MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/VIII

“Aşktır bizim Peygamberimizin yolu,

Biz aşkın çocuklarıyız, annemiz aşktır bizim.” Mevlâna

13. Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnûn aşkının kıssalarını söylemektedir.

14. Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

Hazreti Mevlâna’nın bahsettiği kanla dolu yoldan maksat nefs terbiyesidir. Bununla ilgili olarak, nefsi cehenneme ve yedi başlı ejderhaya benzetir ve şöyle buyurur: “Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir düşman daha var. Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil… Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez. Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz… Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Nefsi öldürecek ayak da ancak Hakk’ın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hakk’tan gayrı kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok…”

Hasan Dedemiz de bizlere, “Dünya nedir?” diye soruyor ve şöyle devam ediyor, “Dünya imtihan yeridir. Bu dünyada gönlünü Allah’a değil de, Allah’ın vehimlerine kaptıranlar, sonunda onlar gibi yokolup gitmeye mahkumdurlar.” 

Ve yine Yunus Emre’den bir hikaye dile getiriyor ve diyor ki: “Bir gece Yunus Emre bir mânâ görüyor. Mânâsında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. 

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, ‘Burası neresidir?’ diye soruyor.

Ona, ‘Burası cennet-i ala’dır’ diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, ‘Peki o zaman buranın sahibi nerededir?’ diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: ‘Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.’ 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryâd ediyor: ‘Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem hâline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…’ 

Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. Onun dışında kalan her şey değersizdir… 

Akıl gözü ile kısa menziller görülür ama kalp gözüyle çok şey görülür. Dar bakışla insan çok şey kaybeder. Bütün dava bulunduğumuz yoldur. Âriflerin yoludur; irfâniyettir. Kimliğine ulaşmaktır ve kimliğinle yaşamaktır. Hakk yolu, yani insan olmak, kolay bir yol değildir.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: ‘Allah’ı öyle çok zikredin ki, ta ki size mecnûn desinler.’

Bugün, Hazreti Mevlâna kadar aşkı yaşayan biri daha çıkmamıştır. Onun kadar aşktan dil döken biri de çıkmamıştır. Öyle ki, bir gün evine giderken bir ayakkabısı ayağından çıkıyor yolda kalıyor ama o farkında bile olmuyor. Çünkü o anda dalmış, mecnûn haline dönmüş, hem yolda yürüyor hem aynı zamanda Şems’le rabıta kurmuş onunla konuşuyor. O anda Şems’in güzelliklerini seyrediyor, doğal olarak ne ayakkabısı geliyor aklına ne cübbesi… 

Bu hâlleri yaşamıştır Mevlâna ve yaşamış olduğu için de bizlere, eğer onun gibi bu hâllere düşecek olursak ona yönelmemizi söyler. Çünkü böyle bir durumda ancak o bizleri tekrar eski hâlimize çevirebilir. Yoksa bir meczub olur ve başımızı da, aklımızı da kaybeder gideriz.”

Hüdâvendigâr Mevlâna’mız bir kasidesinde, kanlarla dolu olan yolu denizden misâl vererek şöyle anlatıyor ve diyor ki: 

“Başımızı ayak edindik de, sonunda hakikat ırmağını aştık, kâinatı birbirine vurduk, biz dışarı fırladık, bizim kâinatla bir ilgimiz kalmadı. 

Üstüne bindiğimiz aşk burakı, arşın burakıydı. Bu yüzden bir sıçrayışta gökyüzüne vardık. 

Ne olduğunu, nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığımız, o eşsiz padişahın tahtının önüne varmak için, âlemi zerreler gibi birbirine vurduk, birbirine kattık.

İlk menzil olarak kanlarla dolu bir deniz göründü. Kanlı ayaklarımızla dalgaları aşıp geçtik. 

Hakk yolunda ilerlerken, insan anlayışı, insan vehmi, insan aklı, hepsi de yolda dökülüp saçıldı. 

Çünkü biz, insanın etrafını saran altı yönü de aştık, gerilerde bıraktık. 

O eşsiz Leylâ’nın Mecnûn’larının bulunduğu sınıra gelince, atımız serkeşlik etti, zapt edemedik. Mecnûn’un sınırını da aştık. 

Yaptığımız ibadetlerle, iyiliklerle gurura kapılıp Karun’a benzeyen nefs, yerin dibine geçti. 

Ondan sonra ercesine onun hazinelerine doğru at sürdük. 

Çöllerde, ovalarda onun aşk nuruyla aştığımız yollardan bir zerresini bulsaydı, çöl de, ova da canlanırdı.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/VII

Hasan Dedemiz, ‘Sevgilim’ diye hitâb ettiği, iki cihanın kutbu Pirimiz Mevlâna için şöyle diyor, “Gönüller sultanı Hüdâvendigâr Mevlâna aşkın kemâlidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemâlidir… O, aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlâkı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idrâki, davranışları ve her şeyi ile yüceliği öğreten bir hâl abidesidir. Peygamber-i Zîşan’ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir.”

