MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCIX

Tavşanın, av hayvanlarına “Arslan kuyuya düştü” diye müjde götürmesi.

1338. Tavşan kurtulduğuna sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu.

1339. Arslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru, döne oynaya gitmekteydi.

1340. Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş; el çırpmakta; dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.

1341. Dallar, yapraklar, toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgârın eşi, arkadaşı olurlar.

1342. Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın ta üstüne çıkar.

1343. Her meyve ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Tanrı’nın şükrünü terennüm eder.

1344. Bizim aslımızı, ihsân sahibi Tanrı yetiştirdi de, nihâyet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi.

1345. Su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir hâlde,

1346. Tanrı aşkının havasında raksederler; ayın ondördü gibi noksansız ve tam bir hâle gelirler.

1347. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne hâldedir? Sorma! Tamamiyle can olanlara gelince onları hiç sorma!

1348. Tavşan, arslanı zindana soktu. Arslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı.

1349. Böyle bir ayıba sahip olduğu hâlde şaşılacak şey şudur ki bir de kendisine Fahreddin lâkâbını takmalarını ister!

1350. Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir arslansın. Tavşan gibi olan nefsin, seni nasıl kahretti?

1351. Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve sefâ etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münâkaşa kuyusunun dibindesin!

1352. O arslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “Birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi.

1353. Müjde, ey zevk ü sefâya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiği cehenneme gitti.

1354. Müjde! Tanrı, o can düşmanının dişlerini söktü! Pençesiyle nice başlar ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü, gitti” dedi.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Derviş Tanrısal olmalı, her şeyden münezzeh olmalı, ben Tanrı’yım diyebilmeli…” diye buyurur, fakat devamında da, “İyi amma uzatma” der, “çok çok sevgiler yüzünden yok olmadın, ölmüyorsun… Yok olursan, ölürsen o zaman onun varlığıyla var olursun, onunla dirilirsin. Böyle oldun mu da varlığa bey kesilirsin, sultan olursun, bengisuya dalarsın, ebedîlik mülkünü elde edersin…”

Nitekim bir şiirinde de şöyle seslenir bizlere…

“Beri gel, daha beri, daha beri.

Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?

Bu hır gür, bu savaş nereye dek?

Sen bensin işte, ben senim işte.

Ne diye bu direnme böyle, ne diye?

Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?

Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,

ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?

Zengin yoksulu hor görür, ne diye?

Sağ soluna yan bakar, ne diye?

İkisi de senin elin, ikisi de,

peki, kutlu ne, kutsuz ne?

Topumuz bir tek inciyiz, bir tek.

başımız da tek, aklımız da tek.

Ne diye iki görür olup kalmışız

iki büklüm gökkubbenin altında, ne diye?

Sen habire gevele dur bakalım,

habire ‘usul boylu birlik çam ağacı’ de,

sonu nereye varır bunun, nereye?

Şu beş duyudan, altı yönden

varını yoğunu birliğe çek, birliğe.

Kendine gel, benlikten çık, uzak dur,

insanlara karıl, insanlara,

insanlarla bir ol.

İnsanlarla bir oldun mu bir mâdensin, bir ulu deniz.

Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dâne.

Erkek arslan dilediğini yapar, dilediğini.

Köpek köpekliğini eder durur, köpekliğini.

Tertemiz can canlığını işler, canlığını.

Beden de bedenliğini yapar, bedenliğini.

Ama sen canı da bir bil, bedeni de,

yalnız sayıda çoktur onlar, alabildiğine,

hani bademler gibi, bademler gibi.

Ama hepsindeki yağ bir.

Dünyada nice diller var, nice diller,

ama hepsinde anlam bir.

Sen kapları, testileri hele bir kır,

sular nasıl bir yol tutar, gider.

Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,

can nasıl koşar, bunu canlara iletir…”

“Akıl, ona derler ki gece gündüz, o tek sevgiliyi anlamak için düşüncelere dalar, çalışır çabalar, kıvranır durur, kararsız bir hâle düşer” der Mevlâna, “Akıl, pervâneye benzer, sevgiliyse mum gibidir. Pervâne, kendini muma vurur, yakar, helâk olur gider; fakat pervâne de ona derler ki o yanıştan zarar görse, elemlere düşse bile muma dayanamasın; kendisini atsın gitsin. Bir yaratık olsa da pervâneye benzese, fakat mumun ışığına dayansa, kendisini ona atıp yakmasa o yaratık, pervâne değildir. Pervâne de kendisini mumun ışığına vursa da o ışık pervâneyi yakmasa ona da mum demezler. Şu hâlde Tanrıya dayanan, ona ulaşmak için çalışıp çabalamayan kişi, insan değildir; fakat Tanrı’yı anlar bilirse, o bilinen anlaşılan da Tanrı değildir. İnsan ona derler ki çalışıp çırpınır, Tanrı’nın ululuk ışığının çevresinde rahatı, kararı kalmaz.Tanrı da odur ki insanı yakar yandırır, yok eder gider, fakat hiçbir akıl, onu anlayamaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCVIII

“Halk içre bir âyîneyim, her kim bakar bir ân görür. Her ne görür kendi yüzün, ger yahşî ger yaman görür.” Niyâzî Mısrî

1318. Ey adam! İnsanlarda gördüğün birçok zulüm, senin huyundur; sen, kendi huyunu onlarda görüyorsun.

1319. Senin varlığın, nifâkın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir.

1320. Sen osun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lânet ipliğini kendine, kendin dokuyorsun!

1321. O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin, candan düşman olurdun.

1322. Ey ahmak! Kendine saldıran o arslan gibi sen de kendine saldırıyorsun.

1323. Ahlâkının künhüne erişir, hakîkatini anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin.

1324. Arslana; başka bir arslan gibi görünen şeklin, kendi aksinden ibâret olduğu kuyu dibinde zâhir oldu.

1325. Bir zayıfın dişini söken, o ters gören arslanın işini işlemektedir.

1326. Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme!

1327. “Müminler birbirinin aynasıdır.” Bu haberi Peygamber’den rivâyet etmediler mi?

1328. Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten âlem sana gök görünüyor.

1329. Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de, başkasına deme!

1330. Eğer mümin, Tanrı nuruyla bakmamış olsaydı; gayb mümine bütün çıplaklığıyla nasıl görünürdü?

1331. Fakat sen Tanrı nuruyla değil, Tanrı ateşiyle baktığından kötülükte kaldın, iyilikten gâfil oldun.

* İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gâfil oldun, iyilikten de.

1332. Ey gama, kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün.

1333. Yâ Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de âlemin şu ateşi tamamiyle nur olsun.

1334. Denizin suyu hep fermân altındadır; yâ Rabbi, su da senindir, ateş de!

1335. Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir.

