MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXX

Sihirbazların, “Ne buyurursun, âsâyı önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” diyerek Musa Aleyhisselâm’a hürmet edip onu ağırlamaları, Musa’nın da, “Siz atın” demesi.

Melûn Firavun’un zamanında sihirbazlar Musa’ya kin güderek mücâleye giriştiler.

Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar. Zîrâ ona “Ferman senin. İstiyorsan önce sen âsânı at” dediler.

Musa, “Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun” dedi.

1615. Musa’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet, din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri, ayakları kesildi.

Sihirbazlar, Musa’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık olarak ellerini, ayaklarını fedâ eylediler.

Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; mâdemki sen kâmil değilsin, yeme ve sükût et!

Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.

Çocuk önce, süt emme kâbiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamiyle kulak kesilir.

1620. Lâkırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerektir.

Kulak vermezse “ti, ti” diye mânâsız sözler söyler; kendisini âlemin dilsizi yapar.

Anadan sağır olan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin?

Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir.

Evlere, kapılarından girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın!

1625. Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, 1614. beyitte, Kur’ân-ı Kerîm’deki, Tâhâ sûresi 65. ve Yunus sûresi, 80. âyetlerine işaret etmektedir ki, bu âyetlerde, “Sihirbazlar dediler ki, yâ Musa, sen mi atarsın yâhut evvel biz mi atalım? Musa onlara dedi: Atacağınız şeyi atın!” diye buyrulmaktadır.

‘Musa’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet, din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri, ayakları kesildi.’ Yâni, sihirbazların Musa’ya gösterdikleri hürmet imanlarına sebep olduysa da, mukâbeleye cüretleri el ve ayaklarının kesilmesine sebep oldu.

Nitekim, yine Kur’ân-ı Kerim’de, A’raf sûresinin 204. âyetinde, “Kur’ân okununca dinleyin, susun da acınmışlardan olun” diye buyrulur. 1618. beyitte geçen ‘Ansitû’ sözü de, âyetteki ‘Susun’ mânâsına gelmektedir.

‘Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; mâdemki sen kâmil değilsin, yeme ve sükût et! Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.’

Mürşid-i kâmiller kitâbî konuşmazlar, hitâbî konuşurlar. Bu demektir ki onlar, Hazreti Muhammed’in bendesi olmaları cihetiyle, Kur’ân-ı Nâtık’tırlar, yâni söyledikleri her söz, Kur’ân’dandır. Bu sebeple, mürşid-i kâmilin huzurunda susmak, edeb almak ve can kulağıyla dinlemek gerekir. 

Nitekim, Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle der: “İnsan, kulaktan beslenir, muhabbetle aydınlanır. Biz her zaman şunu deriz: ‘Nerde muhabbet, orda Muhammed.’ Muhabbet olmayan bir yerde Muhammed bulunmaz.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “Cuma günü imam hitâpta bulunurken, dinlemeyip de lâkırdı eden adam, kitapları yüklenmiş eşek gibidir. Mevcut olan cemaatten de her kim, o lâkırdı edene sus diye söylerse, onun da cuması yoktur.”

Zîrâ, bir menkîbede anlatılır ki: “Peygamber Efendimizin zamanında, Sahâbe bir pervâne gibi O’nun etrafında dolaşır ve O’ndan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşguliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi takip eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.”

“Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’ân dışı değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nurdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir” der Hasan Dede, “Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.”

Şems-i Tebrizi Hazretleri de çok güzel buyurur ve der ki: “Hazineden anlamayan yalnız onun sözünü işiten ve gören kimse için hazine ancak bir armağandır.”

Mürşid-i kâmiller, Ali sıfatını taşırlar. Nitekim, Hazreti Muhammed Efendimiz ilmin şehri, Hazreti Ali de o şehrin kapısıdır.

‘Söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir. Evlere, kapılarından girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın! Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.’

Ne güzel söyler Hasan Dede… “İçimizde, bize benzeyen biri vardır. Aslında biz, O’yuz. Görünen şu beden onun evidir. Dışardan görmek isteyen bizi, bu evin içinde nasıl görecek? Hakîkisini görmek için, içeri girmek lâzım. İçeri girdin mi, işte orada söz biter; orada sohbet, kelâm, harfler yoktur.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXIX

Feridüddin Attâr’ın -Tanrı ruhunu takdîs etsin- sözünün tefsîri.

“Ey gâfil! Sen nefs ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönle sahip olan kişi, zehir bile yese o zehir, bal olur.”

1600. Gönle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyân gelmez.

Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı tâlib, henüz harâret içindedir.

Peygamber buyurdu ki: “Ey cüretli tâlib! Sakın, hiçbir matlûb ile mücadele etme!”

Sende Nemrud’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol!

Mâdemki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci… aklına uyup kendini denize atma!

1605. Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyânlardan bile bir hayli fayda elde eder.

Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir.

O gerçek er, Tanrı’ya makbûl olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.

Nâkıs kimsenin eli ise şeytanın, ifritin elidir. Çünkü şeytanın teklif ve hile tuzağına tutulmuştur.

Kâmile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nâkısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir.

1610. İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kâmil, kâfir bile olsa o küfür, din ve şerîat hâline gelir.

Ey yayan olduğu hâlde süvâri ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada kazanamayacak, onu geçemeyeceksin, iyisi mi, dur!

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, şöyle bir menkîbe anlatır:

“Bir gün miskinin biri Hazreti Ali’nin yanına gelerek: ‘Yâ Ali, çoluk çocuğum üç gündür aç, ne olur bana bir yardımda bulun’ der. 

Hazreti Ali, yerden bir avuç toprak alınca miskin, Ali beni boş çevirmemek için toprak ikrâm edecek, diye düşünür.

Hazreti Ali içinden duada bulunarak elini uzatır, toprak miskinin eline düşer düşmez altın olur. Miskinin gözleri fal taşı gibi açılır. 

‘Yâ Ali, ilerde yine böyle bir sıkıntıya düşersem seni rahatsız etmeyeyim, bir avuç toprak alıp okuyayım, altın olsun. Bana o duaları söyler misin?’ 

‘Tabî söylerim, üç İhlâs bir Fâtiha okudum, sonra da Hu çektim.’ 

Miskin, ‘Aaa! Ne kadar kolaymış’ der ve hemen yerden bir avuç toprak alarak, üç İhlâs bir Fâtiha okur ve Hu çeker, fakat toprak altın olmaz. ‘Yâ Ali, okudum, Hu da çektim, ama toprak altın olmadı.’

