o köle geri döner ve o mâşuk dahî âşıkına mutî ve münkâd olur imiş. Binâenâleyh bu beyitte de nalı ateşe koymak tâbirinde bu teshîre işaret buyrulur. Yâni, Hazreti Pîr demek istemiştir ki: Hakîkat-i Muhammedîye’nin gizli sırlarının âşikâr olmasıyla meydana gelen istiğrâkın kalkması ve ahkâmın devamı için ‘nal’a benzeyen sureti ateşe koy; senin lâl’e benzeyen suretin olan bu dağdan din nuru ve hikmetler yansısın.”

Nitekim Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, çok fazla dünya işleriyle meşgul olduğu zamanlarda da, sesi güzel olan Bilâl-i Habeşî’den, “Ey Bilâl, bizi dinlendir!” diye buyururlardı.

Hazreti Pîr Efendimiz, selâm üzerine olsun, yukarıdaki beyitlerinde, “Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennes semâîdir” diye buyuruyor ve devamında da, “Fakat canın müenneslikten pervâsı yok. Çünkü ruhun ne erkekle bir alâkası var, ne kadınla!” diye açıklıyor. Yâni, kadında ve erkekte varolan , kadına ve erkeğe can veren ruhun, ne kadınlıkla ne de erkeklikle bir alâkası olmadığını vurguluyor. 

Nitekim Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Mevlevîlikte ayrım yoktur” der ve şöyle devam eder: “Bizler, kadına da erkeğe de insan sıfatıyla bakarız. Âdem’den maksat, insandır. Hepimiz Âdem’in evlâtlarıyız. Hazreti Mevlâna, insana çok önem vermiştir; hattâ insanı Tanrı sıfatına koymuştur. Allah’ı kendinde bulan insandan daha mukaddes bir varlık yoktur. O, her şeyin, hattâ meleklerin bile üstündedir.”

Ve Yüce Pîr Mevlâna, sonraki beyitlerinde de, bu ruhun, yâni canın, ekmekle beslenmediğini, ruh gıdası olan mânevîyatla beslendiğini ve bunun da ancak aşkla mümkün olacağını belirterek, asıl olan hoşluğu ve o mânevî sarhoşluğu insanın kendinde bulması gerektiğini söylüyor.

‘Ey hoş arkadaş! Âşık, hâlis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makâmda artık akıl kaybolur. Aklı cüzî, sırra sahip gibi görünürse de hakîkatte aşkı inkâr eder.’

Hazreti Şems Efendimiz de, selâm olsun üzerine, ne güzel söyler: “Her insanoğlunda bir benlik vardır, insan sonunun neye varacağını önceden görse idi, hiç benlik dâvâsına girer miydi? Muhakkak ki sakınırdı. Ama önceden sonunu göremedi. İşte Peygamberlerin sultanı ve sonuncusu olan Hazreti Muhammed’in üstünlüğü buradadır. Âşık, benliğini sevmek sevdâsından kendini kurtarırsa sevilen ve istenilen sevgili de benlik sevdâsından vazgeçer.”

Kasîde:

“Git, şu rebâb çalan kişiye de ki: ‘Rebâbının sesi ile mest olmuş, kendinden geçmiş kişiler sana selâm ediyorlar!’ Yalnız rebâbçıya değil, o su kuşuna da mest olmuş kişilerin sana selâmı var!’ de! Yâni, sevgi denizine dalmış Hakk âşıklarına da mest olmuş kişilerin selâmını götür! 

Sonra, o sakîlik eden beye de; ‘Mest olmuş kişiler sana selâm ediyorlar!’ de de, o ebedî olan ömre de; ‘Kendinden geçmiş kişilerin selâmı var!’ de!..

İnsanlan birbirine kırdıran o savaş emîrine, o kargaşalığa, o sevdâya, o sevdâlıya; ‘Kendinden geçmiş kişilerin sizlere selâmı var!’ de! 

Nurlu, güzel yüzünü görünce ayın bile utandığı dilbere; ‘Sana mest olmuş kişilerin selâmı var!’ de! 