Ve yine şöyle bir hikaye dile getiriyor: “Cenab-ı Pir Mevlâna’ya sormuşlar: ‘Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu gül kurudu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?’ Hazreti Pir hiç tereddüt etmeden, ‘Gülün kokusunu gül suyundan alacaksınız. O gül suyu bizleriz. O kokuyu Evliyâullah’tan alacaksınız. Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız’ diye cevaplamış.”

Bizler de Hasan Dedemizin evlatları olarak o gülün kokusunu, hatta gül bahçesindeki bütün güllerin kokularını özünde birlemiş olan o bir tek gülden, Dedemizden aldık. Hepsinde var olan o koku, sevginin, aşkın ve birliğin kokusuydu, yani Hakk’ın kokusuydu… 

En başta Peygamber Efendimizi, İmam Ali Efendimizi, Ehlibeyt Efendilerimizi, Pirimiz Mevlâna’mızı, diğer Piran Efendilerimizi, gelmiş geçmiş bütün nebîleri ve velîleri, hepsini Hasan Dedemizden dinledik. 

Gâh hüzünlendik ağladık, gâh coştuk neşelendik… 

Peygamber Efendimizin, Saffat suresinin 44. ayetinde, “Mutluluk koltukları üzerinde, birbirlerine sevgi ile bakışarak karşılıklı otururlar” diye buyurduğu gibi, bizler de güzel Dedemizin huzurunda karşılıklı bağdaş kurup oturduk ve Hakk’ın o güzel dostlarını bizzat Hakk’ın kendisinden, onun güzel cemâline bakarak, onun güzel sesinden dinledik, öğrendik. Sonsuz şükürler olsun…

Şimdi, 18 beyite kaldığımız yerden devam edeceğiz, fakat öncesinde Hasan Dedemizden, Yüce Pirimiz Mevlâna’ya hitâben dile getirmiş olduğu bir şiirini okuyalım…

“Gel yine de gel yine de, 

Ey gönüller Sultanı, ey aşıklar Cananı, 

Ey mânâ âleminin Padişahı,

Ey koca Pir Mevlâna gel. 

Ey gündüzün Güneşi, gecelerde Ay olan, 

Dermân olan, devrân olan, ney olan, 

Gel gör ki aşıkların küme küme,

Hepimiz bir halkada dizilmişiz tesbih gibi, 

Hepimiz etrafında pervane, senden medet, 

Senden şifa, senden feyiz, 

Sana gönül vermeye, eşiğine yüz sürmeye, 

Cana can ver, imana iman. 

Gel vuslatı hasretinden güç olan.

Dillerde senin adın, gönüllerde sen, 

Umutsuzlara umut, çaresizlere çare sen. 

Her yüzde sen, her yönde sen.

Ey köpük köpük olup coşan, 

Ey semaya dökülüp taşan, 

Gel, ölümsüzlük tahtından haber ver bize. 

Bizi bizden al, götür o Mesnevi ummanına, 

O ilahî aşk kervanına. 

Ey yılları yıllara ulaştırıp aşan, 

Ey nesillerden nesillere ulaşan, 

Doyumsuz sevgine doymuyor ihvan. 

Sulha, sükûna susamış cihan, 

Yetiş imdada aman ey büyük Dost, ey koca Sultan,

Bir kere değil, bin kere gel. 

Yine de gel, yine de gel, yine de gel, 

Yüce sultan Hazreti Mevlâna’m…

10. Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.

11. Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri perdelerimizi yırttı.

12. Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?

Hasan Dedemiz, “Aslında dünyanın her cüz’ü, her şeyi aşıktır” der, “her şeyin, her zerrenin, her atomun bile içine bir aşk ateşi düşmüştür. Her şey, Sevgili ile buluşmak için çırpınır durur; her şey buluşma sarhoşudur! Fakat onlar, kendi sırlarını sana söylemezler. Çünkü sır, lâyık olandan başkasına söylenmez!”

Ve yine şöyle buyuruyor, “Mürşid-i Kâmil’in sözleri bazı kişilere başta küfür gibi görünebilir ama, yavaş yavaş muhakeme ettikçe ne demek istediğimizi anlarlar… Bu dünyanın sonu sınırı vardır; o âleminse ne kıyısı var, ne sonu. Bunu gören göğe ağar; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırtar gider. O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hatta yeri, göğü bile deler geçer. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok; değil mi ki sen mürşidine itaat ediyorsun, hem ruh kesildin hem beden, ikiniz de zevkle dopdolu bir hale geldiniz demektir, ikiniz de şevkle dirildiniz artık. Bütün bedenlerdeki şevk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şevki, bir bil.”