‘Olmaz kardeşim, olması için gerek ki sana gönlümü de vereyim’…”

Ahmed Avni Konuk şöyle buyurur: “Tâlibden maksat, kemâle ermemiş olan sâlik; matlûbdan maksatsa, insan-ı kâmildir ki, onlar Hakk’ın matlûbları ve makbûlleridir. Yâni ey nefs sahibi, kendini kâmiller ile beraber tutup onlara muhâlif olma!.. Dünyevî zevkler çok derin bir deniz gibidir.  Sen bu denizde yüzmesini bilmezsin ve dalgıçlar gibi denizci de değilsin, o hâlde nasîhat verenlere karşı serkeşlik ederek kendini nefs denizine atma ki, boğulmayasın. O dalgıç gibi denizci olan insan-ı kâmil, o denizin dibinden gevher getirir, yer, içer. Fakat onun yediği içtiği, vücudunda ilim ve irfâna, güzel ve hayırlı işlere dönüşür.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” buyrulmuştur. (Fetih, 10)

‘Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir. O gerçek er, Tanrı’ya makbûl olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.’

Kasîde:

“Seni övdüğüm zaman söylediğim sözleri ölü bir müride söylesem, mürid dirilir, kefenini atıp kalkar! 

Hâlbuki, benim müridim ölmez! Çünkü o, lütuflar sahibi Hakk’ın sakîlerinin elinden âb-ı hayat içmiştir! 

Ey dirilere kurtuluş, ölülere can olan sevgili! Sen; içimde put yontarsın, dışımda put kırarsın! 

Rüzgâr, senin yüzünden perdeyi şöyle bir kaldırsa, gül, utancından erir, su olur! Ne yeşillik güzel kalır, ne de ben kalırım! 

Bir ân için olsun, şaraba benzeyen dudaklarını açarsan, gül bahçesinde her yaseminin yaprağı mahmurluktan üç batman olur! 

Bir zaman gelir de, aşıklara dem sunar, gönül verirsen, can, zahitlikten kurtulur; biz de, kendimizden geçer gideriz! 

Senin bir şeyini çalmadıysa, gönlü niçin asmışlar? Hırsızın sonu asılmaktır; başka çare yok! 

Her güzellik hırsızı böyle asılsaydı, bütün âlem, kadın erkek hırsız olmak sevdasına düşerdi! 

Bu çeşit asılmaktaki kerâmetlerin küçüğü, âb-ı hayat içmektir, ölümsüzlüğe ermektir! 

Mumdaki yanışın tadını zümrüd-ü ankâya tattırsaydın, ona pervâne gibi kanatlar vermiş olurdun da, kendisini yakar yandırırdı! 

Sanatındaki güzellik, bir ân için puthâneye düştü de, bazen puta tapan, put oldu, bazen de put, puta tapan oldu! 

Hazreti Ahmed’in medh ü senâsı haçın üstüne nakş edilince, puttan vahdet sırları apaçık duyuldu! 

Ey Hoten güzeli! Aşkın geldi, gönlün üstüne bindi de, dedi ki: ‘Böyle bir atı koşturdukça koşturmalı.’

Coşkunluğun, aklımı başımdan aldı; ben, fitnelere düştüm! Zaten akılsızın nasîbi, fitnelere düşmektir; ona bu lâyıktır! 

Ben neredeyim, şiir nerede? Fakat, Türk’ün biri gelir de bana nefes ederse üfürürse, ona; ‘Hey; sen kimsin?’ derim! 

Türk kim, Tâcik kim, Rum kim, Zenci kim? Sen, mülk sahibisin; her gizliyi, her açığı çok iyi, inceden inceye bilirsin! 

Şiirim, şiirin elbisesidir; fakat, şiirin içinde kim var? Ya elbiseyi süsleyen huri, yahut da elbiseyi soyan şeytan!.. 

Şeytanın şiirini başımızdan atalım, huriyi bağrımıza basalım!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVIII

Tâcirin, kırda Hindistan dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi.

Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.

Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emânet ettiği sözleri söyledi.

1585. O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.

Tâcir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım.

Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir.

Bu işi niye yaptım, o haberi niye verdim? Bu münâsebetsiz sözle biçâreyi yaktım, yandırdım.”

Bu dil, çakmaktaşı ile çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe benzer.

1590. Mânâsız yere gâh hikâye yoluyla, gâh lâf olsun diye çakmaktaşı ile çakmak demirini birbirine vurma!

Zîrâ ortalık karanlıktır, her taraf pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur?

Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.

Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri arslan eder.

Canlar aslen İsa nefeslidir; bir ânda yara, bir ânda merhem olurlar.

1595. Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.

Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, hâris olma, bu helvayı yeme!

Ferâset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.

Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Hayrı söyle ve yoksa sus!” diye buyurur.

‘Zâlim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.’

Hazreti Ali Efendimiz, selâm üzerine olsun, Nehc’ül Belâga’da şöyle buyurur: “Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, katından ‘Elif Lâm Mîm, insanlar sanırlar mı ki inandık derler de öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar onlar’ âyeti inince (Ankebût, 1-2) bildim ki Resûlallah aramızdayken fitne inmez bize. Yâ Resûlallah dedim. Allah’ın sana haber verdiği bu fitne nedir? Buyurdu ki: Yâ Ali, ümmetim benden sonra fitneye düşer. Ben, yâ Resûlallah dedim, Uhud günü, Müslümanlardan şehit olanlar oldu; bense şehâdete erişemedim; bana bu, pek ağır geldi; müjdelerim seni, şehâdet bundan sonra nasîb olacak sana buyurmuştun; bu mudur fitne? Resûlallah, evet buyurdu, bu böyledir; o vakit nasıl sabredeceksin? Ben, yâ Resûlallah dedim, bu durak sabır duraklarından değil, müjde duraklarından, şükredilecek bir durak. Resûlallah, yâ Ali buyurdu, kavim, mallarıyla fitneye, sınanmaya düşecek, dinleriyle Rablerine minnet etmeye kalkışacak; rahmetini dileyecekler, fakat azâbından emin olacaklar, bize azâb etmez diyecekler. Harâmını, yalancı şüphelerle unutturucu dileklerle helâl sayacaklar. Ben, yâ Resûlallah dedim; bu çağda hangi konağa indireyim onları, ne sayayım onları? Dinden dönmüş mü sayayım, sınanmaya düşmüş mü? Buyurdular ki: Sınanmaya düşmüş say.”

‘Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesîh’in sözü gibi tesîr ederdi.’

Ahmed Avni Konuk tefsîrinde şöyle açıklar: “Ruhlar, kendi asıllarında İsa gibi ruhullahtır. Binâenâleyh o hazretin nefesi ölüleri nasıl ihyâ ederse, bunlarda da ölüleri diriltme hâssası vardır. Fakat ne vakit ki çokluk âlemine dalar ve surete bağlanırlar, işte o vakit nefsanî sıfatlara tâbî olduklarından, bazen yara ve bazen de merhem olurlar. Yâni nefsanî sıfatların nüksetmesiyle bazen birçok fitnelere ve kalb yaralarına sebep olurlar. Ve bazen de nefsanî sıfatların hükmünden bir ân için olsun uzaklaştıklarında, o fitnelere karşı uzlaştırıcı olurlar. Eğer ruhlardan nefsanî sıfatlar tamamen kalksa idi, her bir ruhun kelâmı Mesîh gibi ölüleri diriltir ve kalblere ferahlık verirdi. Eğer bu çokluk âleminde sözü şeker gibi tatlı söylemek ve tesîrini nefs sahiplerinin kalblerine yerleştirmek istersen, nefsinin isteklerine karşı sabırlı ol ve çokluk âleminin helvasından ve tatlılıklarından yeme. Nitekim, helvadan maksat dünyevî ve nefsanî isteklerdir. Akl-ı nefs olanlar çocuklara benzer; onlar dünyevî zevklere karşı asla sabredemezler. Ehl-i ruh olanlar ise akıllı olanlardır; onlar her bir lezzetin arkasında bin belâ olduğunu görüp, sabrederler.”

