MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCIX

“Kur’ân, Rabbinizden gelen, kalp gözünü açan beyânlardır; inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir. Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” Hazreti Muhammed (A’raf, 203-204)

2555. Sâlih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryâd eden, onlar feryâd etmeye değmez!

Ey Kur’ân’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?”

Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.

Gözyaşı damlaları yağmur gibi yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katreler, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katreleriydi.

O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak revâ mı?

2560. Niye ağlıyorsun, söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü habis topluluğa mı?

Onların paslı, karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?

Onların Segsarlarınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?

İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!

Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri…

2565. Onlar, geçmişleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl Pîrinin başına ayak bastılar.

Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısıyla hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular.

Tanrı, cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi…”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Cenâb-ı Allah, yağmur katrelerinin, gökteki yıldızların, yelin savurduğu tozların bile sayılarını bilir, hiçbir şey ondan gizli kalmaz; düz ve sert taşın üstünde yürüyen karıncanın yürüyüşünü bilir; karanlık gecede, küçücük karıncanın dinlendiğini görür. Ağaçlardan düşen yaprakları, bilgisi kavrar; gözlerin gizli bakışını görür, duyar.”

Ahmed Avni Konuk, ruhu şâd olsun, son beyitin şerhinde buyurur ki: “Enbiyâ ve evliyâ, Yüce Hakk’ın gözbebeği mesâbesindedir. Onun için ‘insan-ı kâmil’ derler. Ve insan-ı kâmilin bir mânâsı da, kâmil olan ve tamamiyle gören gözbebeği demektir.”

Nebîler ve velîler rahmet sahibidirler; onlar, Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, “Biz bu âleme rahmetten nasîbi olmayanlara, Allah’ın rahmetini ulaştırmak için geldik; başka bir işimiz yok” sözünün delilleridirler.

“Rahmet herkesin anlayacağı bir dille merhamet demektir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Fakat bu kuru bir acıma veya merhamet etme anlamında değil, yardıma muhtaçlara, maddî mânevî her türlü yardımı yapmaya kâdir bir merhamet sahibi olma anlamındadır. Rahmet, Allah’ın sıfatlarındandır; hayırları yerine ulaştırmayı, şerleri de önlemeyi istemek demektir. Peygamber’in mânâsı, Allah’tan pey veren ve O’nun güzelliklerini insanlara müjdeleyerek, onları o güzeliklere davet eden demektir.”

Demek oluyor ki, insan-ı kâmiller, canlı Kur’ân’dır.  

Zîrâ, “Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nurdur” der Hasan Dede, “çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Kur’ân baştan sona nasihattir ve dünyadaki varlıkları söyler. Kur’ân’da insanı irşâd etmek için sayısız teblîgat var ama, insanın Kur’ân’ı anlayabilmesi ve ruhunun arınabilmesi için sadece Kur’ân’ı okuması yetmez. Kişi ancak canlı bir Kur’ân’ı örnek alıp, onun hâline bürünmeye gayret ederek yol alabilir.”

Kasîde:

“Kim, o güzel yüzün aşkından tövbe ederse, dilerim tövbesi kabul edilmesin.

Allah’a binlerce hamd, binlerce şükür ki, senin aşkın bütün dünyaya kanat açtı. 

Senin güzel yüzünün sabahına kavuşmak için, ihtiyar dünya, bir ömürdür seher vaktinde evrâd okuyor. 

İşitmiştik ki; Hazreti Yusuf tam on yıl, geceleri uyumamış da, Cenâb-ı Hakk’tan kardeşlerinin affedilmelerini niyâz etmiş. 

“Allah’ım!” dermiş; “Onların günâhlarını affetmezsen, bu dua kapısını yüzlerce feryâtlarla sarsar yıkarım, şu âleme velveleler salarım. 

Allah’ım; onların günâhlarına bakma, düşünmeden işledikleri hata yüzünden çok pişman oldular.” 

Geceleri hep ayakta durup yalvardığı için, tabanları şişmiş, gözleri yanmaya, ağrımaya başlamıştı. 

Derken, melekût âlemine bir feryâd düşmüş. Melekler feryâda başlamışlar. Nihâyet lütuf denizi coşmuş, zorluklar çözülmüş. 

İşte ermişlerin, velîlerin, gece gündüz çalışıp çabalaması böyle olur. Halkı belâlardan, bozgundan, bunalımdan onlar kurtarırlar. 

