MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXCI

“Ey Tebrizli Hakk güneşi! Sen aramıza gelirsin, seni görmezler. Çünkü sen, can gibi gelirsin, seher rüzgârı gibi renksiz esersin.” Mevlâna

2455. Firavun yine kendi kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece ‘Ey Rabbimiz’ diye yalvarmıyor muyum?

Yalnızken mütevâzı bir hâle geliyor, düzeliyorum. Neden Musa’ya karşı böyle oluyorum?”

Kalp altının rengi hâlis altından on derece daha parlak olsa ateşe karşı nasıl yüzü kara bir hâle gelir!

Kalbim de kalıbım da onun hükmünde değil mi? Bir zaman beni iç hâline kor, bir zaman kabuk hâline.

Bir zaman beni ay hâline kor, bir zaman karartır. Tanrı’nın işi, bundan başka nedir ki?

2460. Ekin ol der, beni yeşertir… Çirkinleş der, sarartır.

Varlığı emriyle yaratan Tanrı’nın çevgânları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz. Lâmekân âleminde de.

Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.

Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.

Bu nükte hatırına renk, nasıl olur da kıyl ü kâlden kurtulur?

2465. Şaşılacak şey… Bu renk, renksizlik âleminden zuhûra geldiği hâlde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?

Yağın aslı sudandır, ve su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıd olur?

Mâdemki yağı su ile yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıd oldu?

Gül dikenden meydana gelmiştir, diken de gülden… böyle olduğu hâlde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse, bil ki bu,

Ya hakîkatte savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır.

2470. Yahut ne savaş, ne hikmet… Hayretten ibârettir. Bu, vîrâneliktir, içinde define aramak gerek.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Nahl suresinin, 40. âyetinde, “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “Ol” dememizdir. O da hemen oluverir” diye buyrulur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, “Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen” der ve şöyle devam eder: “Allah’ı kim tanır?.. İnkârdan kurtulan kimse. İnkârdan kim kurtulmuştur?.. Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin ‘Evet, Rabbimizsin’ cevabının özünü gören âşık… İşte o âşıktır ki, Bayezid-i Bistâmî’nin, ‘Cübbemin içinde Allah’tan başka birşey yoktur’ sözünün remizlerini anladı da o cübbeyi binlerce defa kuba, yâni mâbed-i huda gördü… O âşıkın gözünün önünde, iki cihan, sanki horozun önünde, bir buğday tanesi mesâbesinde kaldı. İşte, Kibriyâ’yı gören gözün temiz bakışı böyle olur.”

Fakat, ‘Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü.’

Zîrâ Sâmirî, Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu üzere, Hazreti Cibrîl’in atının bastığı mahalden bir avuç toprak alıp bir buzağı heykeli yapar ve Musa’nın cemaatini bu puta taptırır. 

Bu mânâya işâreten bir ârif şu beyiti söyler: “O Musa’yı ki Cibrîl terbiye etti, kâfirdir; ve o Musa’yı ki Firavun terbiye etti, mürseldir.”

“İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllar da birbirlerine benzemezler” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, ve elbiselerdeki renklerden misâl vererek şöyle buyurur: “Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Hattâ birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır. Ama onları ateşte yakarsak, hepsinin rengi bir olur. Kül rengi. Bunu da ancak aşk yapar ve akıllarımızı ateşinde yakarak renklerini bir eder. İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse güneş. Bulutta bir parlaklık ve ziyâ görürsen bil ki, güneştendir.”

Yine mürşidim Hasan Dede’nin anlattığı bir menkîbede Hazreti Salih’in bir boya küpü vardır; şöyledir menkîbe;

Hazreti Salih’in bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. 

Bir gün meraklı biri sordu: “Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?” 

Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: “Benim küpümün rengi tektir, sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum.”

Zeytin yağının aslı zeytin ağacıdır; yâni “Her şeyin hayatı sudandır.” (Enbiyâ, 30)

İşte ne güzel seslenir Yüce Pîr Mevlâna…

“Subhu sâdıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki, bu sabır ve sebâtla şu yedi renkli zâhirî gözden başka bir göz elde edersin. O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün. Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin. İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.”

Kasîde:

“Benim yolumda, yüzlerce nefsanî pusu var! Ama, benim de en ince şeyleri gören yüzlerce akıl gözüm var! 

Yüzümde yüzlerce secde izleri var! Onlar, varlığını gönlümde hissettiğim daima benimle beraber olan padişahımın izleri. 

Dünyada da gizli olan en değerli, paha biçilmez bir define benim canımda, gönlümde gömülüdür. 

Benim Cebrâil-i Emîn’den de gizli bir Cebrâil’im var! 