‘Bir cana kıydım. Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir…’

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, buyurur der ki: ‘Bu kâinatta ne görüyorsanız hepsi Allah’ın ailesidir. Allah da benim sevgilimdir. Sakın ailemden birini incitmeye kalkmayın, yoksa sevgilim incinir…”

“Biz, bize ‘kötü’ diyenleri tenkit etmek bile istemeyiz. Çünkü olabilir ki, bu tenkitten onların gönülleri incinebilir. Onların gönlü, Allah’ın gönlüdür, bizim gönlümüzdür; hepimizin gönlü, aynı gönüldür. Yıktığın gönül, senin. Yıkarsan, kendi malını yıkmış, harâb etmiş olursun. Allah, ayırım bilmez; şu Arap, şu Türk demez. Çünkü O, her varlığın anasıdır; hiçbirinin incinmesini istemez. İncitenden ayrı, incinenle beraberdir. Biz de yüzümüzü Allah’a döndüysek, söyleyeceğimiz sözlere çok dikkat etmeliyiz. Bilelim ki kimi incitiyorsak, Allah’ı incitiyoruz demektir” diye buyuran Hasan Dede’nin şu şiiri, selâm üzerine olsun, tamamiyle Mevlâna’nın yukarıdaki beyitlerinin izâhı gibidir ve ne kadar güzeldir… 

“Dil çakmak taşıyla demire benzer, 

Söz kıvılcım olur kavrulur her yer. 

Sakın lâf söyleme mânâsız yere, 

Taşı yerli yersiz vurma demire. 

Ortalık karanlık her taraf pamuk, 

Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk. 

Cahiller gâfletle bir söz söylerler, 

Akılları bozup berbât eylerler. 

Tek sözle mahvolur âlemdekiler, 

Bir arslan kesilir ölü tilkiler. 

Perdesiz olaydı canların özü, 

Can veren olurdu onların sözü. 

İstersen sözünün hoş olmasını, 

Yememen gerekir hırs helvasını. 

Helvayı çok sever küçük çocuklar, 

Erenlerde ise sonsuz sabır var.

Göklere yükselir sabrı bilenler, 

Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVII

İlâhî akıl kuşlarının kanatlarının evsâfı.

Can dudusunun hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerde kuşlara mahrem olan kişi?

Nerde zayıf ve günâhsız bir kuş ki onun içine Süleyman, askerleriyle ordu kurmuş olsun!

Şükür yâhut şikâyetle feryâd edince yere, göğe zelzeleler düşsün!

Her demde ona Tanrı’dan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Yâ Rabbi” deyince Hakk’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin!

1575. Hatası, Tanrı indinde ibâdetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın!

Öyle kişiye her nefeste hususî miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususî taç koyar.

Cismi topraktadır, canı lâmekân âleminde, o lâmekân âlemi, sâliklerin vehimlerinden üstündür.

O lâmekân âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.

Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tâbîyse mekân âlemiyle lâmekân âlemi de, o âlemin hükmüne tâbîdir.

1580. Bu ilâhî akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sükût et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi bilir.

Dostlar, biz yine kuş, tâcir ve Hindistan hikâyesine dönelim.

Tâcir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selâm götürmeyi kabul etti.

Ahmed Avni Konuk, tefsîrinde, şöyle bir açıklamada bulunur: 

“Mâlum olsun ki, akıl, ruhun sıfatıdır. Ve ruhun beş mertebesi vardır ki, her bir mertebesine aklın bir sıfatı icâbet eder. 

Birincisi, hassas ruhtur, beş dış duygu ile hareket eder ve bunlardan zuhûr olan şeyleri kabul eder. Meselâ bir ses olursa duyar, nazarına bir cisim isâbet ederse görür. Bu ruh, süt emen bir çocuğun vücudunda da vardır.

İkincisi, hayalî ruhtur, beş dış duygudan zuhûr olan şeyleri hıfz eder ve icâb ettiği vakit bu ruh o zuhûr eden şeyleri akla arz eder. Bu ruhun mertebesi evvelki mertebeden yüksektir. Çocuğun gelişiminin başlangıcında bu ruh yoktur. Çünkü çocuk hissettiği şeyleri unutur.

Üçüncüsü, aklî ruhtur, bu mertebede ruh kendi sıfatı olan akla bürünür. Bu ruh his ve hayal hâricinde olan mânâları idrâk eder. Bu hâl çocuklarda bulunmaz.

Dördüncüsü, fikrî ruhtur ki, bu ruh, kelâm, mantık, fen ve felsefî ilimleri kabule istidâdı olup, okuduğu ve işittiği bu ilimleri kendi mâlumâtı arasına katar ve bunlarla bilgi dağarcığını genişletir. Zâhirî âlimlerin aklı bu mertebededir. Bu zikr olunan dört mertebedeki akıllara beşerî akıl denir. Bu akıllar, ledün ilmini idrâkten âcizdir. Onun için bu mertebedeki akıl sahipleri evliyâya muhâlefet eder, çünkü kendi tavrından hârictir.

Beşincisi, kudsî ruhtur ki, enbiyâ ve onların vârisleri olan tüm evliyâya mahsustur. Bu ruhun sıfatı akl-ı küll olup, Cebrâil onun mazhârıdır. Bu kudsî ruhtan, gayb nurları ve ilâhî sırlar coşup taşar. İlâhî akıl, bu kudsî ruh mertebesinde olan ruhlardan ibârettir. Bu ruhlar, bütün akılların mertebelerini kuşatıp mânâ âleminde ve tüm ilâhî mertebelerde kayıtsızca uçan kuşlar gibidir ve bunların kanatları, ilim, amel, şevk ve muhabbet gibi sıfatlardır.”

‘Nerde zayıf ve günâhsız bir kuş ki onun içine Süleyman, askerleriyle ordu kurmuş olsun!’