Nitekim, Abdülbaki Gölpınarlı da buyuruyor ki: “Mevlâna, ney’e düşen ateşin aşk ateşi, şaraba düşen coşkunluğun aşk coşkunluğu olduğunu söyleyerek aşkın, bütün âlemde bulunduğunu bildirmekte, âdeta her varlığın, istidâdınca kemâle doğru yüceldiğini anlatmaktadır… Buradaki şarap da şüphe yok ki bir remizdir, insanı varlığından, benliğinden alan, gerçek aşka, irfâna, manevî neşeye garkeden cezbeye işarettir. Ney’in hem zehir, hem panzehir olması da kâmil insanın sözüyle, bakışıyla, istidât sahibinin kötü huylarını yok etmesine, o kötü huyların zehriyle zehirlenmiş olan ilahî huylarını diriltmesine işarettir.”

Rubai:

“Gece oluncaya kadar, bizim gündüzümüze gece yoktur. Çünkü, bizim gündüzümüzün güneşi, aşktır. 

Aşk mezhebinde aşka yol bulunamaz. Aşk, öyle bir engin denizdir ki, ne kenarı, ne de ucu bucağı vardır. 

Aşıklar, o denize dalmışlar, batmışlar da onların inlemesi, feryâdı; ‘Ya Rabb!’ demeleri duyulmaz.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/VI

“Her iki dünya hazinesinin kef’ini bırak,

İki yay uzaklığının kaf’ı kadar yakında otur.” Gülşen-i Râz (Şebüsterî)

7. Benim feryadım esrarımdan uzak değildir, ancak her gözde, kulakta o nur yok.

8. Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.

“Aslında” diyor Hasan Dedemiz, “herkes hakikati aramaktadır. Aranan da, arayanla beraberdir; aramayandan ise çok uzak. Allah, insanları kendinden yarattı. Bu insanlık içinde bir insan var, iş onu bulmada.”

Abdülbaki Gölpınarlı da aynı şekilde İnsan-ı Kâmil’e işaret ederek, “İnsan-ı Kâmil bu âlemin gözbebeğidir, özüdür” diyor, “O, ezel âlemini, Mutlak Varlık’taki sübûtu arar, özler; bu kayıtlar âlemine, bu izâfî varlık âlemine düşmesi, ona âdetâ bir gurbet görünür. O, bu kayıtlar âlemine bağlı gibidir, fakat hakikatte kayıtsız, sınırsız âlemdedir. Feryâdı, şikâyeti, bilmeyenlere gerçeği anlatmak içindir. Onun sırrı, bu feryâttadır; fakat her gözde o sırrı görecek kabiliyet, her kulakta o remzi anlayacak kuvvet yoktur. O sırrı, ancak istidâda erenler, kâmilin lütfuyla istidât sahibi olanlar görür, duyar, anlar. Nitekim, bedenle can da birbirinden gizli değildir; fakat bedensiz can görünmez. Can, gayb âlemindendir. Âdetâ mânâdır; bedense duyulan sese, yazılan yazıya benzer. Mânâ, mücerred mânâ olarak duyulamaz, görülemez. Fakat yazıdan maksat, nasıl mânâyı anlatmaksa bedenden maksat da ruhdur; ruhsuz bedenin hiçbir değeri yoktur.”

Burada Hasan Dedemizin bir şiirini dile getirmek yerinde olacak… Çok güzel sesleniyor Hasan Dedemiz ve diyor ki…

“Şu akıl ermeyen insan cisminde, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

O can tohumunun sade birinde, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

Deme kişi çözemez bu esrârı, 

Bu ancak bilgin bir düşünür kârı, 

O gönül denilen var ya Tanrı pazarı, 

Gör ne sanat ne düzen gizlidir. 

Hele biraz düşün bütün varlığı, 

Bak neye bağlarsın aşikârlığı, 

İdrâk etsen bu pazarlığı, 

Gör ne sanat ne düzen, 

Hep insanda gizlidir…”

9. Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa, yok olsun!

Abdülbaki Gölpınarlı, bu beyitin tefsirinde, Mevlâna’nın “kimde bu ateş yoksa, yok olsun” derken, bedduada bulunmadığını, tam tersine yokluğu temennî ettiğini vurgularken, Hasan-ı Zarîfî de, “Bin âlem değerinde olan bu kısacık ömür ilahî muhabbet lezzetinden yoksun geçerse, o kişi ruhanî mertebelerin derecelerinden mahrum kalır. Bir diğer mânâ da şudur: Her kimde ilahî aşk ateşi yoksa kendini kötü ahlâk ve vasıflardan temizlemeli, yani yok olmalı, böylece ilahî aşkı kabul edecek duruma gelmelidir” diye buyurur.

Nitekim Mevlâna’mız bir kasîdesinde şöyle der: “Kalbine aşk ateşi düşen her varlık, aslına kavuşmak için çırpınmada, dönüp durmaktadır. Aslının aslı ile buluşmak için yokluk da apaşikâr el çırpmadadır.”