Bitmeyen hazineler bağışlarlar. Sonu gelmeyen dertleri, kökünden giderirler; yırtık, pırtık eski hırkaları soyarlar, atlas elbiseler giydirirler.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCVIII

“Okluğumu senin oklarınla doldurdum mu, Kaf dağının bile belini çeker bükerim.” Mevlâna

“Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin cevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş, ağlamıştım.

2545. Tanrı, bana ‘Onların eziyetlerine sabret; onlara nasîhat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı’ demişti.

Ben, ‘Cefâları, eziyetleri yüzünden onlara nasîhat edemiyorum. Nasîhat sütü sevgiden, saflıktan çoşup akar’ demiştim.

Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasîhat sütü damarlarımda dondu.

Tanrı, bana ‘Ben sana lütuf ve inâyet eder, o yaralara merhem koyarım’ buyurdu.

Hakk, gönlümü gök gibi saf bir hâle getirdi. Gönlümden, sizin cefâlarınızı sildi, süpürdü.

2550. Yine size nasîhatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye, sözler söylemeye başladım.

Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.

O sözler, size zehir gibi tesîr etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibârettiniz.

Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.

Gamın ölümüne ağlayıp feryâd eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”

Hazreti Sâlih’in bu hitâbı, helâk olan kavminedir ki, Hazreti Muhammed Efendimiz de, selâm olsun üzerine, Bedir Savaşı’ndan sonra harp meydanında dolaşırken Kureyş müşriklerinin ölü vücutlarını gördüğünde, onlara hitâben, “Biz Rabbimizin vaad ettiği şeyi dosdoğru bulduk; siz de Rabbinizin vaad ettiği şeyi dosdoğru buldunuz mu?” diye buyurur; o sırada yanında bulunan Hattapoğlu Ömer, “Yâ Resulallah, niçin ölülere hitâb buyuruyorsunuz, onlar işitirler mi?” diye sorar. Bunun üzerine Hazreti Muhammed Efendimiz, “Onlar sizden daha iyi işitirler; velâkin cevap veremezler” der.

Tanrı’nın inâyeti Hazreti Sâlih’e erişince, gönlü tekrar saf bir hâle geldi ve kavminin cefâlarından dolayı gönlünde vukû bulmuş olan gam baş aşağı yuvarlanıp gitti.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Tanrı’nın inâyeti ve yardımı ile ilgili olarak, Mecâlis-i Sebâ’da bir su katresinden misâl vererek şöyle seslenir:

“Allah ona rahmet etsin, esenlik versin, Allah elçisi, o önüne ön bulunmayan âlemin tercümanı, o Arabın, Acemin en fâsihi, o ilim ve kerem mâdeni, o davulsuz, bayraksız padişahlar padişahı, o kâinatın ulusu, varlıkların ve var olanların sultanı, müşkül durumda ve çâresiz olanlara, cevap verdi de buyurdu ki: Ey gerçek dostlar, ey uygun bir inançla benimle görüşüp konuşanlar, düşüp kalkanlar, bilin ki hani sel, bütün kuvvetiyle dağlardan, tepelerden âşıkçasına, coşa köpüre denize koşar; ırmaklar, coşa köpüre denize akar; binlerce elle, binlerce ayakla denize ulaşır ya, çünkü sular, birbirinin eli ayağı, bineği durağı kesilmiştir; birbirine kuvvet destek olmuştur su katreleri; bu kuvvetle dağlardan akar, ovalardan geçer, asılları olan denize ulaşırlar; her katre, ‘Dön Rabbine ondan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak’ diye nâra atar; bu neden şaşılacak bir şey olsun? Asıl şaşılacak şey, asıl görülmemiş şey, asıl sarp ve güç iş şudur: Bir dağlıkta, yahut bir mağranın içinde, yahut da amân vermez bir ovada bir katre, tek başına kalır; o katrenin madeni, aslı denizdir; onu arzular; o elsiz ayaksız katre, eli yokken ayağını atar; denizin özlemiyle elini uzatır; ne sel yardım eder ona, ne de bir dostu vardır. Öyle olduğu hâlde düşe kalka yuvarlanmıya koyulur; özlem ayağıyla denize koşar; zevk bineğine biner, yol almaya koyulur. 