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, Fetih sûresinde, “Şüphe yok ki biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir, Allah, ümmetinin önce yapılan ve sona kalmış olan günâhlarını sana bağışlasın ve sana, nimetini tamamlasın ve seni, doğru yola götürsün diye ve sana, üstün bir yardımla yardım etsin diye. Öyle bir mâbuttur ki inançlarına inanç katsın diye inananların gönüllerine, tam bir sükûn ve huzur indirmiştir ve Allah’ındır göklerin ve yeryüzünün orduları ve Allah, her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir” diye buyrulmaktadır. (Fetih, 1-4)

Âriflerin Menkîbeleri’nde anlatılır ki: Bir gün Cenâb-ı Mevlâna, gayb âleminde bir kutub gördü ve “Yâ Rab, yâ Rab” diye seslendi. Bir hadde kadar ki, yerin ve göğün bütün cüz’leri ve cümle ulvî ve suflî ruhlar ona razı bir hâlde “Yâ Rab” dediler. Ve o esnâda nur-i ilâhî Şemseddin Tebrîzî efendimizin sırrına mazhâr olup, kendileri “Lebbeyk, lebbeyk!” demeye başladı. Bu tecellî üç sefer vâkî oldu. Cenâb-ı Şemseddin efendimiz, “İlâhi o şeyh yâ Rab diyor, ona lebbeyk de!” buyurduğunda, derhâl sırrına birbiri ardınca aralıksız nurlar çarpar ve “Lebbeyk!” derdi.

‘Öyle kişiye her nefeste hususî miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususî taç koyar.’

Kasîde:

“Gelin ey aşıklar, gelin ey iş erleri! İşe yarar şarap burada! Zaten biz de onun için bu işe koyulmuşuz. 

Her seher vakti o güzeller Peygamberinden haber gelir: ‘Gelin ey çâresizler, gelin!’ der. Aşıklara dermânda biçâreyiz. 

Aşıkların hepsinden de ‘Lebbeyk, lebbeyk!’ sesleri göklere yükselmede, onlar diyorlar ki: ‘Mânâ mushâfı sensin. Bizler ise otuzar parçaya ayrılmışız, cüz’lerden ibâretiz.’ 

Dudağı bile onun şarabını içince kendinden geçti. Biz ne yapalım? Biz demirden, kayadan ibâret bir dağ mıyız? 

Biz gökyüzü harmanında yıldızız ama, parça parça kesilsek, her parçamız bir arpa büyüklüğünde olsa, yine de bir zerre kadar sır vermeyiz. 

Biz Hazreti İsa gibi şu beden beşiğinde bağlıyız ama, Hazreti Meryem gibi Allah’ın nuruna gebe kalmışız.

Bizi bu cüz’î akılda arama! Biz onun aşk ovasına dalmışız, cüz’lerden kurtulmuşuz. 

Aşk delidir, ama biz delinin delisiyiz. Nefs-i emmâre kötülükleri emrediyor. Biz onu emrimiz altına almışız.

Ey Tebriz şehrinin iftihâr ettiği Şemseddin! Bu seferden bir kere daha geri dön! Allah aşkına gel, biz bir tek aşka, senin aşkına tutulmuşuz, o aşk ile oyalanmadayız.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXVI

“Bana senin akîk gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var? Bana senin cemâlin lâzım, kamerin ne yeri var?” Mevlâna

1555. Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leylâ, öbürü Mecnûn olursa.

Ey güzel endâmlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymâneleri içmem revâ mı?

Sevgili! Bana da bir nasîb vermek istersen beni anarak bir kadeh iç!

İçerken bu yerlere serilmiş düşkün aşığı yâd ederek toprağa bir yudum şarap dök!

Şaşılacak şey! Nerde o ahîd, nerde o yemîn? O şeker gibi dudağın verdiği vaadler hani?

1560. Bu kulun ayrı düşmesi, fenâ kulluktansa… kötüye kötülükle mukâbele edersen aramızda ne fark kalır?

Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, semâdan, çengin nağmelerinden daha zevkli, daha neşeli.

Ey cefâsı devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber!

Ateşin bu… acaba nurun nasıl? Mâtem, bu olunca düğünün nice?

Cevrinde öyle tatlılıklar var ki… mâlik olduğun letâfet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz.

1565. Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye korkarım.

Kahrına da hakkıyla aşığım, lütfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da gönül vermişim.

Tanrı hakkıyçün bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryâd ederim.

Bu ne şaşılacak şey, bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!

Bu bülbül değil, ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte!

1570. Güle aşık, hâlbuki esâsen kendisi gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta!”

‘Ey güzel endâmlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymâneleri içmem revâ mı?’

Ahmed Avni Konuk buyurur ki: “İlâhî ilimde kâbiliyet ve istidâdı tam ve sabit olan enbiyâ ve evliyânın hakîkatidir ki, onlar nefs perdelerini yırtıp kendi hakîkatlerine mahrem ve sohbet arkadaşı olmuşlardır. Ve kendi hakîkatleri dahî, bütün isimlerin mânâlarını içinde toplayan ’Allah’ isminin mazhârıdır. Bu konuda söz sahibi olanlar, ‘İnsan-ı kâmilin zâhiri bâtınına tapar’ dedikleri dahî bu mânâdadır… Allah’a aşık olan insan-ı kâmil, küllün aşıkıdır ve kendisi de külldür. Binâenâleyh o kendisinin aşıkı olmuş olur ve kendisinin aşkını isteyici ve arayıcıdır… Yâni ey nefsin perdelerini yırtıp kendi hakîkatleri olan Hakk’a mahrem ve dost olan âli ruhlar, ben ten kaydı içinde kendi nefsimin kanla dolu olan mey kadehlerini içiyorum. ‘Kan dolu kadeh’ten maksat, gazab ve şehvet gibi nefsânî sıfatlardır.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Ey insanlar’” diye seslenir, “kim öğüt diler, kabul etmeyi isterse, Allah ona başarı vermiştir; onun sözünü doğru yola kılavuz edinen, doğru yola girmiştir. Allah’a sığınan emîn olur, ona düşman kesilense korkar durur. Çünkü Allah’ın ululuğunu tanıyanın ululanması gerektir; çünkü onun yüceliğini bilenlerin yücelmeleri, ona karşı alçalmalarıdır; onun kudretini bilenlerin esenlikleri, ona teslîm olmalarıdır. Allah, ahdini, amânını kulları arasında bir rahmet olarak yaymıştır ki o, bir emnîyettir, herkes orda esenleşir; bir haremdir, herkes ona sığınır; bölük bölük herkes onun civârına koşar gider.”

Nitekim Cenâb-ı Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin şeker gibi dudaklarından, selâm üzerine olsun, şöyle buyurur Kur’an-ı Kerîm’de, “De ki: Ey kendi öz canlarına karşı haddi aşarak hareket eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. O, kusurları bağışlar. Çünkü O, yarlıgayıcıdır, bağışlayıcıdır.” (Zümer, 53)

“Ne güzel yaratmış Hakk, hem gülü hem dikeni” der Hasan Dede ve sorar, “Diken ne için sığındı güle bilir misiniz?.. Diken güle sığınmıştır ki, ateşe atılmaması için. Gülü atmazlar ateşe, gördükleri yerde kaldırırlar koyarlar bir kenara, orada kurur gider, ama ateşe atmazlar gülü. İşte diken de ateşe atılmamak için güle sığınmıştır. Gül olmasa dikeni ateşe atarlar. Gül onu kabul ettiği için diken de bekçilik yapar güle. Dikkatsiz biri onu koparmaya kalkarsa o da batar ona, korur gülü; ister ki aklını kullansın da öyle alsın gülü.”