Hasan Dedemiz, şiirinde yokluğu, gönül alçaklığında kalmak olarak yorumlar ve şöyle seslenir…

“Enginler de varlık olur, uzaklar da yakın olur, 

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere… 

İnsan olan kusuru kendinde bulur, gerçekler Hakk’a kul olur, 

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere… 

Zorla gitme yorulursun, sabrın yoksa daralırsın, aşkın yoksa kırılırsın, 

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere… 

Mürşide teslim et canını, yok et suretini şanını, var et dinini imanını,

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere… 

Yak özünde, aşk ateşi yak, ki Hakk yolunda olasın pak, 

Kal gönül alçaklığında, gir gönüllere…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/V

“Derd ü mihnettir, belâdır adı aşk,

Bir marazdır, ibtilâdır adı aşk,

Andadır raz-ı adem, sırr-ı vücud, 

Hiçtir, yoktur, bekâdır, adı aşk…” Şeyh Gâlib

Yüce Pir Mevlâna’nın ölümsüz eseri Mesnevi-i Şerif’in ilk 18 beyitine kaldığımız yerden devam ediyoruz…

4. Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

Hasan Dedemiz çok güzel buyurur, der ki: “Aşkın naz ve cilvelerinden maşukluk zuhur etti. Aşk, kadeh suretinde göründü, şarap halinde dem oldu. Her kim o surette demi gördü, aslına vasıl oldu. Görmeyen tümüyle yok oldu, her şey aslına rücû etti… Vuslata götürecek yegâne yol, muhabbettir. Susamış kimse Hakk’ı arayan yolcudur, suyun kaynağı da İnsan-ı Kamil’dir. O, susamış kişiye âb-ı hayattır.”

Mevlâna’mız da şöyle der: “Allah’ı çağırın, ağlayıp inlemeyi bırakmayın ki Allah’ın merhameti sizlere erişsin. Mürşid-i Kamil’in eteğine sımsıkı sarıl. O, âb-ı hayattır. Bu sudan ayrılırsan, ayrılık seni paramparça eder. Vakit henüz varken, ömür henüz yitip gitmemişken, bu ırmaktan su içmeye bak…”

5. Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fenâ hâllilerle de eş oldum, iyi hâllilerle de.

6. Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.

Hüdâvendigâr Mevlâna, “Tanrı’nın bir sürme kutusu vardır” der, “İstediğinin iç ve dış gözüne bu kutudaki sürmeden çeker. O da bununla bütün kainatın sırlarını anlar, gayb’ül-gaybın gaybları ona keşfolunur ve ayne’l yakîn ile Tanrı hazinelerini ve gizli şeyleri olduğu gibi görür. Eğer o, bu sürmeden çekmezse, bütün sırlar onun dış gözünün önüne gelse bile o kişi hiçbirini görmez ve bilmez. Hakk’ın ve Hakk’ın has kullarının yardımları olmadan melek bile olsa, onun sayfası karadır. Bu yardım olmadan o, gözünü nasıl açabilir? Bu yardım olmadan o, kızgınlığını nasıl yatıştırabilir? Ya şeyhin nazarında nur ol ya da dûr (uzak) ol! Nur istiyorsan, nura hazırlıklı ol; uzaklığı istiyorsan, kendini gör de uzak ol.”

Hasan Dedemiz de, “Hakikatte iki dünya da, yani üzerinde yaşadığımız bu âlem ve ahiret dediğimiz diğer âlem, sadece bir gönül için yaratılmıştır. Bu hayatta sonsuz ahiret ve huzuru öğrenmek için kendimizi keşfetmemiz lâzım. Bunun için de aşka yakalanmak gerekli” diye buyuruyor. 

Ve Ali sıfatına bürünmüş olan İnsan-ı Kamil’i bir aynaya benzeterek şöyle diyor: “Bir deyiş vardır hani: Aynayı tuttum yüzüme, Ali göründü gözüme. Aynanın içinde her şey olduğu gibi, sizin içinizde de her şey vardır. İş, aradığımızı içimizden bulup çıkarmaktadır. İnsan-ı Kamil’in gönlü aynaya benzer. İnsanların ve bütün varlıkların varoluşları, o aynanın önünde durdukları müddetçedir. Aynanın rengi yoktur; onun rengi, karşısında duranların rengidir. Varlık bir tanedir; onu renkli ve çok gören, bizleriz. Hakikatin meydana çıkması, bizim bir idrâkimize bakıyor; kendi varlığımızı terk etme, ondan kurtulma idrâkimize bakıyor… İnsan-ı Kamil, yeryüzünde yüce Allah’ın lütuf ve ihsanını halka sunmakla görevlidir. O, aşkın canlı, ete kemiğe bürünmüş hâli olarak seyredenlerine ayna olur. Arayışta olanlar o aynada Allah’ın türlü güzelliklerini, yüceliğini, cömertliğini seyrederler. Şu söylediğimiz sözlere sığmayan bir âlem var, onu dileyip isteyelim.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/IV

İlk 18 beyit için Mesnevi-i Şerif’in kalbi, özeti de diyebiliriz. 6 cilt Mesnevi, ilk 18 beytin açılımı gibidir ve bizi bize söyler, insanı dile getirir… 

Beyitlerin mânâlarına inmek ve Mevlâna’mızın sözlerini daha iyi anlayabilmek adına, öncelikle Mevlâna’nın bendesi güzel Dedemizin sözlerinden, şiirlerinden, yine Pirimiz Mevlâna’nın eserlerinden ve Şeyh Abdülbaki Gölpınarlı ve Hasan-ı Zarîfî’nin tefsirlerinden alıntılar yapmayı uygun gördüm, umarım sizlerin de hoşunuza gider…

1. Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor.