Ey çâresiz katre, toprak senin düşmanın, yel senin düşmanın, güneşin ıssısı senin düşmanın. Ulaşmayı dilediğin deniz de çok uzak. Ey elsiz ayaksız katre, bunca düşman arasından denize nasıl varacaksın sen? Ama o katre, hâl diliyle der ki: Ben bir katreyim ama uçsuz bucaksız denizin yardımıyla içimde bir özlem var. ‘Biz emâneti yükledik insana; şüphe yok ki o, çok zâlim oldu, çok bilgisiz bir hâle geldi’ hükmünce zayıfım; ‘Şüphe yok ki biz, arzettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara; derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular’ hükmünce bu çölde seller bile yol alamamaktan korkup titremektedir; bu amânsız çölün tehlikesinden gökler bile titremektedir; dağlar bile Rabbimiz, biz bu emâneti yüklenemeyiz, gücümüz yetmez diye feryâd etmededir; yeryüzü bile ben o yol alanlara toprak kesilmişim ama canımda o güç, o kuvvet yok demededir; fakat bir katreden ibâret olan insanın canı, hizmete bel bağlamıştır da der ki:

Zayıfım, arığım, çâresizim ama değil mi ki can kulağıma ‘Andolsun ki biz Âdemoğullarını üstün ettik’ sesi ulaştı, o sesin inâyet eserlerini duydum; ne zayıfım, ne arığım, ne de çâresizim; dünyanın çâresini bulurum ben. Kendimi gördükçe, kendi gücüme güvendikçe zayıfım, gücüm kuvvetim yok; bütün zayıflardan da daha zayıfım; bütün çâresizlerden de daha çâresizim. Ama bakışımı, görüşümü değiştirdim de kendimi görmedim, senin lütfunu, senin yardımını gördüm mü, ‘O gün yüzler parlar, güzelleşir ve Rablerinin lütfunu bekler’ hükmünce niçin zayıf olayım; niçin çâresiz olayım; niçin çâresizlere çâre bulmayayım? Niçin insan olmayayım; niçin o soluğun o zamanın mahremi kesilmeyeyim?”

“Ay yüzlüm geldi mi, ben kim olabilirim ki, ben kim olabilirim ki? 

Zâti ben kendimden geçtiğim zaman var olurum. 

Bende bir kâr, bir varlık görürsen, bil ki o kâr, o varlık, odur. 

Benden bir gölge görürsen bil ki o gölge benim. 

Bana, o söz söylerse, Yusuf gibi ‘Size ne paylama var, ne kınama’ hükmü zuhûr eder. 

Fakat ben ona söz söylersem, Musa gibi ‘Beni kesin olarak göremezsin’ hükmü zâhir olur. 

Söz hem gizlidir, hem meydanda; fakat o, daha fazla sever bana söz söylemeyi; o bana söz söyledi mi orda ben, söz kesilir giderim.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCVI

“Aklını başına al da Allah’a sığın, ona doğru kaç! Çünkü âb-ı hayat ondadır. Her nefeste ondan amân dile!” Mevlâna

Sâlih Peygamber, “Mâdemki haset ettiniz, bu işi yaptınız… üç gün sonra Tanrı’dan azâb erişecek. 

2520. Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrı’dan başka bir âfet gelecek ki onun üç alâmeti vardır.

Hepinizin yüzünün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz.

İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır, ikinci günü erguvân gibi kızarır.

Üçüncü günü yüzleriniz tamamiyle kararır, ondan sonra da Tanrı kahrı gelir çatar.

Eğer bu tehdîde benden delîl isterseniz devenin yavrusunu dağa kovalayın!

2525. Eğer tutabilirseniz derdinize çâre bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.

Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeye başladılar.

Kimse yavruya erişemedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.

Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsân sahibi Tanrı’ya kaçıp gitmekteydi.

Sâlih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazâsı nasıl geldi? Artık imidin boynunu vurdu.”

2530. Devenin yavrusu nedir? Sâlih Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.

Onun gönlünü alırsanız azâptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.

Hazreti Sâlih’in tertemiz gönlü, Semûd kavminin ezâlarından sıkıntıya düşünce, deve yavrusunun dağların arasına kaçıp gözden kaybolması gibi, derhâl, tüm noksanlardan münezzeh olan, lütuf ve ihsân sahibi Keremallahu Veche tarafına doğru kaçtı.

‘Kermallahu Veche’, İmam Ali Efendimiz için söylenen bir ifâdedir ki, selâm olsun üzerlerine, Yüce Pîr Mevlâna, İmam Ali Efendimiz için şöyle buyurur: “Yüzyirmidörtbin nebînin müşkül durumlarında el açıp Allah’tan yardım diledikleri zaman, onların yardımına koşan o Allah, Ali’ydi; ceddim Resulallah’a âşikâr geldi.”