1336. Bizim şu niyâzımızı da yine sen ilhâm etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsânındır.

1337. Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsız ihsânlarda bulundun.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Ne mutlu o kimseye ki, nâsın ayıplarını bırakır da, kendi ayıbı ile meşgûl olur” diye buyurur.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de, “Zulüm ediş, kin güdüş, haset, hırs, insafsızlık, ululuk gibi bütün kötü huylar, sende oldu mu incinmezsin. Fakat bunları bir başkasında gördün mü ürkersin, incinirsin. Bil ki kendinden ürkmedesin, kendinden incinmedesin” diye buyurur, “İnsan, kendi kelliğinden, kendindeki çıbandan iğrenmez; yaralı elini yemeğe sokar, parmağını yalar, gönlüne hiç de tiksinti gelmez. Fakat bir başkasında küçücük bir çıban, yâhut azıcık bir yara görse onun yediği yemekten tiksinir, o yemek, içine sinmez. İşte kötü huylar da kelliklere, çıbanlara benzer. İnsan, bunlar kendisinde oldu mu incinmez; fakat bir başkasında bu huyların pek azını bile görse ondan incinir, tiksinir. Sen ondan ürküyor, kaçıyorsun ya, o da senden ürker, incinirse mâzur gör; senin incinişin de onun için bir özürdür; çünkü sen onu görünce inciniyorsun ya, o da aynı şeyi görüyor da senden inciniyor. ‘İnanan, inananın aynasıdır’ dedi, ‘kâfir, kâfirin aynasıdır’ demedi. Amma bu, kâfirin aynası yok demek değildir; onun da aynası vardır, lâkin aynasından haberi yoktur.”

“Biri bir heybe alır, boynuna asar. Onun iki gözü vardır; biri önde, diğeri arkada” der Hasan Dede, “Fakat sadece arkadaki gözü karıştırır, hiç öndeki gözü karıştırmaz. Öndeki gözü karıştırsa kendi kusurlarını görür ki ne kadar çok kusurları var. Ancak malesef, muhabbetler hep arka gözden, diğer şahıslardan konuşulur. Böylece kendini temiz tuttuğunu zanneder. Ön göze bir baksa, arka gözü karıştırmaya sıra gelmez.”

‘Eğer mümin, Tanrı nuruyla bakmamış olsaydı; gayb mümine bütün çıplaklığıyla nasıl görünürdü? Fakat sen Tanrı nuruyla değil, Tanrı ateşiyle baktığından kötülükte kaldın, iyilikten gâfil oldun.’

Şiir:

“İyi kötü, her şey, herkes, dervişin parça buçuğudur,

Böyle olmayan adam, derviş değildir.” 

Hazreti Mevlâna, yine Fîhi Mâ-Fîh’de şöyle bir misâl verir ve der ki, “Bengisu karanlıktadır derler. Karanlık, erenlerin bedenleridir; bengisu da onlardadır. Bengisuya, ancak karanlıkta ulaşabilirsin; şu karanlıktan çekinirsen, kaçarsan bengisuya nasıl ulaşacaksın? Puştlardan puştluğu, kahpelerden kahpeliği öğrenmek istersen binlerce istemediğin şeye, dilemediğin şeylere katlanmak gerek, bunu belleyip elde etmek için dayanmak gerek değil mi? Bu, böyleyken peygamberlerin, erenlerin durağı olan ölümsüz, sürüp giden yaşayışı istiyorsun da sonra hoş görmediğin bir şeye uğramamak, sendeki bâzı huylardan vazgeçmemek dileğindesin; nasıl olur bu?”

‘Yâ Rabbi, su da senindir, ateş de! Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir. Bizim şu niyâzımızı da yine sen ilhâm etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsânındır. Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsız ihsânlarda bulundun.’

Rubâi:

“İnciyi sedef gibi içine alacak bir gönül arzu ediyorum; kendini gören, kendi içinde inci olduğunu sanan taş yürekli kişiyi istemiyorum! 

Kendini, kendini görmekten kurtarmış, benliğini ayak altına almış, Allah aşkı ile dolup taşmış, dertten, derdin, gamın insanı rahatsız eden sıkıntılarına aldırmayan birisini arzu ediyorum!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCVII

Arslanın kuyuya bakıp kendisinin ve tavşanın aksini görmesi.

1303. Arslan onu kucağına aldı. O da arslanın himâyesinde kuyuya kadar vardı.

1304. Kuyunun içinde, suya bakınca arslanın ve onun aksi, su içinde parıldadı.

1305. Arslan su içinde parıldayan aksini gördü. Suda bir arslan şekliyle kucağında şişman bir tavşan şekli gördü.

1306. Su içinde düşmanını görünce, tavşanı bırakıp kuyu içine sıçradı.

1307. Kendi kazdığı kuyuya kendi düştü. Çünkü yaptığı zulüm, kendi başına geldi.

1308. Zâlimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün âlimler böyle dediler.

1309. Daha ziyâde zâlim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adâlet, “daha kötüye, daha kötü ceza verilir” buyurmuştur.

1310. Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun.

1311. İpekböceği gibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bâri kararlıca kaz!

1312. Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’ân’dan “İza cae nasrûllahi”yi oku.

1313. Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak ebâbil kuşu gelip çattı.

1314. Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar.

1315. Sen birisini dişinle ısırıp da kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne yaparsın?

1316. Arslan, kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt edemedi.

1317. Kendi aksini kendi düşmanı sandı, hülâsa, kendisine kılıç çekti.

Akl-ı meaş’ı, yâni nefs-i emmâreyi temsîl eden arslan kuyu içindeki suda kendi aksini görünce, düşman farzederek kuyuya atladı ve ‘kendi kazdığı kuyuya kendi düştü.’

Cenâb-ı Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, selâm olsun üzerine, Âl-i İmrân sûresinin, 140. âyetinde, “Size bir yara değdiyse, o kavim de tıpkı sizin gibi yaralandı. Bu günler, öyle günler ki onları insanlar arasında nöbetle döndürür dururuz. Böylece de Allah, bilgisini, inananlara açıklar, içinizden şehitler edinir ve Allah zâlimleri sevmez” diye buyurur.

Hazreti Ali Efendimizin, selâm olsun üzerine, çok güzel bir sözü vardır, şöyle der: “Bin sefer mazlûm ol, ama bir sefer zâlim olma…” 

“Peygamber Efendimiz, akşamları istirahate çekilmeden evvel tam yetmişbeş sefer ‘Estağfurullah’ çekerdi ve bilerek ya da bilmeyerek birine kırıcı bir söz söylemiş ise içindeki Rabbine sığınırdı ki onu affetsin” diye anlatır Hasan Dede ve devam eder, “Bakın Peygamber olduğu halde ‘Estağfurullah’ çekiyor, istiğfâr ediyor; ya bizim ne yapmamız lâzım… Bu dünyada neyi ikrâm edersek döner bize geri gelir. Bizler sırat köprüsünü devamlı geçmekteyiz. Hakîkatte kıldan ince, kılıçtan keskin denilen; kırk sene düzlük, kırk sene yokuş, kırk sene inişli sırat köprüsü, bu dünyadır. Sen bu âlemde incineceksin, incitmeyeceksin, her varlığa sevgiyle, cömertçe yaklaşacaksın. İnsan, kendisinde isterse Tanrı’yı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana ait. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Tanrı’yı konuşturmak huzur verir.”