Hasan Dedemiz, “Cenab-ı Mevlâna şöyle buyurur” diyor, “Benim eserim Mesnevi’yi elinize alıp okumaya başladığınızda benimle konuşmaya başlarsınız. Fakat okurken kulaklarınızın işiteceği kadar sesinizi yükseltin ki, o zaman sizin dilinizden sanki ben konuşmuş gibi olurum ve siz de dinlemiş olursunuz.’ Yine der Mevlâna, ‘İnsan kulaktan beslenir, hayvan ise ağızdan beslenir. Bizler burada sayısız hakikatler sunuyoruz. Gerek Hazreti Mevlâna’mızdan, gerekse Hazreti Muhammed Efendimizden, onların kimliklerinden, onların güzelliklerinden dil sarfediyoruz. Dinleyenler eğer bu güzellikleri işitip ruhlarına gıda yapmaya çalışırlarsa, iyi birer insan olurlar… Allah, Hazreti Peygamber Efendimizle dile geldi. Ne dedi Hazreti Muhammed? ‘İkre!’ Bunun anlamı nedir? ‘Oku!’ Peki Hazreti Mevlâna ne dedi? ‘Bişnev!’ Bunun anlamı da, ‘Dinle!’ demektir. Hazreti Muhammed Efendi’mizin, Cenab-ı Mevlâna’mızın ve bütün Piran Efendilerimizin davası, bizleri kendilerine vakfetmek, bizleri kendileri gibi ortaya çıkarmak ve bizlere kimliklerimizi kazandırmaktır. Bizlerin tek yapmamız gereken, onları kendimize dost edinmektir.”

Ney’den maksat İnsan-ı Kâmil’dir. Mevlâna, ‘Bu ney’ derken kendini işaret etmektedir. Hüdâvendigâr Mevlâna şöyle buyurur, der ki: “Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki sâdâ senden. Ey huyları güzel! Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim. Biz yokuz. Varlıklarımızı, fanî suretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.”

Abdülbaki Gölpınarlı, ‘İnsan-ı Kâmil’i çok güzel bir dille anlatmaktadır…

“İnsan-ı Kâmil, birlik kamışlığından kesilmiştir. Kendi varlığından geçmiş, gerçek varlıkla varolmuştur. Ondan çıkan her ses, Tanrı irâdesini bildirir; onun ihtiyârı, Tanrı ihtiyârıdır. Fakat görünüşte sıfatlarla, fiillerle kayıtlıdır; bu bakımdan lâhuti âlemini özler. Daha doğrusu da onun bu özleyişi bir cilvedir, kendi kendisine bir nazdır. Nitekim,

‘Ben canın canından şikâyet etmedeyim,

Ama gerçekte şikâyetçi değilim, rivâyet etmedeyim’ buyurur.”

Hasan Dedemiz bir şiirinde şöyle sesleniyor:

“Ey dinin ve dünyanın yakıcı güzeli Mevlâna! 

Ey sözü Kur’an gibi manevî olan, 

Ey Kitabı bizce Kitabın özü olan, 

Ve ey sözü bizce sözlerin kesini olan, 

Ey varlık kamışlığından kesilmiş olan, 

Neyin de sesi hoştur, kamışlığın da… 

Kalk da gör bir bildik gelmiştir, 

O kamışlıktan aynı sesi çıkaran biri gelmiştir, 

O da yüce Mevlâna’dır…”

Hasan Dedemiz bu şiirinde, “Kalk da gör bir bildik gelmiştir. O kamışlıktan aynı sesi çıkaran biri gelmiştir” derken hem Hazreti Mevlâna’nın sırrını, hem de kendi sırrını meydana çıkarmaktadır.

Nitekim, 2. beyitte şöyle der Mevlâna…

2. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan erkek, kadın herkes ağlayıp inledi.

“Mürşid-i kâmiller, daima hitabî konuşurlar, kitabî konuşmazlar” der Hasan Dedemiz, “Onlar, Kur’an-ı Natık’tır. Bizim sohbetlerimiz Kur’an-ı Kerim’in de, Mesnevi-i Şerif’in de dışında değildir… Kalb yani gönül, Allah’ın evidir. Mürşid-i kâmiller de gönüllerinden gelen sese kulak verirler. Onun bütün vücudunu Sevgilisi sarmıştır ve içinden ne doğarsa, yolcusuna onu sunar. Yolcusunun cemâline bakar, gönlünü okur ve ona göre konuşur. Çünkü insan sohbetle aydınlanır… Her insan fitili ateşlenmemiş, yağ dolu bir lambaya benzer. Kâmil mürşidin vazifesi onun fitilini yakmaktır. Nasıl mı? Yolcuyu uyandırır, kişilik verir, yolcuya kendini tanıtır. O kendini tandıktan sonra Hakk’ı zikretmeye başlar. Peki sonra ne olur? O ateşi gördü ya, ne kadar Allah’ı zikrederse ve ona yönelirse, yavaş yavaş ışık onun vücudundan kendini gösterir, dışarı vurmaya başlar. O ışık yanınca yolcu uyanır, irşad olur.