‘Ey cefâsı devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber! Ateşin bu… acaba nurun nasıl? Mâtem, bu olunca düğünün nice?’

Hazreti Mevlâna der ki, selâm üzerine olsun, “Birisinin yüreği Tanrı için erirse şehitler gibi iki âlemde de lütfa, ihsâna mazhâr olur.”

“Aşıklar belâyı isterler, dikeni güle tercih ederler” diye buyurur Sultan Veled Hazretleri, “Aşıklara cehennemin en derin yerleri cennettir. Onların zevki de, şiddeti de mihnettedir. Tazelikleri yangın ateşindendir. Semender gibi ateş içinde yer tutarlar. Aşıkların hepsi de belâyı istirahata tercih etmişlerdir, kendilerinden geçmişler, uyku ve yemekten kesilmişlerdir. Onların canı fitne ve şer ister, kılıçları kan deryâsı içinde olmalıdır. Onların kalbine korku yol bulamaz, canlarına Hakk’tan başka vâkıf olan yoktur… Onlar, Cenâb-ı Halil’e benzer. Ateş ve duman onlara gülistan ve bostandır. Onların gülşen ve reyhânları ateştir, huri ve rıdvanları cehennemin kahrıdır. Git, sen de bir Halil ol ki belâ ateşi seni o ziyâfete davet etsin.”

‘Bu ne şaşılacak şey, bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!.. Güle aşık, hâlbuki esâsen kendisi gül, kendisine aşık, kendi aşkını aramakta!’

Şiir:

“Ey canlar, ey aşıklar… 

Hilkâtin cilvesi aşk zuhûr etti, 

Her şey mahvoldu. 

Aşk tümdür, ondan gayri her şey mahvolur, 

Aşk ne ilk, ne de sondur, 

Aşk sonsuzluk vahdetidir. 

Aşkın ne sûreti ne de sîreti vardır, 

Aşk her vasfın üstündedir. 

Aşkın naz ve cilvelerinden maşukluk zuhur etti, 

Aşk kadeh sûretinde göründü, 

Aşk şarap hâlinde dem oldu. 

Her kim o surette demi gördü, 

Aslına vasıl oldu, 

Görmeyen tümüyle yok oldu. 

Her şey aslına rücû etti, 

Aşkı, aşktan başka hiçbir şey tefsîr edemedi…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXV

Bir tâcirin ticaret için Hindistan’a gitmesi ve mahpus dudusunun, onunla Hindistan dudularına haber yollaması.

Bir tâcirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.

Tâcir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı.

1545. Kerem ve ihsân dolayısıyla, kölelerinin, câriyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi.

Her biri ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini va’d etti.

Duduya da, “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi.

Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim hâlimi anlat.

De ki: “Sizin müştâkınız olan filân dudu, Tanrı’nın takdîriyle bizim mahpusumuzdur.

1550. Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.

Dedi ki: Revâ mıdır ben iştiyâkınızla gurbet elde can vereyim.

Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde, gâh ağaçlarda zevk ve safâ edesiniz.

Dostların vefâsı böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gülbahçelerinde.

Ey ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!

Ahmed Avni Konuk buyurur ki: “Hazreti Pîr’in, ‘Ulular’ tabîrinden kastı ervâh-ı enbiyâ ve evliyâdır; sabah şarabı ile de onlara olan tecellîyat-ı zâtiyyeye, yâni zâtının tecellîsine, işâret etmektedir. Bu doğrultuda, beyitte şöyle söylenmektedir: Ey mukaddes ruhlar! İlâhî tecelli ile zevke gark olduğunuz zamanda, beden hapsinde kalan bizleri de hatırlayınız, ki o tecellînin aksetmesinin bereketiyle bizler de nefs kuyusundan kurtulalım.”

Allah’a varma yolunda ruhun, nefs ve vücut bağlarından kurtulabilmesi için ancak ezel ve ebed yoldaşı olan Hakk dostlarından, yâni mürşid-i kâmilden, mânevî yardım ve şefaat istemesi gerekir.

Sultan Veled Hazretleri, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur: “İyice bil ki Allah’ın has eri, iki âlemde de merâmına ermiştir, sevinç içindedir. Zenginin de elinden tutan odur, yoksulun da; zehire panzehirdir, derde dermân, yaraya melhemdir. Onu ister kabul etsinler, ister etmesinler bundan ona ne bir hayır gelir, ne bir şer. O, kendi başına hoştur, rahat ve esendir; pâluze gibi yağlı ballıdır. Dünyada hiç kimseye muhtaç değildir; aksine varlık âlemi de ona muhtaçtır, mekân âlemi de. Suçlular, onun yüzünden azâd olurlar; mahremler, onun yüzünden muratlarına erişirler.”

Bakın bir kasîdesinde ne güzel seslenir yüce Pîr Mevlâna, efendisi Şems’e…

“Kadeh kırıldı, şarabım kalmadı. Ben de mahmûrum. Benim bu perişan hâlimi, mânevî yıkınlığımı ancak Şems-i Tebrizî mamûr edebilir. 

Çünkü o görüş âleminin padişahıdır. Keşif âleminin ışığıdır. Ruhlar onu uzaktan görünce canla başla ona secde ederler. 

Harâb olmuş binlerce can, binlerce gönül, elini uzatsın da, onları şaşkınlık denizinden çıkarıp kurtarsın diye ona secde etmedeler. 

Gökler ve yerler küfür karanlığına gömülmüş olsalar, onun ışığı parlayınca her taraf aydınlanır, her taraf nurlanır. 

Meleklerin ondan elde ettikleri, temizlik, paklık, şeytanlara da nasîb olsa onların her biri güzelleşir, birer hûri olurlar. 

O nur, şeytana nasîb olmasa bile yine de kerem perdeleri ile onu gizler. 

Bayram gelerek lütuflara ve ihsânlara başlayınca, her tarafta düğün dernek kurulur. Her ağlayan neşeye gark olur, güler. 

O güneş Tebriz’den doğunca, bütün âlemin zerreleri, sûr sesi duymuş gibi canlanır, dirilirler. 

Ey seher rüzgârı! Allah aşkına tuz ekmek hakkı için lütfet! Bilirsin ki her seher vakti ben onun yüzünden sevinirim, neşelenirim. Sen de onun yüzünden sevinir, tatlı tatlı esersin. 

Ey seher rüzgârı! Gayb âleminin tâ ötelerinden esip gelirken bir de oralara, gayb âlemine uğra, bu işi ihmâl etme, tembellik etme! 

Oradan elde ettiğin kanatla üç bin yıllık yol bile olsa uç, onun verdiği kanatlarla o yol uzun gelmez! 

Kanadın yorulup uçamayacak kadar yorgun düşersen, ona secdeye kapan, gönlü yaralı, ayrılıktan canı hasta olan aşığın hâlinden bahset! 

Gözyaşları dökerek ona de ki: ‘Senden ayrıldığı andan beri günleri karardı, gece oldu, saçları kâfur gibi ağardı.’