Nasr sûresinin 1. âyetinde, “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman” ve Fil sûresinin 1. ve 2. âyetlerinde de, “Rabbin Fil ordusuna görmedin mi ne etti? Onların kurdukları tuzağı altüst etti” diye buyurur Hazreti Muhammed Efendimiz ve bir hadîs-i şerîfte de, “Müminin arkası himâye olunmuştur, korunmuştur” diye seslenir.

Nitekim, Hazreti Mevlâna buyurur, “Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’ân’dan ‘İza cae nasrûllahi’yi oku. Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak ebâbil kuşu gelip çattı. Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar.”

“Tasavvuf ehli der ki: ‘İncitme müminin kalbini, çünkü müminin kalbinde Beytullah var, Allah var” der Hasan Dede, “Bir mümini incitirsen Allah’ı incitmiş olursun, çünkü Allah’ın bir ismi de Mümin’dir.”

Yüce Pîr Mevlâna ne güzel söyler… “Tanrı ışığını nefesleriyle söndürmek isterlerse de Tanrı, kendi ışığını tam parlatır; kâfirler hoş görmeseler de böyledir bu.”

Kasîde:

“Sağdan, soldan çekiştirmeler, ayıplamalar duyulsa bile gönlünü bir güzele kaptırmış olan kişi aşkından dönmez! 

Aşk yüzünden kınanmak, ayıplanmak nasıl bir âdet ise, aşığın kulağının sağır olması da bir âdettir. 

Aşk uğrunda iki dünyanın yıkılması, virân olması; aslında mamûr olmaktır, yeniden yapılmak, meydana gelmektir. Aşk uğrunda, aşk yolunda bütün faydalardan vazgeçmekte fayda vardır! 

Hazreti İsa dördüncü kat gökten; ‘Haydi ey aşıklar, elinizi, ağzınızı yıkayınız! Gök sofrası kuruluyor. Mânevî yemekler yeme zamanı geldi!’ diye bağırıyor.

Yürü! Yokluk meyhânesinde sevgiliye karşı yok ol! Nerede iki sarhoş varsa, orada kavga ve gürültü vardır. 

Sen şeytanların bulunduğu yere; ‘Yardım, yardım!’ diye gelip giriyorsun. Aklını başına al da yardımı Allah’tan iste! Buradakilerin hepsi de insan şeklinde birer şeytan, birer ifrittir.

O kadar çok mânâ şarabı iç ki, mest olasın da dedikodudan kurtulasın. Sen aşık değil misin? Aşk da bir meyhâne değil mi?”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCVI

Tavşanın ayağını geri çekmesindeki sebebi, arslanın ciddiyetle sorması.

1296. Arslan dedi ki: “Sen bu sebepleri bırak da şu geriye çekilmenin sebebini söyle, benim maksadım o.”

1297. Tavşan, “Arslan, bu kuyuda oturuyor; bu kalenin içinde bütün âfetlerden emîn!” dedi.

1298. Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçer. Çünkü gönül sefâları hâlvettedir.

1299. Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selâmete erişmemiştir.

1300. Arslan, “İleri yürü. Benim açacağım yara, onu kahreder, bir bak, o arslan orada mı?” dedi.

1301. Tavşan “Ben o ateşten bir kez yanmışım. Sen beni kucağına alırsan,

1302. Ey kerem mâdeni, ancak o vakit yardımınla gözümü açar, kuyuya bakabilirim” dedi.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara sûresinin 112. âyetinde, Cenâb-ı Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden şöye buyurur: “Kim Allah’ın huzurundaymış gibi hareket eder ve yüzünü tertemiz bir surette Allah’a çevirir, ona teslim olursa ecri Rabbinin indindedir. Onlara ne korku vardır, ne de mahzûn olurlar.”

Hazreti Muhammed Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde de buyurur ki: “Benim yanımdaki hâliniz her zaman devam etse, melekler ellerinize sarılır da musâfaha ederler sizinle; evlerinize gelirler de ziyâret ederler sizi.”

“İnsana yakışan, Allah’ın varlığını her an kendisinde hissederek, devamlı teslîmiyet içinde O’nunla râbıtada durarak yaşamasıdır” der Hasan Dede, “Zaten vuslat da bu değil midir? Vuslat, kendinden geçmek ve her ân Sevgiliyle beraber olmak, O’nunla yaşamak demektir. İlm’el-yakîn, Ayn’el- yakîn, Hakk’el-yakîn. Evvelâ bilmek lâzım; bildikten sonra sıra görmeye gelir; ondan sonra O, sana senden yakın olur; seninle beraber olur. Aklı olan, Allah’ı kendinde arar. Allah’ı aramak için kendi dışında bir adım atarsa kâfir olur. Çünkü Allah bizden ayrı değildir. Allah, ‘Ben size şah damarınızdan daha yakınım’ demiyor mu?.. Gönlünde Hazreti Muhammed, Hazreti Ali, Hazreti Mevlâna varken hiç gam yeme; sen kale gibisin.”

Ve bir şiirinde de şöyle seslenir Hasan Dede…

“Şekerle dudaklarının arasında uzun bir yol var, 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m! 

Bir ömürdür güneşle ay döner durur, 

Günlerdir, gecelerdir senin geceni arzular durur. 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m! 

Ah gönül, dayanmaya gücün yoksa git… 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m! 

Senin için aşk dâvâsına girenler az değil ya… 

Ah can! Korkmuyorsan sen gel, 

Fakat korkuyorsan senin de işin değil bu, sen de git… 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m! 

Güzelim cemâlin gönülden de güzel, candan da. 

Ah güzellikte sonu olmayan Mevlâna’m!..”

Ne güzel söyler Yüce Mevlâna… “Allah yakınlığının debdebesini gördün mü, Şehzâde gibi sevgiline kavuşursun… ayağındaki dikeni çıkarırsın! Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul… doğrusunu Allah daha iyi bilir.”

Beyit:

“Aklı başında olanlar, bağla bağlanmış kullardır; aşıklarsa hürdür, şekerlenmiş, ballanmış canlardır onlar! Akıllıların yuları ‘zorla gelin’ emridir; gönlünü kaptıranların baharı ‘dileyerek gelin’ emri!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCV

“Bil ki, aşkın gül bahçeleri kan perdeleri arasında olduğu için, ölümü göze almayan, oraya varamaz.” Mevlâna

1276. Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe bağlar, bahçeler gâh giyinir, gâh çırçıplak kalır.

1277. Güneş, ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte başaşağı batar.

1278. Göklerde parıldayan yıldızlar, zaman zaman ihtirâka uğrar.

1279. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilâl olur.

1280. Çok sakin ve edepli olan bu yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür.