3. Ayrılıktan parça parça olmuş kalp isterim ki, iştiyâk derdini açayım.

Hasan Dedemiz, “İnsandaki nefs, gönlü maddî istekler ve arzulara çeker, gönül ise esas yurduna iştiyâk duyar, mânâya doğru akar” der. 

Ve yine bir yerde de, “Aşkı, aşktan başka hiçbir şey tefsir edemez. Aşkın sırrına ermeyen, maşukun hakikatini göremez. Aşk, anbean yanmaktır” der ve şöyle devam eder: “Hakk’a aşık olanın cismi, kalb gibidir. Aşıkın katında Allah’tan özgesi cehennemdir; ona kavuşmaktan başka bir istekle geçen ömür, yitip gitmiştir. Sevgilinin aşkına kapılmayan, zamanede helâk olmuş bitmiştir… Yolcu, mürşidinde Hazreti Muhammed Efendimizin, Hazreti Ali Efendimizin, Hazreti Mevlâna’nın nurunu görürse, ona imanla bakarsa yapılan sohbetlerde onları dinlemiş gibi olur. Dinlenen sohbetler onun ruhunda yer yapar ve dinleyenin iç âlemini temizler, başka bir âleme sürükler. Bu şekilde hizmetlerine devam eden, sevgisini çoğaltan yolcu, manevî aşkını yüceltirse, kısa zamanda insanlık vasıflarına erer. Erdikçe daha fazla yokluğa bürünür. Bu yolda ancak tam bir iman, aşk ve istekle çaba gösterilirse, Allah’ın güzelliklerine erilir.”

Nitekim Pirimiz Mevlâna, “Ben bir ney’e benzerim, yetmişiki millet sırrını benden dinler” diye buyurmuştur.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/III

İlk 18 beyitin hikayesi…

18 beyitin okunmasına geçmeden önce güzel Dedemizin dilinden birçok defalar dinlemiş olduğumuz hikayesini dile getirelim…

Şöyle anlatıyordu bir sohbetinde güzel Dedemiz…

“Hüsameddin Çelebi, Mevlâna’ya çok aşık. Mevlâna da Hüsameddin’e hep, ‘Ruhumun mertebesi, gözümün nuru’ diye hitab ediyor.

Bir gün, Hüsameddin Çelebi ile Mevlâna muhabbet ederlerken, Hüsameddin Çelebi bakıyor, Mevlâna’nın destarında bir muska görünüyor. Hüsameddin’i merak sarıyor, nedir o acaba? Tam Mevlâna eğiliyor konuşurken, samimiyet tabi artmış aralarında, tak atlıyor, o muskayı alıyor destarından. 

‘Efendi Hazretleri’ diyor, ‘açabilir miyim?’

‘Aç’ diyor, ‘ruhumun mertebesi.’

18 beyit yazmış Mevlâna… ‘Eh şimdi’ diyor, ‘Hüsameddin, iş aldın başına. Bu 18 beyiti şimdi genişleteceğiz.’

Kalktılar yazmaya başladılar, Mesnevî’yi, Divan-ı Kebir’i… Mevlâna söyledi, Hüsameddin yazdı. Mevlâna banyoda olsa, o oturuyor banyo kapısında, belki Mevlâna’ya ilham gelecek… Geliyor ilham, Mevlâna cezbeye tutuluyor, hemen sesleniyor içerden, Hüsameddin dışarda yazıyor.

İşte o 18 beyit, oldu 48.000 beyit… 23.750 beyit Mesnevi-i Şerif, 24.250 beyit Divan-ı Kebir…”

İlk 18 Beyit…

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla…

Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan erkek, kadın herkes ağlayıp inledi.

Ayrılıktan parça parça olmuş bir kalb isterim ki, iştiyâk derdini açayım.

Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hâllilerle de eş oldum, iyi hâllilerle de.

Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.

Benim esrârım feryâdımdan uzak değildir, ancak her gözde, kulakta o nur yok.

Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.

Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.

Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, hâldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimiz yırttı.

Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryâk, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştâk kim gördü?

Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.

Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hâle geldi; günler yanlışlarla yoldaş oldu.

Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte nazîri olmayan, hemen sen kal!

Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.