Devlet, zenginlik atını kesmem gerekir. Çünkü ben, aşk atına eğer vurdum, binmek üzereyim. 

Aşktan asla vazgeçmem, ayağımı diremişim. Benim demirden ayaklarım var!

İçimde mânevî bağlar, bahçeler, yaseminler var! O yüzden nefsimden sevgilimin kokusu geliyor. 

Öyle mutluyum ki, neşeden ayaklarım yerden kesilmiş. Çünkü, benim mekânsızlık âleminden yerim var! 

Haydi yürü, Tebriz şehrine git! Bu hâllerin açıklanmasını Şemseddin’den iste! Çünkü bütün bu hâllere beni Şemseddin ulaştırdı.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CXC

Zehirle panzehir, zulmetle nur nasıl Tanrı dileğine müsahhârsa Musa ve Firavun da Tanrı dileğine müsahhârdır. Firavun’un, şerefine halel gelmemesi için Tanrı’ya yalnızca münâcâtı.

Musa’nın da mânâ cihetinden bir yolu vardır, Firavun’un da. Fakat zâhiren Musa yolludur, Firavun yolsuz.

Musa, gündüzün Tanrı huzurunda ağlayıp inledi; Firavun da geceyarısı ağladı.

Dedi ki: “Ey Tanrı, boynumdaki bu demir zincir nedir? Boynumda zincir olmasa kim ‘Ben, benim’ der?

2445. Şüphe yok ki Musa’yı nurlandıran irâdenle beni de karanlıklara daldırdın.

Musa’yı, ay yüzlü bir hâle getiren dileğinle canımın ayını kara yüzlü bir hâle getirdin.

Yıldızım aydan daha iyi, daha talihli değil ki… Tutulursa ne çarem var?

Halk, benim nöbetimi Tanrı diye, sultan diye vuruyor, ama doğrusu ay tutulmuş tas çalıyorlar!

Onlar tas çalıp gürültü ediyorlar, ama o gürültüyle ayı rüsvâ etmektedirler.

2450. Ben ki Firavun’um, şöhretten el amân! ‘Ene Rabbükümü’l-âlâ’ demem de beni rüsvâ eden tas gürültüsüdür.

Musa da, ben de aynı kapının kuluyuz. Fakat senin ormanında senin baltan işliyor; dalları senin baltan kesmektedir.

Bir dalı yetiştiriyor, öbürünü kesip atıyor.

Baltaya karşı dalın eli var mı? Ne gezer! Hiç dal baltanın elinden kurtulabilir mi?

Balta senindir, o kudret hakkıyçin kereminden bu eğrilikleri doğrult!”

Zehirle panzehir, zulmetle nur nasıl Tanrı’nın dileğinin emri altındalarsa, Hazreti Musa ve Firavun da, yâni insan da Tanrı’nın dileğinin emri altındadır.

“Allah, yaptığından sorumlu tutulmaz” (Enbiyâ, 23) fakat, “Onlar ise sorguya çekileceklerdir” (Enbiyâ, 23) hükmü gereğince, yüce Tanrı yarattığı her varlığı kendi sırât-ı müstakîmi üzerinde yürütür. Her varlık kendi ayân-ı sâbitesi, yâni henüz suret bulmadan önce Tanrı’nın ilminde bilgi olarak mevcûdiyeti, doğrultusunda kendi mânâlarını izhâr ederler.

“İnsan sıfatında hem Hazreti Muhammed, hem Ebu Cehil vardır” der Hasan Dede, selâm olsun üzerine, “yâni bir yerde nefsini terbiye ederek onu hâkimiyeti altına almış bir kişi, diğer yanda da nefsine uyarak Hakk’tan uzaklaşmış ve küfre düşmüş bir kişi var. İnsan, kendisinde isterse Hakk’ı konuşturur, isterse İblis’i konuşturur. İkisi de insana aittir. Peki bunlardan hangisi huzur verir? Elbette Hakk’ı konuşturmak huzur verir.”

Nitekim Kurân-ı Kerîm’de yine şöyle buyrulur: “Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığa, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu binâ edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip, iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.” (Şems, 1-10)

Eski devirlerde insanların, ay tutulduğunda tas çaldıkları ve bu vesîleyle şeytanları korkutup kaçıracaklarına inandıkları söylenir. Hattâ bu geleneğin Anadolu’da hâlen uygulandığı da çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.

Fakat bu devirde artık insanın, nefsini bilip Rabbine yaklaşması ve kötü huylarından kurtulup arınması için, ay tutulduğunda tas çalmak yerine yapması gereken en aklî ve medenî davranış; İmam Ali Efendimizin, selâm üzerine olsun, “Bil ki her işin bir bitkisi vardır; her bitki, köke muhtaçtır; çeşitli sulara muhtaçtır. Hangi bitki iyi suyla sulanırsa iyi boy atar, meyvesi tatlı olur. Sulanması kötü olanın boy atması da kötüdür, meyvesi de acı” diye buyurduğu üzere, bir insan-ı kâmilin eğitimine girmesi, ondan insanlık aşısı almasıdır.