1281. Nice dağlar, bu ansızın gelen felâketten dolayı yeryüzünde kumlar gibi dağılıvermiştir!

1282. Ruhla eş olan hava bile kazâ baş gösterince vebâ kesilir, ufûnetlenir.

1283. Ruhun kız kardeşi olan lâtif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hâle gelir.

1284. Azâmetli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!

1285. Denizin hâlini de ıstırâbından, coşkunluğundan anla, aklının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil!

1286. Tanrı rızasını arayıp duran, başı dönmüş feleğin hâli de oğullarının hâli gibidir.

1287. Gâh en altta, gâh ortada, gâh en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var!

1288. Ey küllîyât ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin hâlini de kendinden kıyâs et!

1289. Küllîyâtın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzîyâtının yüzü nasıl sararmaz?

1290. Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…

1291. Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun, kurda gönül vermesidir!

1292. Sağlık, zıtların sulhudur; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!

1293. Tanrı’nın lütfu, bu arslanla yaban eşeğine, bu iki zıdda, vefâkârlık hususunda ülfet vermiştir.

1294. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fânî olmasına şaşılır mı?”

1295. Tavşan, arslana bu çeşit nasîhatler verip, “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.

“Ey aşıklar!” der Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, ve şöyle devam eder, “Cihanda ne varsa aşk onun canıdır. Aşktan başka ne görüyorsan, hiçbiri ebedî kalmaz. Senin yokluğun doğu gibi, senin ecelin batı gibidir. Dediğimi yaparsan, bu göğe benzemeyen bambaşka bir gök olursun. Göğün yolu senin içindir ki, aşk kanadını çırpmaya bak.”

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “Hakîkatte baktığınızda, dünya üzerindeki bütün varlıkların temelinde sevgi ve aşk vardır, hepsi sevginin ve aşkın sûretleridir” diye buyurur ve kâinattaki bütün varlıkların toplamının aynı bir insan gibi olduğuna işâret ederek, “Bu âlem insanın en büyük şeklidir. İnsan, kâinat demektir; kâinat da insan demektir. İnsan-ı kâmil de bunun kalbi, özetidir” der.

Nitekim, Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’in bir beyitinde, “Güneş de, ay da, yıldızlar da, gökyüzünde ilâhî aşk ile dönmekte; âdeta oynamaktadırlar. Üzerinde yaşadığımız dünya da dönmekte, oynamaktadır. Biz ise bunların ortasındayız” der ve bir başka beyitinde de, “Şu içinde yaşadığımız hayatın, şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi; bir şekil bozulunca başka bir şeklin temelini atarlar!” diye buyurur.

‘Ey küllîyât ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin hâlini de kendinden kıyâs et! Küllîyâtın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzîyâtının yüzü nasıl sararmaz? Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…’

Hasan Dede, insanın mâhiyeti olan ‘su, toprak, ateş ve yel’i açıklarken, “Sen, dört ana sırrın sahibisin” der, “Birinci ana sır, vücudundaki harâret; güneşten bir parça. İkinci ana sır, vücudundaki su; denizden bir parça. Üçüncü ana sır, deri ile kemik; topraktan bir parça. Dördüncü ana sır, nefes; semâvattan bir parça. Bu dördü senden ayrılıp aslına gidecek. Peki sen nereye gideceksin?..”

Ve bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Ey canlar, ey aşıklar!

Hilkâtin cilvesi aşk zuhûr etti, 

Her şey mahvoldu. 

Aşk tümdür, ondan gayri her şey mahvolur, 

Aşk ne ilk, ne de sondur, 

Aşk sonsuzluk vahdetidir. 

Aşkın ne sûreti ne de sîreti vardır, 

Aşk her vasfın üstündedir. 

Aşkın naz ve cilvelerinden maşukluk zuhûr etti, 

Aşk kadeh sûretinde göründü, 

Aşk şarap hâlinde dem oldu. 

Her kim o sûrette demi gördü, 

Aslına vâsıl oldu, 

Görmeyen tümüyle yok oldu. 

Her şey aslına rücû etti, 

Aşkı, aşktan başka,

Hiçbir şey tefsîr edemedi…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCIV

Kuyuya yaklaşınca arslanın yanından, tavşanın geri çekilmesi.

1262. Kuyu yanına gelince arslan, tavşanın geri kaldığını gördü.

1263. Dedi ki: “Niçin ayağını geri çektin. Ayağını geri çekme, ileri gel!”

1264. Tavşan, “Ayağım nerde? Elim, ayağım kesildi. Canım tir tir titriyor, yüreğim yerinden oynadı.

1265. Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı gibi. Rengim, ne hâlde olduğumu bildiriyor.

1266. Tanrı yüze ‘bildirici’ demiştir. Onun için âriflerin gözü, yüze dalmış, kalmıştır.

1267. Renk ve koku, çan gibi haber verir; atın kişnemesi, atın mevcûdiyetini bildirir.

1268. Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.

1269. Peygamber, insanları ayırt etmek husûsunda ‘İnsan, sözünde gizlidir’ dedi.

1270. Yüzün renginde gönül hâlinden bir nişan vardır. Bana acı, sevgimi kalbinde tut!

1271. Kırmızı yüz, sahibinin refah ve saadetine delâlet eder; sarı yüz, sahibinin meşakkat ve belâ içinde olduğunu bildirir.

1272. Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi bozana uğradım.

1273. Önüne geleni kırana, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana sataştım.

1274. Adamları, hayvanları, cemâdat ve nebâtatı mat edene rastladım.

1275. Bunlar cüzîyattır, küllîyatın da onun yüzünden renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur.

Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, 1266. beyitte, ’Tanrı yüze bildirici demiştir. Onun için âriflerin gözü, yüze dalmış, kalmıştır’ diye buyuruyor.

Abdülbâki Gölpınarlı, bu beyitin yorumunu yaparken, “Hazreti Muhammed, gerçek yoksulların yüzlerinden tanınacağını, Bakara sûresinin 273. âyetinde bildirmektedir” der ve ayrıca, “Arâf sûresinin 48. âyetinde, Arâf erlerinin, insanları yüzlerinden tanıyacakları anlatılmaktadır ve Yunus sûresinin 27, âyetinde, kötülük edenlerin yüzleri ‘Gecenin bir parçasına bürünmüştür sanki’ diye belirtilmektedir, Hac sûresinin 72. âyetinde, âyetler okununca kâfirlerin yüzlerinde inkâr belirtileri göründüğü söylenmektedir. Fetih sûresinin 29. âyetinde, inananların yüzlerinde secde belirtilerinin göründüğü bildirilmektedir. Mutaffıfîn sûresinin 24. âyetinde de inananların yüzlerinde cennet parlaklığı bulunduğu ve Peygamber’in onları bu parlaklıkla tanıdığı açıklanmaktadır. Ve daha birçok âyetlerde de, kıyâmette, inananlarla inanmayanların yüzlerinden tanınıp bilineceği söylenmiştir” diye açıklar.