Sen öyle affedicisin ki, dünyadaki bütün suçluları merhamet denizine daldırır, hepsinin suçunu örter ve bağışlarsın. 

Gören can gözü bile senin canını göremezken, gözü olmayan elbette mazûrdur. 

Gözleri yaş dökerek ona yalvarırken, bir yolunu bul, ayağının bastığı topraktan al getir de, gözlerime sürme olarak çekeyim. Çünkü bu dert gittikçe artmada. 

Ey seher rüzgârı! Bu yolculuktan saadetle, kutlulukla dönünce, varlık âlemini de, yokluk âlemini de ateşlere yakarsın. 

Sürme olarak gözlerime çekeceğim toprağı bana getirirsen, sana, senin canına sayısız yıllar boyunca rahmetler olsun!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXIV

“Tanrı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun” sözünün mânâsı.

1525. Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!

Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makâma erişip sultan oldu.

Sel, denize kavuştu, deniz oldu. Tane, ekinliğe vardı, ekin oldu.

Ekmek, Âdem Ata’nın vücuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdâr oldu.

Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.

1530. Sürme taşı, gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.

Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır!

Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir.

Tanrı Kur’ân’ına kaçar, sığınırsan peygamberlerin ruhlarına karışırsın.

Kur’ân; peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların hâlleridir.

1535. Fakat okur da dediğini tutmazsan farz et ki peygamberleri, velîleri görmüşsün, ne fayda!

Kur’ân’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.

Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.

Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.

Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makâmından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!

1540. Biz, bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!

Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta hâline gir!

Zâten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, “Allah kitabı, yol gösteren adam, yâni kâmil mürşiddir. Allah kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kur’ân’da, bu açık kitapta neler yok…” diye buyurur.

“Mürşid-i kamilin gölgesinde oturmak, hayalî Allah’ı anmaktan daha iyidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Çünkü mürşid-i kâmil, Hakk’ın elçisi, onun temsilcisidir. Onu her şey bilmek, ona imanla bakmak, hayalî Allah’ı düşünmekten daha iyidir. Mürşid-i kâmiller Allah’ın gölgeleridir, hepsi O’nun aletleridirler. Hazreti Muhammed Efendimizden zuhura gelen bütün o güzel kelâmlar Allah’ındır. O, onun aletiydi, Hakk ondan işliyordu.”

Sultan Veled Hazretleri de, onun da selâm olsun üzerine, Maarif’inde buyurur ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibâdetten daha üstündür. Onun yanında oturmak, gölgesinin yanında oturmak, Allah’ın yanında oturmaktır.” 

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık” (Furkân, 45) diye buyrulur.

‘Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir.’

Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrini şöyle yorumlar: “Peygamber Efendimiz, ‘Ölüler ile oturmaktan sakınınız!’ buyurdular. Ve ‘Ölüler kimdir yâ Resûlallah?’ diye sorulduğu vakit, ‘Ehl-i dünyadır’ buyurdular. Yâni, öldükçe mârifet sahibi olup, kalbi bu mârifet ile dirilmiş olan sâlikler, ehl-i dünya ve gaflet ile karışıp görüşürse, yavaş yavaş kalbin mârifet nuru sönmeye başlar. Zîrâ sohbet ve karışıp görüşmenin insanın tabîatına pek büyük tesîri vardır ve tabîat hırsıza benzer, her şeyi çalabilir. Binâenâleyh sâlike lâzım olan daima ehl-i gafletten uzak olmak ve gönlü diri olan ehl-i tasavvuf ile birlikte oturmaktır. Eğer bir ehl-i tasavvuf bulamaz ise, Kur’ân ile meşgul olmaktır. Nitekim Cenâb-ı Pîr, ‘Bizden sonra Mesnevî şeyhlik eder’ buyurmuşlardır. Ve sâlik, bu sayede esrâr-ı Kur’ân’dan haberdâr olmuş olur.”

Kasîde:

“Aşıklarla beraber otur kalk! Arkadaş olarak her zaman aşık olan kişiyi seç; aşık olmayanla bir an bile dost olma! 

Eğer yâr, izzet perdesini, namus perdesini yüzüne indirirse, sen git, yüzünde perde olmayan güzelin yüzüne bak, güzelliğini seyret! 

Yüzünde secde izleri bulunan, gerçek sevgilinin nuru olan yüzü gör; alnında mânâ güneşi parlayan güzeli seyret!.. 

Vahdet güneşi, onun yanaklarına yanaklarını koymuş; ona öyle bir nur vermiştir ki, ay bile, onun yüzünü görünce kendinden geçer, yerlere serilir!.. 

Onun bedeni, hayalin bedeni gibi kansız ve damarsızdır; içi de, dışı da tamamıyla mânâ sütü ile, mânâ balı ile doludur! 

Eşi benzeri olmayan sevgili, onu o kadar çok kucaklamış, o kadar çok bağrına basmıştır ki, ona sevgilinin kokusu sinmiş; artık, onda toprak kokusu kalmamıştır! 

O, aydınlıksız bir sabah, renksiz bir akşamdır; yönsüz bir zâttır; doğmaz, doğurmaz bir hayattır! 

Güneş, gökyüzünden hiç borç nur ister mi? Gül fidanı, yaseminden ödünç koku ister mi? 

Balık gibi dilsiz ol, konuşma; deniz suyu gibi duru, saf bir hâle gel de, çarçabuk inci ve mücevher hazinesine emîn ol! 

Hiç kimseye söyleme; ben, senin kulağına söyleyeyim! Bütün bu saydığım vasıflara sahip olan kimdir, biliyor musun? Tebrizlilerin kendisi ile iftihâr ettikleri, övündükleri Şemseddin’dir!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXIII

Elçinin, Ömer’den -Tanrı ondan razı olsun- ruhların bu balçığa müptelâ olmalarının sebebini sorması.

* Ömer’den bu sözleri işitince, elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi.

* Suâl de mahvoldu cevap da… Hatadan da kurtuldu, doğrudan da.

* Aslı anladı, ferîlerden geçti. Ancak bir hikmete erişip, faydalanmak için sormaya başladı.

Ömer’e, “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var?

Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi nedir?” dedi.

Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun. Meselâ mânâyı harflerle takyîd edersen,

Serbest olan mânâyı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyîd eyledin.

1515. Sen faydadan mahcûb iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu, bir fayda elde etmek için yaparsın da,

Fayda, kendisinden zuhûr eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez?

Mânânın kelimelerle söylenmesinde yüzbinlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.

Cüzîlerin cüzîsi olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, küllî bir fayda temîn ederse, ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden faydasız olsun?

Sen, bir cüzîyken fayda görüyorsun. O hâlde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?

1520. Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirâzı bırakıp şükretmeye çalış!

Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, surat ekşitmek, şükür değildir.

Şükretmek surat ekşitmekten ibâretse sirke kadar şükreden hiç kimse yok! 

Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona ‘Şekerle karış da sirkencibin ol’ de!