Kâmil insan Hasan Dede, “Bir kişi Hazreti Muhammed Efendimizin, İmam Ali Efendimizin izinden yürür, kabı ölçüsünde O’nlardan feyizlenirse, O’nlardan koku yansıtır. İnsanlık kokmaya başlar” der, “Bahçede kendi kendine meydana gelmiş bir ağacın meyvesi ya ekşi, ya acı olur. Kesmeye kıyamazsın, aşıdan anlayan usta bir bahçıvan getirirsin. Bahçıvan onu aşılar, bir güzel budar, seneye baharda açar ve çok güzel meyve verir. İnsan da kişiliğini bulmadıktan sonra ne kadar zâhirî bilgisi olursa olsun, bahçede kendi kendine yetişmiş meyve ağacı gibidir. Hiçbir tarafa faydası yoktur. Öyle kendi kendine yaşar gider. Fakat bir Hakk ehline gönül verir, kişiliğini bulursa o zaman hem hayatı düzelir, hem topluma yararlı olur. Tüm gâye Allah’a yaraşır bir insan olmaktır, O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yoldaki gayretiniz ne kadar içten olursa, yaşayacağınız güzellikler de o kadar çok olur. Evet, bizler yeter ki insan olalım, kendi dışımızda bir şey aramayalım. Bizim evimiz hakîkatler evidir. Talebimiz sadece Allah’tandır. Meydanımız Muhammed Ali meydanıdır.”

Şiir:

“Kendini bil ey insan, bin sır ile Tanrı yüklemiş seni, 

Sen aynasın, O’dur güzelliğin sultanı ey insan. 

Âlemde ne varsa sendedir her an için, 

Sen sende ara kendini, kendini tanı ey insan. 

Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer, 

Gül bahçesi olurdu gök ile yer, ey insan. 

İnsandan silinsin şu kibir, gör o zaman, 

Her Firavun sanki Musa Peygamber ey insan. 

Dünyada ilk ve son varlıksın, 

Allah katında tek varlıksın, 

Halîfe-i Hakk’sın ey insan! 

Yerin göğün tek varlığı, kâinatın nurusun, 

Âlemler sende zuhûr oldu, sen Hakk’sın ey insan…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXIX

O adamın kendisini karısına teslim etmesi, kadının istek ve itirâzını Hakk’ın emri bilmesi… Dönen bir şeyi bir döndürenin bulunduğu, her bilene göre aklen sabittir.

Avamdan olan birisinin ölüm anında avamlıktan pişman olması gibi o bedevî de söylediğine pişman oldu.

“Canımın canına nasıl oldu da düşman kesildim; canımın başına nasıl oldu da tekmeler savurdum?” dedi.

2435. Aklımız baştan ayağa fark etmesin diye kazâ geldi mi, gözümüzü örtüyor.

Kazâ geçince, insan kendisini yemeye başlar. Perdesi yırtılan, sırrı meydana çıkan, yakasını yırtar.

Bedevî dedi ki: “Ey kadın, pişman oluyorum. Kâfir olmuşsam bile Müslüman olmaktayım.

Sana karşı suçluyum bana acı; beni kökümden, dibimden kâmilen söküp atma!”

İhtiyar kâfir, pişman olursa özür getirmeye başlar ve Müslüman olur.

2440. Tanrı tapusu, rahmet ve keremlerle dopdoludur. Varlık da ona âşık yokluk da.

Küfür de ululuk sahibi Tanrı’ya âşıktır, iman da; bakır da o kimyânın kuludur, gümüş de!

İmam Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Kazâ geldiği vakit göz kör olur.”

Hasan Dede, selâm üzerine olsun, takdîr-i ilâhîden misâl vererek şöyle söyler: “Cenâb-ı Allah, bir şey takdîr etti mi, o yerine gelir ama tedbîrde kusur etmemek lâzım. Tedbîrde kusur edersen, başına bir kazâ gelebilir. 

Hazreti Ali’ye sormuşlar: ‘Dünyada senden yiğit var mı?’ 

‘Var’ demiş, ‘Ayakkabısını silkelemden giyen, evinin kapısını kilitlemeden uyuyan, köprünün ayaklarına bakmadan atla geçen, benden yiğittir.’ 