Salât ve selâm üzerine olsun, “Müminin arkası himâye olunmuştur, korunmuştur” diye buyuran Hazreti Muhammed Efendimizden önce gelmiş olan bütün peygamberler, yardıma muhtaç olduklarında, hayalî bir Allah’a el açıp yalvarmışlar; O da, gerek deprem, gerek fırtına, gerek sel, gerek ateş ve gerekse ebâbil kuşlarıyla onların yardımına koşmuştur.

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Derken ansızın Semûd kavmini bir deprem yakalayıverdi de, evlerinde diz üstü çöküp sabahladılar.” (A’raf, 78)

Yüce Pîr Mevlâna, Fil Vakâsı’ndan misâl vererek, “Ebâbil kuşlarında Tanrı kuvveti vardı” der, “Yoksa bir kuşcağız nasıl olurda bir fili helâk edebilirdi? Koca bir orduyu birkaç kuş kırıp geçirdi. Bak da bu kudretin Tanrı’dan olduğunu bil. Eğer bundan şüpheye düşersen yürü var, Eshâbı Fil suresini oku. Onunla inada kalkışır, düşmanlık dâvâsına girişirsen, yok mu? Eğer onlardan başını kurtarabilirsen beni de kâfir bil sen!”

“Hazreti Muhammed Efendimiz, İmam Ali Efendimiz, Ehlibeyt Efendilerimiz, yüce Mevlâna’mız ve Pîrân Efendilerimiz bizim sünnetlerimizdir, bizleri de size farz kılmışlar” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Onların yüzleri bizden görünür, onların dilleri bizden dile gelir; hiçbiri kabirden dile gelmez. İşte, mürşid-i kâmil kâinattır ve yüzyirmidörtbin nebînin ve sayısız velînin vârisidir.”

‘Devenin yavrusu nedir? Sâlih Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin. Onun gönlünü alırsanız azâptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.’

Kasîde:

“Yaşayışın rahatı, huzuru o güzelle beraber bulunmadadır. Ondan ayrı düşersen, o güzel rahatı da, huzuru da alır götürür. Sen de rahattan ve huzurdan ayrı düşersin. 

Senin sevgin eteğimi tutmuş da bana diyor ki: ‘Benim bu sevgim, o sevgilinin sevgisinden; aslında bu sevgi benim sevgim değil, gerçek sevgilinin sevgisidir.’

Sana bu sevgiyi lütfettiği için ona şükret! 

Yeni yeni ateşlere düşen, yanan yakılan benim, artık o eski dostlarla ne alış verişim var? Gönlüm de sevgilinin canı gibi kararsız bir hâlde feryâd edip duruyor. 

Can, aşktan kendisinin de yaralı olduğunu, gönlüne diken battığını bilmez de sevdiği hâlde seni hırpalar, yaralar, onu hoş gör! Çünkü o da bir aşk hastasıdır. 

Sen aşk ırmağına dalmışsın, orada bulunan, kendisini göstermeyen gizli bir diken seni yaralamaktadır.

Sen o dikenden kaç, güle git, gül bahçesine git! Gül de, gül bahçesi de Tebrizli Şems’in gönlündedir. Çünkü Tebrizli Şems baştanbaşa bir bahardır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCV

His gözünün Sâlih Peygamber’i ve devesini hakîr görmesi… Ulu Tanrı, bir orduyu helâk etmek isterse, düşmanları, gâlib olsalar bile onlara hor ve pek az gösterir. “Ve yukallilukum fî a’yunihim li yakdıyallahu emren kâne mefula.”

Sâlih’in devesi; görünüşte deveydi, o zâlim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kesti.

2505. Su için, deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular.

Tanrı devesi, ırmaktan, buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hakk’tan esirgediler.

Sâlih’in devesi, sâlih kişilerin cisimleri gibidir; onlar, kötülerin helâki için tuzaktır.

Neticede “Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helâk etti!

Tanrı kahrının şâhnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.

2510. Ruh, Sâlih gibidir, ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır, ten ihtiyaç içindedir.

Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı yaralanmaz.

Böyle ruha sahip olanlara kimse gâlib gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil.

Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı’nın nuru kâfirlere mağlûb olmaz.

Can, toprağa mensûb cisme, kötü kişiler incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.