Ham, pişkinin hâlinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/II

Yüce Pirimiz Mevlâna’nın çok kıymetli, manevîyatına paha biçilemeyen ölümsüz eseri Mesnevi’de yolculuğumuza, Veled Çelebi İzbudak’ın çevirisiyle, 1. Cildin dibâcesini okuyarak başlıyoruz…

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla…

Bu kitap, Mesnevi kitabıdır. Mesnevi, hakikate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık bürhanıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer, sabahlardan daha aydın bir surette parlar… kalplere cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tanesine bu yol oğulları Selsebil derler. Makam ve keramet sahiplerince en hayırlı duraktır, en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler, içerler… hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e benzer: Sabırlılara içilecek sudur, Firavun’un soyuna sopuna ve kâfirlere hasret. Nitekim Tanrı da “Hakk onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur” demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur’an’ı apaçık bir hâle koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır, temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi, Âlemlerin Rabbi’nden inmedir: Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından, Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevi’nin bunlardan başka lâkapları da var, o lâkapları veren de Tanrı’dır. Fakat biz az lâkapları anarak sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tane büyük bir harmana delâlet eder.

Ulu Tanrı’nın rahmetine muhtaç zayıf kul Belhli Hüseyin oğlu Muhammed’in oğlu Muhammed -Tanrı, Mesnevisini kabul etsin- der ki: Şaşılacak ve nadir söylenir hikâyeleri, hayırlı ve büyük sözleri, kılavuzluk incilerini, zahitler yolunu, ibadet edenler bahçesini müştemil bulunan ve lafzı az, mânâsı çok olan bu manzum Mesnevi’yi efendimin… dayandığım, güvendiğim zatın… bedenimde ruh gibi hâkim ve mutasarrıf olup bugünümün de, yarınımın da azığı bulunan kişinin dileğiyle uzatmak ve etraflıca yayıp genişletmek için çalıştım, çabaladım. O zat, ariflerin ulusu ve muktedası, hidayet ve yakîn ehlinin imamıdır… halkın feryadına erişen, kalplerin ve akılların emîni olan, Tanrı’nın halk arasında emaneti, mahlukatı içinde güzidesi, Peygamberine olan vasiyetlerinde ve safisinin indindeki sırlarında seçilmişti. Arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emîni bulunan Ahîtürkoğlu diye tanınmış faziletler sahibi, Hakk ve dinin hüsamı Hasan oğlu Muhammed’in oğlu Hasan’dır. O, vaktin Bayezidi’dir. zamanın Cüneydi. Sıddık oğlu Sıddık’tır. Tanrı ondan da razı olsun, atalarından da. Aslen Urumlu’dur ve “Kürt olarak yattım, Arap olarak kalktım” diyen kadri yüce şeyhin soyundandır, Tanrı onun ruhunu ve soyundan gelenlerin ruhlarını kutlulasın. Ne güzel selef, ne güzel halef!

Öyle bir soyu var ki güneş bile kaftanını o soyun üstüne salmış;

Öyle bir aslı var ki yıldızlar bile ona karşı ışıklarını yere yaymış!

Eşikleri daima ikbal kıblesidir; yüce kişilerin evlatları, oraya yönelirler… daima dilekler Kâbe’sidir; dileği olanlar, orayı tavaf ederler. Rabb’e, ruha, göğe, arşa ve nura mensup, görünüşte sükût ehli, sureta gayb, mânen hazır nazır, hırka altında sultan olanlara… halkın ileri gelenleri ile faziletlere ve deliller nurlarına sahip bulunan can gözleri açık kişilere mukteda olması için yıldız doğdukça, güneş tulu edip durdukça hep böyle oladursun, hep böyle eşiği ikbal kıblesi, dilekler kâbesi olup dursun. Amin ya Rabbülâlemin.

Bu bir duadır ki reddedilmez,

Çünkü bütün halk sınıflarına şamildir.

Hamd, Âlemlerin Rabbi Tanrı’yadır. Tanrı Resulü’ne -Allah rahmet etsin, selametler versin- ve onun tertemiz soyunun ve sahabesinin hepsine rahmet olsun. Allah yeter bize, ne de güzel vekîldir.

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/I

“Yapraklar bir mektup gibi, üzerleri yeşil yazılarla yazılmıştır. O yazıların şerhini ‘indehu ümmül kitab’dan sor…” Mevlâna

Her ne kadar gölgesi artık bu âlemden kalkmış olsa da, onun huzurunda bulunduğumuz her anımızda, bizlerden şefkatini, merhametini, sevgisini, aşkını, muhabbetini hiçbir zaman esirgemeyen, sunduğu hakikatlerle bizleri irşad eden, aydınlatan, bizi bize söyleyen, Hazreti Muhammed Efendimizi kendine bende etmiş, Hazreti Ali’nin ruhanîyetini taşımış, 60 seneye yakın bir zaman boyunca, gerek yurtiçinde ve gerek yurtdışında, Pirimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’yı mânen temsil etmiş olan, kandilimizi uyandıran içimizdeki Rabbimiz, mürşid-i kamil Hasan Dedemizin feyz ve keremleriyle Mesnevi’de Yolculuk’a başlıyoruz.