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Hayrı güzel yüzlülerin katında arayın, onlardan dileyin” diye buyurmaktadır.

Nitekim Hazreti Mevlâna, “Aşıklara sevgilinin güzelliği müderristir; defterleri, dersleri, meşkleri de onun cemâli” diye buyurur ve yine bir beyitinde, “Bana senin akîk gibi dudağın gerek, şekerin ne faydası var? Bana senin cemâlin lâzım, kamerin ne yeri var?” diye seslenir.

“Hakk her an tazedir, cihanın sonsuz güzeli O’dur. Aşık, O’nu kalıp haline getirmeden, tamamen kalıp dışı sonsuz güzelliklerde seyreder” der Hasan Dede ve Evliyâullah’ı örnek göstererek, “Bütün Evliyâullah, Hakk aşıklarıdırlar. Hazreti Muhammed, akılları taşıdığı kadar onlara yüzünü gösterdi. Onlar da oraya gönüllerini bağladılar ve oradan bir an dahî ayrılmak istemediler. Çünkü o bâkî güzel, dünya durdukça güzelliğini koruyacaktır. Bütün varlık O’dur, O’nun yarattıklarıdır. O, güler yüzde, tatlı dildedir.”

Nitekim, Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Akıllı insanın dili, gönlünün ötesindedir; ahmak kişinin gönlü, dilinin ötesinde” diye buyurur.

‘Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.’ Ârif olana, aşıklar defterinden bir harf bile kâfidir.

Kasîde:

“Şarap içeceksen, bâri bizim dilberimizin elinden al, iç; güzel yüzlü, güzelliği ile âlemleri yakıp yandıran sevgilimizin elinden iç!.. 

Mecnûn gibi sevgiye engel olan akıl perdesini yırtmak istiyorsan, cesur aşkı bul da, onun elinden kadehsiz verilen mekânsızlık şarabını al, iç!.. 

Eğer içinde bir sıkıntı varsa, gönlün daralmış ise, betin benzin solmuşsa, onun gül bahçesine git, orada otur; mahmûr isen, onun seçkin mânâ şarabını iç!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCII

Âdem Aleyhisselâm’ın hikâyesi, açıkça emre uyup tevîli terk etmede gözünü kazâ ve kaderin bağlaması.

1233. ‘Allemülesmâ’ya bey olan, her damarında yüzbinlerce ilim bulunan insanlar atası.

1234. Her şeyin adını, nasılsa öylece bilmiş sonunda ne olacaksa sonuna kadar da agâh olmuştu.

1235. O, eşyaya ne lâkab verdiyse değişmemiştir; çevik dediği tembel çıkmamıştır.

1236. Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü; sonunda kâfir olacak adam da ona belli oldu.

1237. Her şeyin adını, bilenden işit; ‘Allemülesmâ’ remzinin sırrını duy!

1238. Bize göre her şeyin adı, görünüşüne tâbîdir; nasıl görünüyorsa biz, ona öyle deriz. Fakat Tanrı’ya göre içyüzüne, hakîkatine tâbîdir.

1239. Musa’ya göre sopasının adı âsâ; Yaratan yanında ise ejderha idi.

1240. Bu âlemde Ömer’in adı puta tapandı; hâlbuki tâ ‘Elest’te onun ismi mümindi.

1241. Bizim yanımızda adı meni olan şey, Hakk yanında şu benlikle zâhir olan suretti.

1242. Bu meni, yokluk âleminde vardı; eksiksiz, artıksız aynen Tanrı’nın ilminde mevcuttu.

1243. Hâsılı Tanrı indinde sonumuz ne olacaksa hakîkatte adımız o olmuştur.

1244. Tanrı, insana akîbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil!

1245. Âdem’in gözü Tanrı’nın pak nuru ile gördüğünden adların hakîkati ve içyüzü ona âyân oldu.

1246. Melekler onda Hakk nurunu görünce hepsi, ona yüzüstü secdeye vardılar.

1247. Adını andığım şu Âdem’i kıyâmete kadar övsem, vasıflarını saysam yine övmekten âcizim!

Hasan Dede, Âdem’in, yâni insanın büyüklüğünü şöyle dile getirir:

“Bir gün Hazreti Mevlâna’ya sordular: ‘Allah ne kadar büyüktür?’ Cenâb-ı Mevlâna cevap verdi: ‘Allah, Âdem’in boyu kadar büyüktür!’ Herkes şaşkınlık içerisinde, ‘Aman yâ Mevlâna, sen Âdem’in Hakk olduğunu mu söylüyorsun?’ diye sorduklarında ise, Mevlâna buyurdu, dedi ki: ‘Evet, Âdem’in Hakk olduğunu söylüyorum. Çünkü Âdem olmasaydı, Allah bilinmeyecekti, Allah’ın güzellikleri de dile gelemeyecekti.’ 

Neden böyle söyledi? Çünkü bütün varlıkları yaratan Tanrı, insanı yaratmadan önce hiçbir varlıktan dile gelemedi. İnsan dışında hiçbir varlık Allah’ı dile getiremedi. Allah, en son insanı yarattı ve insanda kendini yarattı. İnsan gözüyle yarattığı eserleri seyretti, insan diliyle eserlerini isimlendirdi ve kendi ismini de yine insandan aldı. Kendi büyüklüğünü, güzelliklerini insanla söyledi. Ve Allah, Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Allah, insanı rahmân suretinde yarattı. 

Allah’ın isimleri, Allah’ın ahlâkıdır ki, kullarına vermiştir. Öte tarafı târife gelmez. Misâl olarak, ‘Hâdi’ hidâyet eden mânâsına gelir. ‘Hakk’ Allah’a en yakın sıfattır. ‘Hakk’ öbür sıfatların hepsini içine alır. Eğer bir insanda Allah’ın nuru varsa, ona ‘Allah’ diye hitâb edilir. Bunu böyle bildikten sonra O’nun nuru olmayan bütün varlıklardan geçilir. ‘Hakk’ deyince, aklımıza çok şey geliyor. Fakat ‘Allah’ deyince akla ‘Tek’lik gelir. Allah’ın özü ruh, zuhûratı ise nurdur.

Hakîkat sahibine iki âlem birdir, yâni hem bâtınî âlem hem zâhirî âlem. Neden birdir? Çünkü hiçbir varlık onun dışında değildir. Allah’ın 99 isminin yanısıra gördüğünüz bütün varlıklar da Allah’la diri oldukları için her biri kendi isimlerinin yanında ‘Allah’ okunurlar. Ama ancak Hakk ile Hakk olmuş, Allah’ta fânî olmuş bir hakîkat ehli bunu bilir, görür, çünkü onun bütün varlığı yine Allah’tır, Allah iledir. O Allah ile görür, Allah ile bilir. Allah’tan bir şey gizlenebilir mi? Gizlenemez, dolayısıyla da hakîkat ehlinden de hiçbir şey gizli kalmaz. O baktığı her şeyde, her eşyada, canlı cansız her varlıkta Allah’ı görür.