2515. Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir.

Tanrı, bütün âleme penâh olsun diye bir cisme alâka bağlamıştır.

Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez.

Tanrı velîsinin cisim devesine kul ol ki Sâlih Peygamber’le kapı yoldaşı olasın.

Hazreti Sâlih ve Semûd kavmi arasında geçen bu kıssa, Kur’ân-ı Kerîm’de, Hûd suresi, 64-65. âyetlerde ve Şems suresi, 11-14. âyetlerde anlatıldığı üzere; Hazreti Sâlih, Semûd kavmine dahil olur ve bir dağdan deve yavrusu izhâr ederek onlara mucize gösterir. Bu deve yavrusu da, doğal olarak, Semûd kavminin hayvanlarının su içtikleri yerden su içecektir. Fakat onlar, bu deve yavrusu suyu bitirir ve kendi hayvanları susuz kalır korkusuyla, deveyi istemezler. Hazreti Sâlih, “Ey kavmim” der, “Bu, Allah’ın dişi devesidir, sizin için bir işâret olacaktır; onu bırakın Allah’ın arzında yesin, içsin; ona bir kötülük yapmayın, yoksa beklenmedik bir azâba dûçar olursunuz!” Fakat Semûd kavmi o deveyi, ayaklarını keserek öldürürler. Hazreti Sâlih der ki: “Yurdunuzda üç gün daha yaşayın, sonra helâk olacaksınız!”

Ve, ‘Tanrı kahrının şâhnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi… Tanrı’nın nuru kâfirlere mağlûb olmaz.’

Evliyâların ruhları da Hazreti Sâlih’in ruhu gibidir, yâni saf ve temizdir; cisimleri de Hazreti Sâlih’in devesine benzer. Cisimlerine, yâni bedenlerine zarar gelse bile ruhlarına zarar gelmez, çünkü onların ruhları Hakk’a vâsıldır, Hakk’la vuslattadır.

Hattâ onların ruhları, Allah’ın kahır sıfatının kötü kişiler üzerinde tezâhürünü gösterebilmesi için, bedenlenmişlerdir. Öyle ki, onları incitenler, Allah’ın imtihanına tutulurlar ve bilmezler ki, aslında Hakk’ı incitmektedirler.

“Müminin kalbini kıran iflâh olmaz” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Kişi kendini kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Hakk her şeye vâkıftır, her şeyi görür. Çünkü kâinat O’nundur. Onu incitmek Hakk’ı incitmektir. Şefkat dolu bir yer ama bir yerde de hiç affı yoktur. Akıl gözü ile kısa menziller görünür ama kalp gözüyle çok şey görülür. Dar bakışla, bu gözle insan çok şey kaybeder. Hakk yolu kolay bir yol değildir.”

Kasîde:

“Develer sarhoş oldular. Şimdi sen deve oyununu seyret! Kim sarhoş deveden edeb, bilgi ve ibâdet bekler? 

Bizim bilgimiz Hakk’ın bilgisi, yolumuz onun caddesi, harâretimiz koç burcundan güneşten değil, onun sıcak nefesi. 

‘Ruhumdan ruh üfürdüm’ günü nefesi sana can verir. 

Hakk’ın işi ‘Ol’ emri ile oldurmaktır. Yaratışı sebeplere, vâsıtalara bağlı değildir.

Biz bu Hakk yolunda nesrin ve karanfil çiğneriz. Balçık çiğneyen yâni yerden biten otları, dikenleri yiyen bayağı develerden değiliz. 

Balçık çiğneyen develer bu dünyaya, şu balçığa bağlanıp kalmışlardır. Ruhumuzun, gönlümüzün balçıkla ne ilgisi var? 

Din mucizesini göstermek arzusu ile Hazreti Sâlih’in duası dağın bağrından Allah devesini doğurdu. 

Biz doğu tarafına da gitmeyiz batı tarafına da. Biz durmadan ezel güneşine doğru adımlar atar dururuz.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCI

“Ey Tebrizli Hakk güneşi! Sen aramıza gelirsin, seni görmezler. Çünkü sen, can gibi gelirsin, seher rüzgârı gibi renksiz esersin.” Mevlâna

2455. Firavun yine kendi kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece ‘Ey Rabbimiz’ diye yalvarmıyor muyum?

Yalnızken mütevâzı bir hâle geliyor, düzeliyorum. Neden Musa’ya karşı böyle oluyorum?”