‘Ey gönlün rahatı, huzuru! Kendinden geçmiş kişiler sana selâm ediyorlar!’ de!

Ey canın canına can olan; mest olmuş kişilerin sana selâmları var! Ey bu dünyada görülen güzeller, güzellikler, ötelerde bulunan daha da güzeller, güzellikler; kendilerinden geçmiş kişilerin sizlere selâmları var! 

Ey arzuların arzusu, ey isteklerin isteği, ey canların canı, ey güzellerin güzeli; yüzündeki perdeyi kaldır; kendinden geçmiş kişilerin sana selâmları var!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLIX

“Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın” hadîsinin tefsîri.

1945. Peygamber, “Hakk’ın güzel ve temiz kokuları, bugünlerde esecek.

O vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız” dedi.

Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip esip gitti… dilediğine can bağışlayıp geçti.

Başka bir koku daha erişti; uyanık ol, ey arkadaş, uyanık ol ki bundan da mahrum kalmayasın.

Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lütfuyla, hoş bir hâle geldi.

1950. Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun aydınlığından kaftan giydi.

Bu tazelik, Tûbâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tûbâ ağacının hareketidir. Halkın hareketlerine benzemez.

Eğer bu ebedî nefhâ, yere, göğe nâzil olsa… yer ehliyle gök ehlinin ödleri su kesilirdi.

Esâsen bu nihâyeti olmayan nefhânın korkusundan, gökler, yeryüzü ve dağlar o emâneti yüklenmekten çekindiler. “Feebeyne en yahmilnehâ” âyetini oku da gör!

Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı “Eşfakne minhâ” denir miydi?

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir diğer hadîs-i şerîfinde, “Cenâb-ı Hakk, her yüz sene başında, bu ümmete birisini gönderir ki, dinini yenilesin” diye buyurur.

‘Her yüz sene başı’ndan maksat, bir insan ömrüdür. Yâni, her devirde, Hazreti Muhammed’in bendesi bir insan-ı kâmil mutlaka vardır.

Dîvân-ı Kebîr’de, Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir kasîdesinde şöyle der: “Hazineyi açtılar; geliniz, hepiniz hilât giyiniz. Mustafa yine geldi, göründü; hepiniz iman ediniz.”

Ve yine bir başka kasîdesinde de, “Geçen sene ay gibi doğan o kırmızı kaftanlı güzel, bu sene boz renkli bir hırkaya bürünerek geldi. Bu sene Arap kılığında karşımıza çıkan, geçen sene yolları kesen, malları yağma eden Türk’tür! Elbisesini değiştirdi ama, gelen sevgili, yine geçen sene gelen sevgili! O, elbisesini değiştirdi, başka bir elbise ile tekrar karşımıza çıktı. Şişe değişti ama, içindeki değişmedi! Bak da seyret; o şarap, sarhoşun başını nasıl döndürmede, nasıl mest etmede, aklını başından almada!..”

Hakk’ın temsilcisi olan mürşid-i kâmiller, Tûbâ ağacı gibidirler. Onlar Hazreti Muhammed’in bendeleridirler. Onların gölgesinde oturmak, onların hayat bağışlayan nefesleriyle dirilmek, Hakk’tan gelen çok büyük bir lütuftur.

‘Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lütfuyla, hoş bir hâle geldi. Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun aydınlığından kaftan giydi…’

İşte Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle seslenir: “Tamamen Hakk’a yüz tutan, her şeyiyle kendini Hakk’a vermiş olan bir kişi artık Hakk olmuştur ve bedeni de Hakk’ın örtüsü olmuştur. 

Bir insan, Allah’ın bir sevgilisine elini uzatır, oraya baş keser, orayı kendine baş eder, orayla kendini beslerse ve Hazreti Muhammed Efendimiz’e muhabbetini, sevgisini, gönlünü verirse; Hazreti Muhammed Efendimiz, bu gönül sahibine gecenin bir vaktinde o güzel yüzünü gösterir. O güzel yüzü gören kişi artık Hakk ile Hakk olur, onun vücudu sadece bir örtüdür ve o örtünün altında Allah’tan başka bir şey yoktur ve artık onun dilinden konuşan, gözünden gören, kulağından işiten Allah’tır.