Peygamber Efendimizin ilmi de Allah ilmidir, sevgi ilmidir. O, kâinattaki her varlığa sevgi ile bakmıştır ve her bir varlık da hâl diliyle ondan dile gelmiştir. Bu nedenle, Hazreti Muhammed Efendimizin ilminin sonu yoktur.”

Nitekim, Abdülbâki Gölpınarlı da, 1240. beyitte geçen ’elest’ bahsi hakkında açıklama yaparken şöyle der:

“Bu bahsi biraz açmamız gerek: Zaman, olayların birbiriyle zihinde kıyaslanmasından doğan mücerred ve zihnî bir mefhumdur. Dolayısıyla, mekân da kevne, yâni varlığa, var olan şeye nazaran vardır. Bir şey olmasa onun mekânı da olmaz. Geçmiş zaman, geçip gitmiştir, aklımızda ancak hâtıralar hâlinde vardır. Gelecek zamanı dondurup ona ulaşmamıza imkân yoktur; çünkü tanyeri gibi biz gittikçe o da gider. Hâl dediğimiz içinde bulunduğumuz zamansa, hiç durmaz; boyuna akar durur. Öyleyse zamanın gerçeği ancak içinde bulunduğumuz andır. İş böyle olunca da ezel, ebed zihinde vardır ancak. Ârif, vaktinin, yâni içindeki anın hükmüne uyar ki Mevlâna bunu, Çelebi Hüsâmeddin’in dilinden 133. beyitte söylemişti. 

Peki, hâl böyle olunca Elest meclisi ne vakit kuruldu? Her an kurulmaktadır. Herkes ve her şey, Allah’ın kudret ve kuvvetiyle saâdet, yâhut şakâvet yoluna gitmekte, akliyle inkâra sapan bile fiiliyle ikrâr yoluna yürümektedir. Âyette nasıl, Elest meclisinde, hayır değilsin, diyenden bahsedilmemişse, her an da kendi istidâdına, kendi mazhâriyetine itirâz eden, ona aykırı hareket eden yoktur, olamaz da.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsi-i şerîfinde şöyle buyurur:

“Allah, aklı yaratınca, ona gel dedi, geldi. Git dedi, gitti. Otur dedi, oturdu. Söyle dedi, söyledi. Sus dedi, sustu. Sonra Allah, bana senden daha yüce bir varlık yaratmadım; seninle tanınırım, seninle hamdedilir bana; seninle itaât edilir. Seninle alırım; seninle veririm; seninle cezâ veririm; sevâb da senindir; azâb da sana, buyurdu ve sana da sabırdan daha üstün bir şeyle üstünlük vermedim, dedi.” 

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XCI

Karganın, Hüdhüd’ün davasını kınaması.

1221. Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a, “Hüdhüd aykırı ve kötü söyledi.

1222. Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve olmayacak söz olursa.

1223. Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak altındaki tuzağı nasıl görmezdi?

1224. Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da ümitsiz bir hâlde kafese girerdi?” dedi.

1225. Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüdhüd! Daha ilk kadehte tortu kalktı, böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?

1226. Ayran içen, kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor, huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”

Hazreti Şems şöyle buyurur: “Tabîat ehli olmamalı, gönül ehli olmalı. Gönül ara, tabîata bakma! Gönülün yeri nerede? Gönül gizlenmiştir. O Allah adamıdır, kıskançlıktan ona gönül ehli derler. Bir aralık Hakk’ın parlak ışığı gönülde yansılanırsa, gönül sevinçlidir. O ışık, bir anda kaybolur, ancak gönül, gönül olmak için çok kere böyle olur. Yanar, çok kere gönül kırılır, aradan kalkar; Allah kalır.”

“İnsanda hased var, inat var, gurur var, kibir ve öfke var… Bir insanın iç âlemi bu huylarla bozuk olunca, hiçbir şey ona huzur vermez” der Hasan Dede, “Ârif-i billâh olan Allah dostları hep vücutlarında ihtilâl yaptılar ve nefslerini bütün kötülüklerden arındırdılar.”

Nihâyetinde, karga hased edip, Padişaha, ‘Hüdhüd aykırı söylüyor, doğru söylemiyor’ deyince Padişah, ‘Ey Hüdhüd!’ dedi, ‘Daha ilk kadehte tortu kalktı, böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?’

Hazreti Mevlâna, bu beyitlerde buyurduğu teşbîhlerle, kadehle ‘kelâm’ı, şarapla ‘kelâm içindeki fikri’, tortuyla ‘fikrin yalan olması’nı işâret etmiştir.

Hüdhüd’ün karganın kınamasına cevap vermesi.

1227. Hüdhüd dedi ki: “Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düşmanın söylediği sözü dinleme!

1228. Eğer ettiğim dâvâ yalansa işte başımı koydum, boynumu vur! Kazâ hükmünü inkâr eden karga, binlerce aklı olsa yine kâfirdir.

1229. Sende ‘kâfirler’ sözünden bir ك (kef) harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa, oyluklar arasındaki yarık gibi koku yerisin, şehvet yeri.

1230. Eğer kazâ gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm.

1231. Fakat kazâ gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.

1232. Kazânın bu çeşit hilesi nâdir midir ki? Kazâ ve kaderi inkâr edenin inkârı bile, bil ki kazâ ve kaderdendir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde, “Küfre râzı olmak küfürdür… Cenâb-ı Hakk, kazâ ve kaderime razı olmayan, benden başka bir Rabb arasın, demiştir” diye buyurur.

1229. beyitte geçen ‘Kef’, aynı zamanda yarık mânâsına gelmektedir ki, Hüdhüd, kargaya, sende kâfirlikten bir kef, yâni yarık, bulundukça etrafa pis koku yayarsın, diye seslenir.

Nitekim, Mevlâna buyurur ki: “Cihan padişahları, kötülüklerinden dolayı kulluk şarabından bir koku bile almamışlar. Yoksa onlar da Edhem gibi, hemencecik coşarlar, sarhoş olurlar, dünya saltanatını vurup kırarlardı! Fakat Allah, bu âlem dursun, mâmur olsun diye gözlerini ağızlarını kapamıştır.”

“Bir kişi Hazreti Muhammed’in izinden yürür, kabı ölçüsünde onun gibi hizmet sunmaya gayret gösterirse, ondan koku yansıtır. İnsanlık kokmaya başlar” der Hasan Dede, “Gösteriş ve menfaat uğruna yapılan hizmetler geçersizdir. Kişi herkesi, hattâ kendini bile kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Çünkü Hakk her şeye vâkıftır.”

Hazreti Mevlâna, bu hikâyede, Hüdhüd teşbîhiyle hem zâhir hem de bâtın gözü açık olan ârifleri, karga teşbîhiyle de batın gözü kör olan nefs sahibi zâhir âlimlerini işâret etmektedir.