Mânâyı şiire sığıştırmaya çalışmak, hapsolmakla müsâvî, ondan gayrı bir şey değil. Şiirde mânâ, sapan gibi… istenen yere gitmesine imkân yok.”

Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” diye hitâb ettiği Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden şöyle buyurur, selâm olsun üzerine…

“Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tîn, 4)

Yüce Pîr Hazreti Mevlâna da, “Bize Allah’ın sırrından bahseder misin?” diye sorduklarında, “Allah’ın sırrı insandır” der, “Ben insanı kıyâmete kadar anlatsam yine de bitiremem. İnsan dünyanın sırlarını ihtivâ eden bir kitap gibidir, insan da o kitabın baş yazısı. Ne dediğimi düşün ve bu meseleyi iyi anla.”

“Biz en son yaratıldık ama, Yaratan da bizde yaratıldı” diye buyuran Hasan Dede, selâm üzerine olsun, bir seslenişinde şöyle der:

“Allah’ım! 

Hiçbir renge mahkum etme, Beyt’in olan kalbimi, 

Varlığınla varlıklanan kalpte, böyle azâb istemem. 

Her dem aşıklar olmalı, varlığın ile aşkın, 

Gaflet ehlini aldatan, sahrâ serâb istemem. 

Sevgili Allah’ım! 

Dünyayı, ukbâyı atıp, Zât’ına müptelâ kıl beni, 

Hesabım burada görülsün, orada hesap istemem. 

Ateşten gömlek giydirdin, nice yıllar eynime, 

Bundan böyle nurdan gayri, başka giysi istemem. 

Sevgili Allah’ım! 

Eşya görünen Hakk imiş, bunu bilmez binde biri, 

Bu sırrı açan Mürşid-i Kâmil’den, başka Kitab istemem…”

Yunus Emre’ye sormuşlar, “Ey Yunus, sen bu âleme niye geldin?”; demiş, “Hakk’ı zikretmek için…”

Sultan Veled Hazretleri de, “Harf ne kadar çeşitliyse de, hepsinde mevcûd olan Hûda’dır” buyurur.

Bakın yine ne güzel söyler yüce Pîr Mevlâna… 

“Allah’ı isteyenler kendinize geliniz, istemeye hâcet niye? İstediğiniz zâten sizsiniz, siz… Sizden bir şey kaybolmadı ki, neden arıyorsunuz? Sizden başka kimse yok ki, nerede neyi arıyorsunuz? Evde oturun, kapı kapı dolaşmayın artık. Zîrâ, ev de evsahibi de sizsiniz. Siz zât’sınız, sıfatsınız; bazen gök, bazen yersiniz. Bilin ki, ‘O’ sizsiniz. Kötülüklerden arındırılmış durumdasınız. Siz harfsiniz, harflersiniz. Allah’ın kelâmı, kitabı, melekleri ve peygamberlerisiniz…”

Eğer ‘İnsan’ olmak dilersen; ciğere gitmeye yol arayan sirkene, ’Şekerle karış da sirkencibin ol’ de!..

Kasîde:

“Eğer bir ân için olsun hevâ ve hevesini, şehevî arzularını bırakır, uygunsuz hâllerden vazgeçersen; peygamberlerin, velîlerin gördüğünü görürsün. 

Kendine tapmaz, kendini hâşâ Allah bilmezsen gerçekten kul olursan Mûtezîle’nin inkâr etmesine rağmen Allah’ı görürsün. 

Eğer tam bir rind isen, ahmaklardan kaç, gözünü zevâlsiz nura, Allah’a doğru aç! 

İnsanların ayıplarını söyleme, gaybı bilene bak! Bilgisizlik dilini kes! Artık hileye, onu bunu aldatmaya kalkma! 

Gözyaşlarınla abdest al! Sadece seninle bağlı olarak değil candan yalvarıp yakararak namaz kıl! Ezelî şarapla kendinden geç, mest ol, harâb ol! 

Gönül; Tûr dağına çık da ‘Allah’ım bana görün’ diye nârâ at! Nefs kâfirinin boynunu vur! Hazreti Ali gibi savaş! 

Tebrizli Şems’ten mânâ şekerinin dükkânını iste! Fakat sen nefse uymuşsun, sirke satan biri olmuşsun. Nasıl mânâ balına lâyık olacaksın?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXII

“Ve Hüve maaküm eynemâ küntüm” âyetinin tefsîri.

Cehil bahsine gelirsek o Tanrı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı.

Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz.

Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!

Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir; barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.

1510. Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esâsen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!

Bir zât’a sormuşlar, “Hakk’ın zulmünden nasıl berî kıldın?” Cevap vermiş ki: “Mülkünde kendisinden başkasını bırakmadım; zulüm kime olur?” 

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, “Mânâ âleminden, bir elif dışarı fırladı. O, elifi anlayanlar her şeyi anladılar. Onu anlamayanlar da hiçbir şey anlayamadılar” diye buyurur.

“Her şey helâk olur, ancak O’nun hakîkati bâkîdir” der yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, ve devam eder, “Onun hakîkatine var, varlığından geç. ‘Bismi’deki elif gibi kelimede kaybol. O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur. Böyle ulanmak için hafzedildi mi kelimede yok olur. O, ulanma içindir, bâ harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat bâ harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulunmasına razı olmaz. Bu ulanmaya, bu buluşmaya bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lâzım benim. Bir harf bile sin’le bâ’yı ayırıyor. Burada susmak, en lüzumlu bir şey. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da bâ ile sin, elifi söyler durur…”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, elifi şöyle dile getirir:

“Nokta, elif oldu. 

Elif, gökte güneş oldu. 

Elif, ay oldu, yıldızlar oldu. 

Elif, dünya oldu. 

Elif, Allah oldu, 

Muhammed oldu, hep elif yazıldı…

Sevgili’ye kavuşan, her şeyi unutur. Sadece hayranlıkla O’nun yüzüne, gözüne bakar. Nokta, Sevgili’nin gözü, göz bebeğidir. En büyük ilim de budur.”

Hazreti Muhammed Efendimizin ilminde yetişmiş olan ve bir ân dahî O’nun dışına çıkmayan Hazreti Ali Efendimiz şöyle seslenir, selâm olsun üzerlerine: “Kur’ân ne ise Fâtiha odur, Fâtiha ne ise Besmele odur, Besmele ne ise Bâ odur. İşte ben Bâ’nın altındaki noktayım.”

Bir gün Hazreti Ali Efendimize şu soruyu sorarlar: “Hazreti Resûlallah senin için buyurdu ki: ‘Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.’ Yâ Ali ! Biz senden bu ilmin sırrını öğrenmek isteriz, bize bildir, bu ilim nedir?

Hazreti Ali buyurur ki: “İlim bir nokta idi, cahiller bin etti.”

Yine sorarlar: “Yâ Ali!.. O nokta nedir?”