İnsan, Allah’ın temsilcisidir, yeryüzündeki halîfesidir. O zaman mâdemki insan olarak yaratıldık, bizler bütün varlıklardan sorumluyuz. Yâni aslında kâinatın merkeziyiz.”

Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi… “Gerçek şu ki, Biz emâneti göklere, yeryüzüne ve dağlara arz ettik de; onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korkuya kapılıp titrediler. İşte O’nu insan yüklendi.” (Ahzâb, 72)

Kasîde:

“Ey bahçeleri güldüren, çimenleri gebe bırakan aşıkların ilkbaharı, bizim sevgilimizden haberin var mı? 

Ey aşıkların feryâdına koşan hoş kokulu rüzgâr. Ey candan da mekândan da temiz olan azîz varlık, sen neredeydin? Nerede kaldın, seni göreceğimiz geldi? 

Ey Rum diyârının da, Habeş diyârının da fitnesi olan rüzgâr, şaşırdım kaldım, bu pek hoş, bu pek güzel koku, ya Yusuf’un gömleğinin kokusudur, yahut da Mustafa’nın hırkasının kokusudur. 

Ey doğruluk ırmağı, sen bizim sevgilimizin arkından akıyorsun, sen getirdiğin hoş kokularla, gönüllerin Tûr-ı Sînâ’sı oluyor, canlara can katıyorsun.

Ey sözü, konuşması, bütün davranışları, hâlleri hoş olan sevgili! Ey ‘ay’ların, ‘yıl’ların kendine kul oldukları güzel, senin ‘ay’ın da hoş, ‘yıl’ın da hoş.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLVIII

“Benim için her şey Sen’sin; bana bir de Sen’sin, bin de Sen’sin, Sen!..” Mevlâna

Âdem evlâdına, esmâsını bizzât gösterdi; diğer mevcûdata esmâ, Âdem’den açıldı.

Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan… şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!

Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibidir.

1940. Mustafa, “Beni görene, benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.

Bir mumdan yanmış olan çerağı gören, yakînen; o mumu görmüştür.

Bu tarzda o mumdan yakılan çerağdan başka bir çerağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve tâ yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikâl etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.

İstersen o nuru, son çerağdan al, istersen ilk çerağdan… hiç fark yok.

Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Dünyada ve ahirette, Hazreti İsa’ya, benden evlâ ve yakın hiçbir kimse yoktur. Benim ile onun arasında başka bir nebî de gelmedi. Bütün Enbiyâullah, bir babanın evlâdıdırlar. Lâkin, anaları ayrı olsa da dinleri birdir.”

“Hazreti Âdem’den bu yana ne kadar Peygamber geldiyse bu âleme, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin nuruyla gelmişlerdir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve Hazreti Muhammed Efendimizin nübüvveti giydiğinde insanlık âlemine nasıl seslendiğini şöyle anlatır: “Hazreti Muhammed, kırk yaşlarında nübüvveti giydiği zaman, ‘Hem Musa ümmetine, hem Davud ümmetine, hem de İsa ümmetine kucak açmaya geldim. Bütün âleme rahmet olarak geldim’ dedi, ayırım yapmadı.”

Yüce Pîrimiz Hazreti Mevlâna da, selâm olsun üzerine, Hazreti Muhammed Efendimizin bu sözüne dayanarak şöyle buyurur: “Her ne isen yine gel, ister kâfir ol, istersen putperest ol, istersen yüzlerce sefer tövbeni bozmuş ol, yine gel. Burası umut kapısıdır, umutsuzluk kapısı değil, yine gel…” 

Hazreti Mevlâna, bütün peygamberleri, yâni yüzyirmidörtbin peygamberin hepsini birlemiştir ve hepsine ‘Ahmed’ diye hitâb etmiştir. 