“Nice altınları, hasetçi hırsızların elinden kurtulsun diye dumanla karartmışlardır. Nice bakırlar vardır ki aklı kıt olanlara satsınlar diye onları altın suyuna batırmışlar, altın yaldızla yaldızlamışlardır” diye buyurur Mevlâna, “Biz bütün ülkelerin iç yüzünü görenleriz… gönlü görürüz, dış yüzüne bakmayız biz! Zâhirin etrafında dönüp dolaşan kadılar, zâhiri görünüşe göre hükmederler. Birisi şehâdet getirdi, imanını gösteren bir şey yaptı mı bunlar, derhâl o adamın mümin olduğuna hükmederler. Bu suretle de nice münâfıklar, zâhire sığınmışlar… böylece de yüzlerce iman sahibinin kanını gizlice dökmüşlerdir.”

Rubâi:

“O padişah mukadderat kalemi ile rakamlar yazıp duruyor. Gönül, onun elinde bir kalem. Hoca sen de bir an için olsun hayattan şikâyeti bırak, kadere boyun eğ de, müslümanlığını yenile! 

Padişah, kader gereği seni imtihan için cefâ eder. Sıkıntılar verir. Sen o cefâyı padişahın elinde bir kabarcık gibi bil! Padişahın elini tutan kişi o kabarcığı öper.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/XC

Kazâ gelince aydın gözlerin bile bağlanacağını bildiren Süleyman hikâyesi.

1202. Süleyman’ın büyük dîvan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler.

1203. Onu, kendilerinin dilini anlar, sırrını bilir bir zât bulup huzuruna canla başla koştular.

1204. Bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasîh bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı.

1205. Aynı dili konuşmak, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa düşmüşe benzer.

1206. Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.

1207. Şu hâlde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği, dil birliğinden iyidir.

1208. Gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhûr eder.

1209. Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işlerine ait şeyleri,

1210. Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için övünüyorlardı.

1211. Bu övünmek, kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye övünüyordu.

1212. Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arz eder.

1213. Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir.

1214. Hüdhüd’ün hünerini arz etme sırası geldi; sanâtını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.

1215. Dedi ki: “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arz edeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”

1216. Süleyman, “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüdhüd, “Gâyet yükseklerde uçtuğum zaman, 

1217. Havadan bakınca yerin tâ dibindeki suyu görürüm.

1218. O su nerdedir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.

1219. Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tâyin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi.

1220. Süleyman da, “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.

Sultan Veled Hazretleri, Rebabnâme’sinde şöyle buyurur: “Rebabın söyledikleri de o bâblardan, o fasıllardandır. Her nefeste yüz türlü hikâye anlatır ki onları evde dinleyecek kimse varsa, dinler. Bazen ayrılık acısıyla inler, bazen vuslat zevkiyle sevinir. Bazen aşk ateşleri içinde yanar. Bazen aşkın verdiği zevk ile teselli bulur. Bazen cefâdan şikâyet eder, bazen de kadehlerin dönüp dolaşmasına şükür eyler. Bazen ziyândan, hüsrândan bahseder, bazen de kârla zararın uyuştuklarını haber verir. Bunlardan başka daha yüz çeşit şeylerden bahseder. Ancak sen bu sırları o kulağa söyle ki: ‘Sırlar ona ağır gelmez, yüksünmez.’ Çünkü sağır kulaklar bu seslenişlerden nasîb alamaz. Sağır kulak sesten ne anlar? Ona göre güzel veya çirkin ses eşittir. Sen, bu sırları duyup da icâbet edecek kulaklara söyle ki bu inlemelerden faydalanabilsin. Senin kulağınla senin aklından başka bu ince mânâlı sözleri dinlemeye lâyık hangi kulak vardır? Sana söylüyorum, yalnız sana. Her ne kadar sana söylerken başkaları da dinlerse de. Çünkü bu sırları anlamak zordur. Kötü ruhlu kimselere kolaylıkla nasîb olmaz. Kuşların sırrından ancak Süleyman anlar. Süleyman olmayanın kulağına kuş sesi nasıl girebilir?”

Nitekim, ‘aynı dili konuşmak, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa düşmüşe benzer. Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler. Şu hâlde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği, dil birliğinden iyidir. Gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhûr eder.’

Hazreti Ali, “Akıllının gönlü, sırrının sandığıdır” diye buyurur.

Hasan Dede, “Güzel duygulara ancak akıldan ve kendinden geçmiş olan kimseler mahrem olabilir. Tanrı ile meşgûl olmayan akıl, akıl değildir. Ona akıl denilemez” der.

Ve ne güzel seslenir Yüce Mevlâna bir kasîdesinde… 

“Ey aşık! Hileyi bırak! Aklı terk et, divâne ol, divâne! Ateşin tam ortasına atıl, âdetâ gönlüne gir! Pervâne ol, pervâne! 

Kendini yabancı say, kendine yabancı ol! Hem de evini yık, harâb et! Sonra gel; aşıklarla, aynı evde otur, onlarla düş, kalk! 

Git, gönlünü siniler gibi yedi kere yıka, kinden, nefretten temizlen! Sonra gel aşk şarabına kadeh ol!

Sevgiliye lâyık olmak için tamamiyle can hâlini al! Mest olanların yanına gidince sen de mest ol, mest!.. 

Güzellerin taktıkları küpelerin sohbet yeri, buluşma yeri onların yanaklarıdır. Güzel yanaklarla, güzel kulaklarla dost olmak istiyorsan; inci tanesi ol, inci tanesi! 

Düşüncen nereye giderse seni peşinden sürükler, oraya çeker götürür. Sen düşünceden vazgeç de, kazâ ve kader gibi en ileride yürü, en öne geç!

Kibire kapılmak, hevâ ve hevese meyl etmek bir kilittir ki, gönüllerimiz onunla kilitlenir. Sen anahtar ol, anahtarın dişi ol!

Mustafa (s.a.v), Hannâne direğini okşadı. Sen bir ağaçtan da aşağı değilsin ya, haydi Hannâne direği ol, Hannâne direği! 

Hazreti Süleyman sana, ‘Kuş dilini duy, öğren!’ diyor. Hâlbuki sen öyle bir tuzaksın ki, kuş senden ürker kaçar; sen tuzak olma, yuva ol, yuva! 

Bir güzel sana yüz gösterirse, ona ayna ol, onu içine al, onunla dol! Güzel sana karşı saçlarını serer açarsa, sen ona tarak ol, tarak!

Zenginleştin, armağanlara, mallara sahip oldun da bunlara karşılık şükrâne olarak aşkı verdin. Malı bırak, mal şöyle dursun, sen aşka şükrâne olarak kendini ver, kendini!

Bir müddet ateş oldun, rüzgâr oldun, su oldun, toprak oldun. Bir müddet de hayvan oldun, hayvanlık âleminde dolaştın. Mâdem ki, bir müddet can hâline geldin, hiç olmazsa sevgiliye lâyık bir can ol, sevgiliye lâyık bir can!..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXXIX

Arslanın tavşana cevap vermesi ve onunla gitmesi.