‘Kandilimizi uyandıran içimizdeki Rabbimiz’ dedim, çünkü Dedemiz, şeyhi Hakkı Dede’yi anarken, ona hep ‘İçimdeki Rabbim’ diye hitâb ederdi. 

Allah’ın isimlerinden Kur’an’da en fazla geçeni Rab’dir. Rab’in mânâsı, mürebbî, terbiye edici, öğretici demektir. 

Güzel Dedemiz şöyle buyurmuştu: “Öğretmenler vardır, yakar kandili, ondan sonra sen parlarsın, çalışırsın, güzel mevkîlere erersin. Hem öğretmenini yâd edersin, onu her zaman şükranla anarsın, hem de bir çok kişiye de ışık yayarsın.”

Kur’an-ı Kerim’de, Nur suresinin 35. ayetinde şöyle buyurur Cenab-ı Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden…

“Allah, ışığıdır göklerin ve yeryüzünün. Işığının örneği kandil konan bir yere benzer; orada bir kandil var; kandil bir sırçada; sırça da parıl parıl parlayan bir yıldız sanki; doğuda da olmayan, batıda da olmayan kutlu zeytin ağacından yakılmış; ateş dokunmadan da yağı, hemen ışık verecek; nur üstüne nur… Allah doğru yolu gösterir nuruyla dilediğine, ve Allah örnekler getirir insanlara, ve Allah her şeyi bilicidir.”

Bu ayetin tefsirini saygın mutasavvıflardan Şeyh Abdülbaki Gölpınarlı şöyle açıklıyor: “Işıktan maksat, doğru yolu göstermektir, imandır, Kur’an’dır, Hazreti Muhammed’in ışığıdır. Kandil konan yer, gönlüdür; kandil, peygamberliğidir. Doğuda da, batıda da olmayan zeytin ağacı da tevhid temeline dayanan İslâm’dır.”

Gönlümüzün kandili, ışığımız Hasan Dedemiz de sohbetlerinde, “Mevlâna patlamaya hazır bir volkan gibiydi ve bu patlamayı yapacak bir kıvılcım bekliyordu. İşte Hazreti Şems, Mevlâna’nın kıvılcımı oldu. Cenab-ı Mevlâna, Hazreti Şems’in ateşinde öyle bir parladı ki, hem Şems yandı hem de bütün dünya onun muhabbet ateşinin nuruyla aydınlandı. Mevlâna’nın sakası, yani gönül sakîsi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o ilahî sakadan, Mevlâna’dan. Bizlerden işleyen hep O’dur” diye buyurmuştur. 

Pirimiz Mevlâna, Mesnevi’nin nuru doğup parlayınca, sabahlardan da ışıklı olduğunu söyler ve o nuru gönüllerin cennetlerine benzetir, “Pınarları var, dalları var, budakları var” der, “O pınarlardan birinin adı, bu yol oğullarının katında Selsebil’dir” diye buyurur. 

Kur’an-ı Kerim’de, Dehr suresinin 18. ayetinde, “Orada bulunan bir ırmaktan susuzlukları giderilir; o ırmağın adı Selsebil’dir” diye buyrulmaktadır. 

Selsebil; kolay içilen, boğazdan kolayca geçen, taşkın, köpüre köpüre, coşarak akan, içilince sinen… mânâlarına gelmektedir.

Pirimiz Mevlâna, bu sözlerle Mesnevi’nin mânâlarını cennete, cennetteki ırmağa benzetip, orasının, “Ululuklara ulaşmış, yücelikler elde etmiş kişilere en hayırlı konak, en güzel dinlenme yeri” olduğunu söyler ve hayırlı kişilerin o manevî bahçede manevî gıdalarla yetişip gelişeceklerini, hür kişilerin orada ferahlayacaklarını bildirir.

Mesnevi; “Ben yaşadığım müddetçe Muhammed Muhtar’ın ayağının  tozuyum. O’nun eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışından kim görürse, ben onlardan da, onların sözlerinden de bizârım” diye buyuran Pirimiz Mevlâna’nın ölümsüz eseri ve Kur’an’ın aşkla yapılmış tevilidir.

Hüdâvendigâr Mevlâna, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet göstermiştir. Muhammed Mevlâna’mız, Hazreti Resulallah Efendimizin bendesi olarak, onun iç âlemini en güzel şekilde keşfetmiş, O’nu yaşadığı devire göre taşımış ve bütün insanlık âlemini kucaklamış, dinlerde ayrım yapmamış, hepsini bir görmüş, birlikten söz etmiş ve ikiliğe hiç yer vermemiştir.

Hüdâvendigâr Mevlâna, Kur’an-ı Kerim’den çok derin mânâlar çıkarmış ve “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mânâ vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben mânâyı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mânâ bitmedi…” diye buyurur.

Rubai:

“Ey seher rüzgarı! Bize haber ver; sen, geçtiğin yolda, o alev alev yanan, o ateş dolu, o sevda dolu gönlü gördün mü? O gönül, yüzlerce yalçın kayaları, graniti ateşiyle yaktı, eritti.”