‘Ahmed’ ismi, Hazreti İsa tarafından Hazreti Muhammed’e verilmiştir. Hazreti İsa demiştir ki: “Benden sonra bir prens gelecek bu âleme, ismi: Ahmed. Ona kim yetişirse benim selâmımı söylesin ve beni O’nun ümmetinden saysın.” 

Yâni, Hazreti İsa, bu beyânıyla, daha hayattayken Hazreti Muhammed’e biâd etmiştir.

‘Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan… şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!..’

Hasan Dedemiz ne güzel buyurur: “10 yazarsın ‘1’çıkar öne, 100 yazarsın ‘1’ çıkar öne, 1000 yazarsın yine ‘1’ çıkar öne… Sen o ‘1’i buldun mu, hepsini buldun demektir. Misâl olarak önünde 1000 tane mum var diyelim, sen kendindeki mumu ister baştaki mumdan, ister sondaki mumun ışığından yak; ama bunun için gerilere gitmeye gerek yok, sana yakın olan mumun ışığından yakman daha doğru olur, mantıklı olan budur; çünkü onlar sayıda fazla görünseler bile onların ışıkları yine o ‘1’dendir.”

Yüce Pîr Mevlâna’nın şu şiiri ne de güzeldir…

“Bugün Ahmed benim, 

ama dünkü Ahmed değil. 

Bugün Ankâ benim, 

ama yemle beslenen kuşcağız değil. 

En’el-Hakk kadehiyle bir yudum içen sızdı, 

Tanrılık şarabından. 

Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım. 

Ben, sultanların aradığı sultan, 

ben hacetler kıblesiyim, 

gönlün kıblesiyim ben. 

Ben cuma mescidi değilim, 

insanlık mescidiyim ben. 

Ben saf aynayım, 

sırım dökülmemiş, paslanmamışım. 

Ben kin dolu bir gönül değilim, 

Sînâ dağının gönlüyüm ben. 

Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum, 

benim sarhoşluğumun sonu yok. 

Tarhana çorbası içmem ben, 

can yemeği yerim, içerim can şerbeti. 

İşte sararttı seni bir gümüş bedenlinin özlemi, 

altın hâline geldin artık. 

Sen altına aşıksın, altın benim rengime aşık. 

Gönlü saf sufîyim ben, benim tekkem âlem, 

medresem dünya benim, değilim abalı sufîlerden. 

İster yakarış eri ol sen, meyhâne eri istersen, 

bundan sanki ne çıkar? 

Yok cumartesiymiş, yok cumaymış,

bence ne farkı var? 

Gerçeğin tadını alan er, ne altına aldırış eder, 

ne kalendar tacına bakar. 

Ne tasası vardır, ne kini. 

Ey Tebriz’li Hakk Şems’i! 

Yüzünü göstermeseydin sen, 

yoksul çaresiz kalırdı kulun; 

ne gönlü olurdu, ne dini…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLVI

“Onlar kendi varlıklarından fânî ve dost ile bâkîdirler. Bu ne garip şeydir ki onlar hem varlar, hem yoklar.” Sultan Veled

Velîlerin içli nağmeleri evvelâ der ki: “Ey yokluk âleminin cüzîleri!

1920. Kendinize gelin; nefs yokluğundan baş çıkarın; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!

Ey kevn ü fesad âleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedî canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!”

O nağmelerden pek az, pek cüzî bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar.

Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeye izin yok.

Agâh ol ki velîler, zamanın İsrâfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler.

1925. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar.

Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir.

Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.

Tanrı sesi, ister hicâb ardından, ister hicâbsız gelsin… Cebrâil, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu verir.

Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Fihî Mâ-Fîh’de, erenlerin sohbeti ile ilgili şöyle buyurur: “Bak da gör, şu yün, akıllı biriyle buluştu, nasıl nakışlarla bezenmiş bir kilim, bir halı oldu. Şu toprak bir akıllıyla buluştu, bu çeşit güzelim bir yapı oldu. Akıllı kişinin sohbeti, cansızlara bile bu çeşit tesirlerde bulunursa inananın, inananla görüşüp konuşması, ne çeşit bir tesirde bulunur? Cüzî nefsin, cüzî aklın sohbetiyle cansızlar, bu mertebeye ulaştılar. Bunların hepsi, cüzî aklın gölgesi. Gölgeye bakılıp sahibi, kıyas yoluyla anlaşılabilir. Şimdi sen de bir kıyasla; ne biçim bir akıl, ne biçim bir hüner gerek şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün bu varlıklar Akl-ı Küll’ün gölgesi. Cüzî aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll’ün gölgesi olan varlıklar da kendisine göre. Tanrı erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine görünmez; pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip gitmişlerdir.”

Yunus Emre de, selâm üzerine olsun, bir şiirinde çok güzel söyler ve der ki: “Kim nefsine sahip olmuşsa bu âlemde bilsin ki o kişi, ona bütün erenlerin eyvallahı var.”

Kevn ü fesad âleminde, yâni maddî âlemde yaşayan vücudumuzun gıda alamadığında hastalandığı gibi, mânevî varlığımızın da aşk gıdası, yâni ruhanî gıda alamadığında öldüğünü buyuran Hasan Dede, selâm olsun üzerine, mürşid-i kâmillerin bir bakıma mânevî hekimler olduklarını şöyle dile getirir: “Bir hekim, nasıl hastasının iyileşmesi için reçete yazarsa, mürşid-i kâmillerin öğütleri ve sözleri de ruhumuza şifâ verir. Fakat söylenen bu öğütleri ve sözleri aşka temas etmeden anlamak mümkün değildir. Gönül alan, gönül kazanan kişilerin nefesleri âb-ı hayat gibidir. Mevlâna’nın, ‘Onların nefesleri, Hazreti İsa’nın nefesi gibidir, hastalıklara devâ olur!’ deyişindeki gibi, onlar hasta gönüllere şifâ, dertli gönüllere devâ olurlar.”

‘Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.’

Sultan Veled Hazretleri de, selâm üzerine olsun, peygamberlerin nefeslerinin ölüleri nasıl dirilttiğini, Maarif’inde şöyle anlatır: “Peygamberler, halkı Hakk’a davet ettikleri vakit, onlarda bulunan zayıf parçalar, kuvvet buldu. Muhâliflerden idiler, yüzlerini peygamberlere çevirdiler, bu kulluk parçaları onların mezarı olan bedenlerinde ölmüş ve dağılmıştı. Fakat o Peygamber ‘Bildir!’ sûrunu ağzına koyup çağırdığı vakit. İsrâfil’in sûrunun nefesi gibi bu dağılmış olan parçalar, mezar gibi olan bedenlerde, canlanıp başgösterdiler.”

‘Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!’

Kasîde:

“Senin gibi eşsiz bir padişahın huzurunda öleceğim gün, ne mutlu bir gündür. Senin şeker madeninin kapısında ölmek, tatlı candan ayrılmak ne hoş bir gündür. 

Senin gül bahçenin selvisi gölgesinde ölürsem, toprağımdan yüzbinlerce gül biter. 

Senin ayak ucunda sevine sevine el çırparak ölürsem, yaşayışa hâris olan nice kişi şaşkınlıklarından ellerini ısırırlar. 

Kadehime ölüm şerbetini sen dökersen kadehi öperim, sevine sevine ölüm şerbetini içerim de neşeden mest olmuş bir halde salına salına ölüme doğru gider, can veririm. 

Can tatlı olduğu için beşer olarak ölüm haberinden sonbahar yaprakları gibi sararıp solarım, ama bahara benzeyen güller gibi gülüp duran o güzel dudaklarının yüzünden, ölümden şikâyet etmeden, güle güle can veririm. 

Senin nefesinle kaç defa öldüm, yine dirilirim. Senin yüzünden bir kere değil, bin kere ölsem korkmam. Ben yine ilk öldüğüm gibi, yine o çeşit ölürüm.