Kalp altının rengi hâlis altından on derece daha parlak olsa ateşe karşı nasıl yüzü kara bir hâle gelir!

Kalbim de kalıbım da onun hükmünde değil mi? Bir zaman beni iç hâline kor, bir zaman kabuk hâline.

Bir zaman beni ay hâline kor, bir zaman karartır. Tanrı’nın işi, bundan başka nedir ki?

2460. Ekin ol der, beni yeşertir… Çirkinleş der, sarartır.

Varlığı emriyle yaratan Tanrı’nın çevgânları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz. Lâmekân âleminde de.

Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.

Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.

Bu nükte hatırına renk, nasıl olur da kıyl ü kâlden kurtulur?

2465. Şaşılacak şey… Bu renk, renksizlik âleminden zuhûra geldiği hâlde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?

Yağın aslı sudandır, ve su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıd olur?

Mâdemki yağı su ile yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıd oldu?

Gül dikenden meydana gelmiştir, diken de gülden… böyle olduğu hâlde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse, bil ki bu,

Ya hakîkatte savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır.

2470. Yahut ne savaş, ne hikmet… Hayretten ibârettir. Bu, vîrâneliktir, içinde define aramak gerek.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Nahl suresinin, 40. âyetinde, “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “Ol” dememizdir. O da hemen oluverir” diye buyrulur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen” der ve şöyle devam eder: “Allah’ı kim tanır?.. İnkârdan kurtulan kimse. İnkârdan kim kurtulmuştur?.. Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören âşık… İşte o âşıktır ki, Bayezid-i Bistâmî’nin, ‘Cübbemin içinde Allah’tan başka birşey yoktur’ sözünün remizlerini anladı da o cübbeyi binlerce defa kuba, yâni mâbed-i huda gördü… O âşıkın gözünün önünde, iki cihan, sanki horozun önünde, bir buğday tanesi mesâbesinde kaldı. İşte, Kibriyâ’yı gören gözün temiz bakışı böyle olur.”

Fakat, ‘Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.’

Zîrâ Sâmirî, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu üzere, Hazreti Cibrîl’in atının bastığı mahalden bir avuç toprak alıp bir buzağı heykeli yapar ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırır. 

Bu mânâya işâreten bir ârif şu beyiti söyler: “O Musa’yı ki Cibrîl terbiye etti, kâfirdir; ve o Musa’yı ki Firavun terbiye etti, mürseldir.”

“İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve elbiselerdeki renklerden misâl vererek şöyle buyurur: “Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Hattâ birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. Ama onları ateşte yakarsak, hepsinin rengi bir olur. Kül rengi. Bunu da ancak aşk yapar ve akıllarımızı ateşinde yakarak renklerini bir eder. İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir.”

Yine mürşidim Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede Hazreti Salih’in bir boya küpü vardır; şöyledir menkîbe;

Hazreti Salih’in bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. 

Bir gün meraklı biri sordu: “Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?” 

Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: “Benim küpümün rengi tektir, sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum.”

Zeytin yağının aslı zeytin ağacıdır; yâni “Her şeyin hayatı sudandır.” (Enbiyâ, 30)

İşte ne güzel seslenir Yüce Pîr Mevlâna…

“Subhu sâdıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki, bu sabır ve sebâtla şu yedi renkli zâhirî gözden başka bir göz elde edersin. O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün. Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin. İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.”

Kasîde:

“Benim yolumda, yüzlerce nefsanî pusu var! Ama, benim de en ince şeyleri gören yüzlerce akıl gözüm var! 

Yüzümde yüzlerce secde izleri var! Onlar, varlığını gönlümde hissettiğim daima benimle beraber olan padişahımın izleri. 

Dünyada da gizli olan en değerli, paha biçilmez bir define benim canımda, gönlümde gömülüdür. 

Benim Cebrâil-i Emîn’den de gizli bir Cebrâil’im var! 

Devlet, zenginlik atını kesmem gerekir. Çünkü ben, aşk atına eğer vurdum, binmek üzereyim. 

Aşktan asla vazgeçmem, ayağımı diremişim. Benim demirden ayaklarım var!

İçimde mânevî bağlar, bahçeler, yaseminler var! O yüzden nefsimden sevgilimin kokusu geliyor. 

Öyle mutluyum ki, neşeden ayaklarım yerden kesilmiş. Çünkü, benim mekânsızlık âleminden yerim var! 