Hazreti Ali şu cevabı verir: “Allah’ın bilinmeyen bu gizli hikmetlerinden size haber vereyim, lâkin şu şartımı da hiçbir zaman unutmayasınız. Benim sizlere açıklayacağım ilâhî sırları ehil olmayanlara açıklamayasınız. Allah’ın bilinmeyen gizli hikmetleri, Tevrat’ta, Zebur’da, İncil’de vardır, Kur’ân’da da vardır. Bütün bu sırların hepsi Kur’ân’da toplanmıştır. Kur’ân’da olan sırlar da Fâtiha sûresinde toplanmıştır. Fâtiha sûresindeki sırlar da Besmele’de toplanmıştır. Besmele’de toplanan sırlar ise Besmele’nin baş harfi olan Bâ’dadır. Bâ’daki sırlar da, O’nun altındaki noktadadır. İşitin ve bilin ki, işte ben o noktayım.”

Yine ne güzel buyurur Hüdâvendigâr Mevlâna… “Tanrı’yı akılla, fikirle bulmaya uğraşma; aklı, fikri Tanrı’ya ulaştırmaya savaş. Duyguların, anlayışların, duyuşların, akılla sezişlerin Tanrı’ya ulaştırılması, hoş bir şeydir. Tanrı onlara esenlik versin, peygamberlerin yolu da budur… Onları her şeye sürüp götüren de Tanrı’dır, onlara kılavuz olan da Tanrı. Delil de nedir, burhân da nedir ki Tanrı’yı belirtsin, göstersin? Güneşin her zerresinden yüzbinlerce delil, yüzbinlerce burhân baş göstermede. Sen Tanrı’yla ol, delilin, burhânın eksik olmaz. Güneş doğdu mu her vuruşu, her ışığı, güneşin dileğine uyar; artık delilin, burhânın yeri mi? Köre, delille güneşi göstermeyi kursan ne kadar uğraşırsan uğraş; işte hem bunu başaramazsın sen, hem de zamancağızın yiter gider. Güneşe delil, yine güneştir… Can, bakışta, görüşte yok oldu da şunu dedi: Tanrı’nın yüzüne, Tanrı’dan başkası bakamadı gitti…”

Şiir:

“Hakk ilmine bu âlem bir nüshâ imiş ancak, 

Ol nüshâda bu Âdem bir nokta imiş ancak. 

Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ, 

Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXI

“Katreden dalgalar coşar mı hiç? Meğer ki denize kavuşmuş olsun.” Sultan Veled

Ey gönül! Cebîrle ihtiyârı birbirinden ayırt etmek için bir misâl getir ki ikisini de anlayasın.

Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el…

Her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi, onunla mukâyeseye imkân yoktur.

1495. İhtiyârınla el titretmekten pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?

Anlayışı kıt biri de şu cebîr ve ihtiyâr meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, bu bahis, aklî bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.

Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir.

Can bahsi başka bir makâmdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır.

Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı.

1500. Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu.

Ebucehil, cana nispetle esâsen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi.

Akıl ve bahsi, bil ki eser, yâhut sebeptir. Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.

Ey nur isteyen! Can ziyâsı parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktezî kalmadı.

Gören kişinin nuru doğmuş, parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.

1505. Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki!

Hazreti Mevlâna, selâm üzerine olsun, Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle bir misâl getirir: “Suya dalıp boğulan, o kişidir ki su, istediği gibi oynar onunla, o suyla oynayamaz. Yüzen de, boğulan da, ikisi de sudadır amma bunu su götürür, su taşır; yüzense kendi gücüyle, kendi dileğiyle yüzer. Boğulanın her oynayışı, her işi, her sözü, sudandır, kendinden değil. O arada, bir bahânedir. Hani duvardan bir ses duyarsın ya; bilirsin ki duvardan gelmiyor o ses, duvarı söyleten biri var. Erenler de böyledir işte… Ölmeden önce ölmüştür onlar; kapı-duvar kesilmişlerdir; onlarda kıl kadar bir varlık bile kalmamıştır. Tanrı gücünün, Tanrı kuvvetinin elinde bir kalkana benzerler. Kalkanın oynayışı, kendiliğinden değildir. ‘Ben Tanrı’yım’ demenin anlamı da budur işte. Kalkan der ki: Ben arada yokum, oynayışım, Tanrı elinin oynayışından. Bu kalkanı Hakk görün, Hakk’la pençeleşmeye kalkışmayın. Çünkü böylesine bir kalkanı yaralamaya kalkışanlar, gerçekte Tanrı’yla savaşa girişmişler, Tanrı’ya saldırmışlardır.”

“İkiyüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyidir” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir. İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar renkler var. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. 

İnsan sıfatında da hem Hazreti Muhammed, hem Ebucehil vardır; yâni bir yerde nefsini terbiye ederek onu hakîmiyeti altına almış bir kişi, diğer yanda da nefsine uyarak Hakk’tan uzaklaşmış ve küfre düşmüş bir kişi var. İnsan, kendisinde isterse Hakk’ı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Hakk’ı konuşturmak huzur verir.”

Ahmed Avni Konuk da tefsîrinde, “Can bahsi, akıl bahsinin fevkinde bir makâm sahibidir” diye açıklar, “Akıl şarabından sarhoş olanların hâli başkadır, can şarabından sarhoş olanların hâli başka.”

‘Ey nur isteyen! Can ziyâsı parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktezî kalmadı. Gören kişinin nuru doğmuş, parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.’

Kasîde:

“Ey sakî; kadehi Hakk aşığının şarabı ile doldur! Yanmış, kavrulmuş gönüllere Rabbanî şarap sun! 

İlahî aşkla kendinden geçmiş kişilerin meclisinde ekmekten az bahset Şunu iyi bil ki, ilâhî aşk suyuna dalmış kişiler, sudan başka bir şeyle uzlaşamazlar. 

Ey can! Senin nezâketinden, inceliğinden, onun tatlı olan hitâbından beden utandı da yere serildi, yıkıldı, harâb oldu. Şurada gömülü bulunan defineyi bul çıkar da bu harâbeyi süsle, güzelleştir! 

Senin aşkın, çorak toprağı gül bahçesi hâline getirir. Dalgan, buluta benzeyen gözü, inciler saçar bir hâle kor. 

Şarabımızı çoğalt, bize çokça sun! Uykumuzu da tut, bağla, artık bize gelmesin. Çünkü, uykuya dalan kişinin, gecenin güzelliğinden, feyzinden hiç haberi olur mu? 

Mânen gökyüzüne yükselip, Allah’ın misafiri olanlar, meleklerle aynı kadehten içerler; yeryüzünde yaşayan insanlardan, iyilikler yapan, insanlara yararlı olan sevap kazanan fazîletli kişilere de şarap gökyüzünden verilir. 

Onun sevdiği gerçek kulunun dudağı, onun taslarına, ibriklerine dokunur, onun kaplarından içer, o şarap ancak takvâ küpünde bulunur. Başka küplerde onu arama, bulamazsın. 

İlahî şarapla mest olmuş, kendilerinden geçmiş Allah’ın has kullarının hâlini, ayık adam ne bilsin? Ebucehil, sahâbenin hâllerini nereden anlayacak?”