Anasının kucağında ölen çocuk gibi Rahman’ın rahmet kucağında, acıyış, bağışlayış kucağında ölürüm. 

Bu ne biçim söz? Aşık olan ölür müymüş? Âb-ı hayat kaynağında ölmeme imkân var mı?

Ey Tebrizli Şems! Seninle diri olmayanlar var ya, işte ben onların yanında ölürüm de senin yanında dirilirim.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXLV

Tanrı razı olsun, Ömer zamanında yoksulluk gününde gidip mezarlıkta çeng çalan ihtiyar çalgıcının hikâyesi.

Bilmem işittin mi?  Ömer zamanında pek güzel, pek lâtif çeng çalan bir çalgıcı vardı.

Bülbül, onun sesinden kendini kaybeder; bir nağmesini dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı.

Meclisleri, cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyâmetler kopardı.

1910. Sesi, İsrâfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı.

Yâhut İsrâfil’e yardım ederdi; onun nağmelerini dinleyen fil bile kanatlanırdı.

İsrâfil, bir gün nağmesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir.

Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir.

Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı, kötülükler yüzünden pis bir hâldedir.

1915. İnsanoğlu, perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır.

Gerçi perinin nağmesi de bu âlemdedir, ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir.

Zîrâ peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet zindanındadır.

Rahman suresinden “Yâ maşerel cinni” âyetini oku; “Tenfüzu testatiu”nun mânâsını iyice bil!

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’de geçen bir beyitinde şöyle seslenir: “Rüzgâr eser, ağacı dışından sallar, oynatır. Gönül ağacının ise rüzgârı içeridedir. İçeride eser. O rüzgâr, dostu araştırır. Saçlarının gölgesinde gönlüm harâb, mest, lâtif, hoş ve hür olarak ne de rahat uyumuş.”

Gönül perdelerini titreten sesler pek lâtif, pek güzeldir; İsrâfil gibi, estiği yerlere hayat verir. Peygamberlerin ve velîlerin nefesleri de İsrâfil gibidir, dinleyenlere can bağışlar.

Rivâyete göre; Peygamber Efendimizin zamanında, sahâbe bir pervâne gibi O’nun etrafında dolaşır ve O’ndan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşguliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi takip eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, sanki hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, peygamberlerin sesini şöyle dile getirir: “Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir. Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder. Çünkü can kulağı, âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır. O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Allah’a yaklaşır.”

“Mürşid-i kâmiller de Hazreti Muhammed Efendimizin vârisleridirler, onu kendilerine bende etmişlerdir ve onu temsil ederler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder: “Mürşid-i kâmiller, Hazreti Muhammed Efendimizle, Ehlibeyt Efendilerimizle, hep onların sofrası ile beslenen kişilerdir. O’dur onlar. Onun için konuşurken hem kendi duygulanır, hem karşı tarafı duygulandırır. Dünyamıza onlar kadar güzel yüzlere sahip pek insanlar gelmedi. Onlar kadar şifâî konuşacak insanlar gelmedi. Onlar kadar tatlı sözler sarfeden kişiler dünyamıza gelmedi. Bu yüzden her şeyin üstünde bir güzelliğe sahiptirler. Sözleri de bütün sözlerden güzeldir.”

‘Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı, kötülükler yüzünden pis bir hâldedir.’

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna… “Müminin kulağı, vahyimizi kavrar, beller… Öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır. Âdetâ çocuğun kulağına benzer; anasının sözleriyle dolar da söze başlar, konuşur. Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur. Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir. Bu ince ve gizli kinâyelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?..”

Nitekim, âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi, “Ey cinn-ü insin ma’şeri! Gücünüz yeterse geçin gidin aktârı Arz-u Semâdan, geçemezsiniz olmazsa fermân.” (Rahman, 33)

Rubâi:

“Seher vaktinde senin aşkının ezanını canımın kulağı işitir. O ezan aşığa der ki: Ateş gibi yakıcı ızdırapla, belâlarla dolu olan şu dünyadan sıçra, kurtul da gel benim aşk ateşime gir, yan!..”