Haydi yürü, Tebriz şehrine git! Bu hâllerin açıklanmasını Şemseddin’den iste! Çünkü bütün bu hâllere beni Şemseddin ulaştırdı.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXII

“Bu can madeninden, o Sultan’ın yanından geldiğimiz gibi, burhânımızı duyunca da, yine vatanına doğru döneriz. 

Susuyoruz.. Şimdi bu gamları kimseye söylemeyiz; Cenab-ı Mevlâna’mız köşkümüzün gönül sofrasında göründü.” Hasan Çıkar Dede

751. Kimin bir yıldızla alâka ve merbûtiyeti varsa o, kendi yıldızıyla döner dolaşır, o yıldızın tesîri altındadır.

752. Tâlihli Zühre ise şevki, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.

753. Kan dökücü huylu Mirrih’e mensûb ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.

754. Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirâk ve nâhis olmaz.

755. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde de seyir ve hareket ederler.

756. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar.

757. Her kimin tâlihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zâtı, kâfirleri taşlayıp yakar.

758. Onun hışmı, bazen gâlib gelen, bazen mağlûb olan ve tesîri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.

759. Gâlib nur, noksandan ve karanlıktan emîndir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır.

760. O nuru, canlara Hakk saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.

761. O nur saçısını bulan, yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir.

762. Kimin aşk eteği yoksa o, nur saçısından nasîpsiz kalmıştır.

763. Cüzîlerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.

764. Öküzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara!

765. İyi renkler, temizlik küpünden hâsıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir.

766. O lâtif rengin adı “Sıbgatullah – Tanrı boyası”dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lânetidir.

767. Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır.

768. Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşkla karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!

754. beyitte geçen ‘ihtirâk’ ile ilgili olarak Abdülbâki Gölpınarlı şu yorumu yapar: 

“İhtirâk, aydan başka öbür yıldızların güneşle bir derecede bulunmalarıdır. Eski yıldız bilgisine inananlarca ihtirâk ve yıldızlara, büyük, yâhut küçük kutsuz yıldızların üst oluşu kutsuzluk meydana getirir. Mevlâna, yıldızlardan, onların şu veyâ bu hâlde oluşlarından bahsederken, bu çeşit inançların bâtıl olduğunu da bildirmiş oluyor.

Kur’an-ı Kerim’de, Hicr sûresinin 18. âyetinde,  Saffat sûresinin 10. âyetinde ve Cin sûresinin 8-9. âyetlerinde, bir söz duymak, bir haber almak için göğe çıkmak isteyen cin ve şeytanların, melekler tarafından atılan şihaplarla yakıldığı bildirilir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz” diye buyurur.

İşte Hazreti Mevlâna, “Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirâk ve nâhis olmaz. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde de seyir ve hareket ederler. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar. Her kimin tâlihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zâtı, kâfirleri taşlayıp yakar” diye buyururken Hazreti Muhammed Efendimizin bu hadîsine işâret eder.

Ve yine şöyle seslenir… “Gündüzün güneşte yok olan yıldızlar gibi Allah varlığında yok olup kendisinden geçenler, hüner ve sanatlariyle şerlerinden emîn olmuşlardır. Yok olana tehlike olmaz.”

759. beyitte Mevlâna, “Gâlib nur, noksandan ve karanlıktan emîndir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır” diye buyururken de, Hazreti Muhammed Efendimizin, “Kalpler Allah’ın kudret parmaklarından iki parmağı arasındadır; çevirir, döndürür” ve “Gerçekten de Allah, halkı karanlıkta yarattı; sonra ışığını saçtı onlara. Bu ışıktan kime bir ışık düştüyse bugün odur doğru yolu bulan; kime düşmediyse yanılmış gitmiştir” hadîslerine işâret eder.

Hasan Dede, “İnsan, Cenab-ı Hakk’ın mânâ ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifirî karanlıktadır” der ve şöyle devam eder, “Oysa ki, Hazreti Muhammed Efendimizin ışığıyla aydınlansa, teslim olacak ve huzur bulacak. Allah’ın rahmeti herşeyi kuşatmıştır. Varlığında hiçbir şey yoktur ki, rahmetiyle onu zikretmemiş olsun. Cenab-ı Allah’ın herhangi bir şeyi zikretmesindeki mânâ, o şeye bulunduğu hâle göre varlık bahşetmesidir. Bu âlemde herkes kendi mertebesini gerçekleştirir, herkesin nimeti bu mertebeye, yâni Allah’a yakınlığı derecesine göre olur. Kemâlâta ererek gerçek anlamda yokluğa eren ve bu yokluğun sırrını bilen kimse en büyük nimeti elde eder. Bu bilgi herkesin kendi idrâkine göredir. Bu hususta kim ne diyor ve ne yapıyorsa boşa gitmez. Fakat bilenle bilmeyen de bir olmaz.”

