MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XLIII

Vezirin hased etmesi.

437. O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu yele verdi!

438. O ümitle ki hased iğnesinden akan zehirle mahzûnları tâ canlarından zehirleye.

439. Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır.

440. Burun, odur ki bir koku alsın ve koku da, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün.

441. Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.

442. Bir koku alıp onun şükrünü edâ etmeyen kimse, küfrânı nimet etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir.

443. Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!

444. Vezir gibi sermâyeyi, yol vuruculuktan edinme, Tanrı kullarını namazdan men etme.

445. O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile bâdem helvasına sarmısak karıştırmıştı!

Kur’an-ı Kerim’de, Mâide sûresinin 45. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Ve o kitapta onlara hükmettik ki cana karşılık can, göze karşılık göz, buruna karşılık burun, kulağa karşılık kulak, dişe karşılık diş ve yaralara karşılık da yaralarla kısas var. Fakat kim bağışlar da hakkından geçerse bu, suçlarının yarlıganmasına sebep olur ve kimler, Allah’ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse onlardır zâlimlerin tâ kendileri.”

Ve yine Kur’an-ı Kerim’de, Alâk sûresinin 16. âyetinde, “Âhireti yalanlayan o kişi, âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, ‘Daha öncekilerin masalları’ dedi. Yakında biz onun burnunu sürteceğiz” diye buyrulmaktadır.

Nitekim, 437. ve 439. beyitlerde Mevlâna, vezirin hasedinden dolayı burnunu ve kulağını yele verdiğini; hasedin insanı burunsuz ve kulaksız bıraktığını söylemektedir.

Hasan Dede, “Hased ve hırs, nefs köpeğinin sıfatıdır. Eğer bir şeyden kaçacaksan yılandan, akrepten, arslandan, kaplandan kaçma da, bedenden kaynağını alan nefsanî isteklerden, heveslerden kaç! Çünkü başımıza gelen bütün belâlar, çektiğimiz bütün zahmetler, meşakkatler nefse uymaktan meydana gelir” der.

440. beyitte Mevlâna, ‘Burun, odur ki bir koku alsın ve koku da, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün’ diyor.

Koku vardır, insanı kötülüklere götürür; koku vardır, insanı güzelliklere götürür. En güzel koku, insanlık kokusudur; Hazreti Muhammed’in kokusudur.

Peygamber Efendimizin ashâbından olan Hazreti Enes diyor ki: “Ben Resûlallah’ın ellerinden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokunmadım. Onun kokusundan daha hoş bir koku koklamadım.”

Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîsinde, “Her kimin saçı varsa, yıkamak, taramak, temizlemek, güzel kokulu buludurmakla, ona ikrâm etsin” diye buyurur.

Bu güzel hadîsin hem zahirî hem de batınî mânâsı vardır. Zahirî mânâsına bakarsak, Peygamber Efendimiz her zaman saçlarını temiz tutardı ve güzel kokması için misk kokusu sürerdi. Güzel kokunun batınî mânâsı ise; güzel söz, güzel muhabbettir. Güzel koku, ruha ferahlık verip insanı güzelliklere sürüklediği gibi, güzel söz de aynı şekilde insanın ruhuna ferahlık verir.

Peygamber Efendimiz başka bir hadîsinde de şöyle buyurmaktadır: “Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın.” 

Peygamber Efendimiz bu sözleriyle, Hakk’ın güzel ve temiz kokuları, bu günlerde esecek, o vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız, demektedir.

Hazreti Mevlâna’ya sorarlar: “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu güzel gül kurudu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” 

Hazreti Pîr hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” diye cevaplar.

“Hakiki bir gül, hem güzel renkli hem de güzel kokuludur” der Hasan Dede, “ama eğer aşılanmamışsa ne güzel bir rengi olur ne de kokusu. Bir insan da, bir velînin yaşamını araştırıp, onu kendisine bende etmeye çalışırsa oradan aşı alır, insanlık kokmaya başlar.”

O gülün kokusunu bulduk mu çok şükretmeli; çünkü şükür, nimeti artırır.

Hazreti Mevlâna, 443. beyitte, ‘Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!’ diyor.

Hasan Dede, bir şiirinde,

“Ey sevgili dost! 

Sana can versek, can âciz kalır. 

Şükretsek, şükür de geride kalır. 

Bütün bu gerçeklerle birlikte, 

Bu küçük canım yoluna serilmiş, 

Ve her an sana şükretmekte” diye seslenir.

İşte Mevlâna da şükür hakkında, “Şükretmek avlanmaktır, nîmeti bağlamaktır; şükür sesini duydun mu nîmetin çoğalmasına hazırlan” diyor, “Seni sevgiliye kadar ulaştıran şükürdür. Nimet, insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör! Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar.”

444. beyitte ise Mevlâna, “Bir kulu, namaz kılarken, men edecek (adam) gördün mü sen?” (Âlak, 9-10) âyetlerine işâret eder.

Ve Fihî Ma-Fîh isimli eserinde şöyle buyurur: “Namazı meydana çıkaran Peygamber şöyle der: ‘Allah’la bir vaktim olur ki o vakte ne şeriâtle gönderilmiş bir peygamber sığabilir, ne de Tanrı’ya yaklaştırılmış bir melek.’ Şu halde bildik anladık ki namazın canı, yalnız şu görünen şekil değildir; dalıştır, kendinden geçiştir; şu halde bütün şekiller dışarıda kalır, oraya sığamaz. Salt anlam olan Cebrâil de sığmaz. Tanrı sırrını kutlasın, Mevlâna Bahâeddin Veled’den gelen bir hikâye vardır: Bir gün ashâb onu dalmış buldular. Namaz vakti de geldi çattı. Bazı müritler kalktılar, namaza koyuldular. İki mürid, Şeyh’e uydu, namaza kalkmadı. Namaza durmayan o iki müritten birinin adı Hâcegî’ydi. Bu zât, can gözüyle apaçık gördü ki imamla beraber namaza duran ashâbın hepsi de kıbleye arka vermiş; yalnız Şeyh’e uyan o iki müridin yüzleri kıbleye karşı. Çünkü Şeyh, bizden-benden geçmiştir, onun, o oluşu yok olmuş gitmiştir; varlığı kalmamıştır; Tanrı ışığında helâk olmuştur; ‘ölmeden önce ölün’ sırrına ermiştir. Artık o Tanrı ışığı haline gelmiştir. Kim Tanrı ışığından yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına almıştır; çünkü o Şeyh, kıblenin de canı kesilmiştir. Hani şu halk yüzlerini Kâbe’ye çevirirler ya; o Kâbe’yi bir peygamber yapmıştır. O evi, o yaptığı için de o ev, dünyanın kıblesi olmuştur. Peki, o ev kıble olursa peygamber, haydi haydi kıble olur gider; çünkü o ev, o peygamber yüzünden kıble olmuştur.”

Rubâi:

“Bizim ezelden geçmiş başka bir yerimiz vardır. İçinde bulunduğumuz bu suretler âlemi başka bir diyârdır, bizim asıl yerimiz değildir. 

Ey geceleri kalkan, namaz kılan zâhid! Sen kıldığın namazlarla övünüyorsun. Hâlbuki namazın da dışında, ötesinde başka bir hâl, başka bir zaman vardır.”