1181. Arslan dedi ki: “Bismillah, haydi gel bakalım, nerede o? Doğru söylüyorsan düş önüme!

1182. Onun da cezasını vereyim, onun gibi yüz tanesinin de. Fakat bu sözün yalansa seni cezalandırırım.”

1183. Tavşan; onu, kurduğu dolaba düşürmek için kılavuz gibi öne düştü.

1184. Nişan koyduğu bir kuyuya doğru yola çıktılar. Arslana derin bir kuyuyu tuzak yapmıştı.

1185. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana hilebâz, saman altından su yürüten bir tavşan!

1186. Su bir saman çöpünü ovaya götürür, ama bir dağı nasıl sürükler acaba?

1187. Onun hile ve tuzağı arslana kementti. Ne tuhaf ki tavşan arslanı avlıyor!

1188. Bir Musa, Firavun’u askerleriyle, başındaki kalabalıkla Nil Nehri’nde öldürür.

1189. Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervâsızca başını beynini yarar.

1190. Düşman sözü dinleyenin hâli budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör!

1191. Hâmân’ı dinleyen Firavun’un, şeytanı dinleyen Nemrud’un hâli budur.

1192. Düşman her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden bahsederse de sen onu tuzak bil!

1193. Sana şeker verirse sen bunu zehir bil, bir lütufta bulunursa onu kahır bil!

1194. Kaza gelince kabuktan başka bir şey göremez, düşmanları dostlardan ayıramazsın.

1195. Böyle olunca yalvarmaya başla, ağlayıp inlemeye, tesbihe, oruca devam et!

1196. “Rabbim, sen gaybleri bilirsin. Günâhtan dolayı bizden intikâm alma” diye yalvar, yakar!

1197. “Ey arslanları yaratan! Eğer biz bir köpeklik etmişsek bu pusudan bizim üstümüze arslanı saldırtma!

1198. Güzel suya ateş şeklini, ateşe de su letâfetini verme!” diye niyâz et!

1199. Yâ Rabbi, sen kahır şarabıyla insanı sarhoş edersen, yok olan şeylere varlık suretini verir, onları var gibi gösterirsin.

1200. Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görücek derecede gözün bağlanması, görmemesidir.

1201. Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacının göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!

Akl-ı mead olan tavşan, kurduğu tuzakla nefs-i emmâre arslanını kuyuya atmayı tasarlamıştı.

Nitekim, ‘bir Musa, Firavun’u askerleriyle, başındaki kalabalıkla Nil Nehri’nde öldürür. Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervâsızca başını beynini yarar. Düşman sözü dinleyenin hâli budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör! Hâmân’ı dinleyen Firavun’un, şeytanı dinleyen Nemrud’un hâli budur.”

Abdülbâki Gölpınarlı, bu beyitlerde geçen, sivrisinek ve Nemrud, Hâmân ve Firavun hakkında şu bilgileri verir: “Nemrud, İbrahim Peygamber zamanındaki padişahın adıdır. Bu adam Tanrı’lık dâvâsına kalkışmıştı. Sonunda, burnundan bir sivrisineğin girdiği, beyninde konakladığı, orada büyüdüğü, bu sebeple Nemrud’un bir baş ağrısına uğradığı, başını tokmakla dövdürdüğü, bu yüzden de kafasının yarılıp, öldüğü söylenir.

Hâmân, Kur’ân’ın Kasas sûresinin 8. âyetinde Firavun’la beraber adı geçer ve yanlış bir yol tutanlardan olduğu bildirilir. Aynı sûrenin 38. âyetinde, Firavun’un, Hâmân’a, Musa’nın mâbûdunu görmek için bir köşk, bir kule yaptırmasını buyurduğu anlatılır. Ankebût sûresinin 39. âyetinde adı, Kârun ve Firavun’la geçer. Mümin sûresinin 24. âyetinde Musa’nın, Firavun’a, Hâmân’a, Kârun’a gönderildiği, aynı sûrenin 36. âyetinde, Firavun’un ona bir kule yapmasını emrettiği anlatılır. Hâmân’ın, Firavun’un vezîri olduğu rivâyet edilir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîs-i şerifte, “Şeytan, âdemoğullarının, deminin aktığı yol olan damarlarında ceryân eder” diye buyurur.

“Şeytan, öyle dışarlarda dolaşan bir varlık değildir; her şey gibi o da insanın içindedir” der Hasan Dede.

Şeytandan maksat, nefs-i emmâredir. Nefs-i emmâreye tâbî olan kişiler saman çöpü gibi zayıftırlar. Öyle ki, nefsleri onları ordan oraya sürükler durur, akîbet sonunda bir kuyuya, yâni tuzağa düşerler. Fakat nefs-i emmârenin hilelerini bilenler, dağ gibi yerlerinde sabit dururlar, nefslerinin peşinde sürüklenmezler.

Hasan Dede, “Nefsin düşmanı Tanrı’dır, kalbine Hakk’ı koyarsan o gider” der, “Peki nefsin insandan ayrılması, bünyeden çıkması mı gerekiyor? Hayır. Nefsimizi terbiye için varız, onu atmak için değil, o son nefese kadar bizimle olacaktır. Nefs çok şey ister, onu terbiye edersen mesele kalmaz, her şey senin elindedir.”

‘Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görücek derecede gözün bağlanması, görmemesidir. Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacının göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!’

Şems-i Tebrizî Hazretleri şöyle seslenir ve der ki: “İman dolu bir gönülle bağlandığın yere, Allah’ı zikre girdiğin zaman, o nefsin kalesini yıkar.” 

“İman ne demektir?” der Hasan Dede, “Bağlandığın yere, sen benim Rabbimsin, sen benim her şeyimsin, diyebilmektir. İnsan, imanla yola koyuldu mu, nefs geri adım atar. Eğer kişi, ben çok bilirim, ben şöyleyim, ben böyleyim, diye konuşmalara girmişse, o kişi nefsinden konuşuyor demektir. Nefsinin kollarına, hilelerine düşmüştür ama farkında değildir, gaflet içindedir. Aşk ile kanat açan kişi ise lâmekâna uçar, gafletlere düşmez… Aşk şarabı hakîkatte gönüldür. İnsanın gönül verdiği yer, zaten aradığı yerdir. Biz bu aşkla dünya durdukça yanmaktayız ve biz yokuz hep o var, çünkü aradığımızı bulmuşuz.”

Kasîde:

“Kardeşim! Ben erguvan renkli şaraptan nasıl tövbe edebilirim? O şarap mekânsızlık âleminde, topraktan bitmemiş üzümden sıkılmıştır. 

İçtiğimiz o şarabın kâselerine çok okunaklı bir yazı ile şunlar yazılmıştır, ‘Bunu içen ölümden de, aşağılık bir hâle düşmeden de kurtulur, aman bulur.’

Tebriz’de yetişir, orada olur, olgunlaşır, bir bu tarafa akar, bir de gönüllere akar.”