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Dehr sûresinin 3. âyetinde, “İster şükretsin, ister nankör olsun, gerçekten de biz ona doğru yolu gösterdik” diye buyrulmaktadır.

Yüce Pîr Mevlâna’nın dediği gibi… “O nur saçısını bulan, yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir. Kimin aşk eteği yoksa o, nur saçısından nasîpsiz kalmıştır. Cüzîlerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir…”

Hasan Dede, “İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır” der ve şu menkîbeyi anlatır:

“Hazreti Salih’in, yaşadığı devirde, bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. Bir gün meraklı biri sordu: ‘Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?’ Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: ‘Benim küpümün rengi tektir; sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum’..”

“Allah’ın verdiği renk. Allah’tan daha güzel renk veren kim? Ve biz O’na tapanlarız.” (Bakara, 138)

Kasîde:

“Sevgilim, belki vefâ ve merhametin coşar da, kapıyı açarsın; ‘Orada, ne bekliyorsun kalk, içeri gir!’ diye seslenirsin ümidiyle ben senin kapında oturmuş bekliyorum. 

Ey pek güzel olan yüzünde her zaman yüzlerce lütûf, yüzlerce merhamet nuru parlayan sevgili! Canım, kapında senden gelen misk kokularına, anber kokularına gark olmuştur. 

Biz mest olmuşuz; başımız dönmede, başkalarının yaptıkları işlerle bizim ilgimiz yok. Dünya alt üst olsa, yakılsa, yıkılsa umurumuzda değil. Yeter ki senin aşkını kaybetmeyelim. Yeter ki senin aşkın ebedî olsun! 

İçimizde senin aşkın el çırpmada, yüzlerce başka âlemler yaratmada, göklerden de dışarda, ötelerde yepyeni yüzlerce asırlar meydana gelmede.

Bugün biz senin misafiriniz. Güler yüzünün mesti olduğumuz için seni bırakıp başka yere gidemiyoruz. Sen öyle eşsiz bir güzelsin ki, Allah’a yemin ederim ki yüzünün güzelliğini düşününce, hayal edince, şu gönlüm beni bırakıp gidiyor. 

Kurtulmam için, gönlü uyanık bir can bulursam, onun eteğine yapışacağım, himmet isteyeceğim. Keşke uyuyabilseydim de rüyada yüzünü gösterseydin.

Bütün canlar, can denizinden geldikleri, can denizini tanıdıkları, bildikleri için oraya doğru sel gibi akıp gidiyorlar da, başka tanıdıklardan, başka sevgililerden yüz çevirmişlerdir. 

Can denizine doğru koşan seller de çeşit çeşit. Bir sel var yüksek dağlardan kaynağını alarak, hayran hayran başını taşlara çarparak, köpürerek, ağlayarak, heyecanla feryâd ederek, aslı olan can denizine doğru koşuyor, koşuyor. Bir sel de var ki yolunu kaybetmiş… Biri, ‘Allah’a hamd olsun!’ demede; diğeri, ‘Lâ havle’ okumada.

Ey güneş gibi doğup, müflislere, yoksul kişilere sevgi şarabı sunan lütfeden. Bir ihsanda bulun, o şaraptan bize de sun! Biz de yoksuluz, biz de şaşırdık, yolumuzu kaybettik. 

Nasıl olmuşsa gül, ansızın seni görmüş, şaşırıp kalmış da elbisesini yitirmiş. Çeng senin çenginin sesini duymuş, feryâda başlamış, utanıp başını önüne eğmiş.

Zühre yıldızının burcunda en talihli olan kimdir? Ney’dir. Çünkü ney, dudağını senin dudağına koymuş, senden nâğme öğreniyor.

Ey yüce padişah; doğrusu bizim için bundan sonra ayık olmak ayıptır, yazıktır! Allah’ım sana yemin ederim ki, artık bundan sonra ben ayık olarak senin büyüklüğünü, gücünü, kuvvetini anlatamam, senden bahsedemem, ancak senin aşk şarabınla mest olunca dilim çözülür.”