O devirlerde binalar tek katlıymış ve çok akrep bulunurmuş. Sabah ayakkabısını silkelemeden giymişse, içinde akrep varsa, sokar öldürür. Kapısını kilitlememişse, evine hırsız girip başına bir taşla vurursa, bi gayri hak gider. Yine köprünün ayaklarını kontrol etmeden atla geçmişse, eğer köprü onu zor taşıyacak durumdaysa ve bir de atla geçmeye kalkmışsa, kazâya atla gider. Bu yüzden tedbîr şarttır. 

Diğer taraftan, tedbîrini bozacak takdîr-i ilâhî var ya, o Allah ne işlerse, o tedbîr işinde de güzel işler. Allah’ın çirkin işi yoktur. 

Yunus’un dediği gibi, ‘Deme bu niçin böyle, o yerindedir öyle.’ Birinin başına çirkin bir şey gelirse onu Allah’tan değil, kendi nefsinden bilsin. Allah bütün kötülüklerden münezzehtir. Bunu sık sık söylüyoruz, Allah belâ vermez. Kişi çirkin işlerde bulunur, büyüklerin sözünü dinlemezse, başına kazâ, belâ gelir, kişi belâya kendi gider. İnsanlar, tecrübe sahiplerinin sözlerini dinlerlerse kazanca giderler.”

“Bunca lütuflar neden ötürüdür? Allah dostlarına ulaşma için” diye seslenir Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine ve şöyle devam eder: “Kötülükten pişman olup da, ‘Allah!’ diye yalvarınca, seni o çeker, belâlardan kurtarır… Suçtan korkuyorsun, candan perişan oluyorsun da o lâhzada seninle beraber olan korkutanı neden görmüyorsun? Eğer gözünü o bağladıysa sen onun elinde bir zar gibisin; bazen yerde yuvarlar, bazen havaya fırlatır; bazen tabîatine, altın ve gümüş sevdâsına kor, bazen de canına Cenâb-ı Mustafa’nın hayali nurunu bağışlar. Hâsılı o taraf hoşlar tarafına çeker, bu taraf hoş olmayanlar tarafına çeker; böylelikle gemi, bu girdapları ya geçer yahut da parçalanır.”

Kasîde:

“Ey iki gözüm; gündüz oldu! Penceremden bak; güneşin aslı sensin! Mâdemki geldin, günümüzü seher vakti yap! 

Aradıklarını bul, istediklerini meydana çıkar; sen, aşağı yukarı bütün varlıklardan münezzehsin! Şu eskimiş, harâb olmuş dünya evinin altını üstüne getir! 

Çünkü âlem, tamamiyle yoktur; var gibi görünen bir yokluktur! Bir an içinde onu, ‘kün’ emriyle var et! Dünya, zehirli bir yılandır; sen, onun zehirini şeker hâline getir! 

Nerede kuru, çorak bir yer görürsen, orada çeşmeler akıt, orayı yeşert; nerede bir taş görürsen, onu nurunla mücevher yap! 

Âşığın arkasında bir düşman görürsen, ona bir sille vur, onu yok et! 

Ne zamana kadar; ‘Onlar kördür, görmezler!’ diye özür dileyeceksin? Onların kör olmamalarını istiyorsan, gözlerine bir görüş ver! 

Gözlerinde perde olmamasını istiyorsan, emret ki, perdeler kaldırılsın, körlükten kurtulsunlar!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVIII

Kadınlar akıllı kişiye gâlebe ederler, fakat câhil kişi onlara gâlib olur.

Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kişilere, ehlidil olanlara fazlasıyla gâlib olurlar.

Fakat câhiller, kadına gâlebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.

2430. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabîatlarında, yaratılışlarında hayvanlık üstündür.

Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse… hayvanlık vasfıdır.

Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!

Yeri gelmişken, İslâm’da ve Mevlevîlikte kadının öneminden bahsetmek uygun olacaktır.

Bilindiği üzere, Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, peygamberliği ile yeni bir çağ açılmıştır. Kadınların, kölelerin ve savunmasızların hakları O’nunla korunmaya başlanmıştır. Kadınlar, Hazreti Muhammed Efendimizin devrinde saadete ermiştir. Kur’ân-ı Kerîm, herkesin haklarının korunmasını düzenleyici kurallar getirmiş ve tüm insanlığı doğaya, erkek ve kadın olarak birbirlerine karşı saygılı olmaya çağırmış ve bunu yaparken de tüm bunları yaratan Tanrı’yı daima aklımıza getirmemizi istemiştir. Bütün bu vahiyler, putperestliğin yaygın olduğu sırada, erkek çocukların dünyaya gelişinin aileyi şereflendirdiği, kız çocukların ise diri diri gömüldüğü yüzyılda gelmiştir.

Diğer birçok şeyin yanında, Hazreti Muhammed Efendimizin peygamberliğinin ilk yıllarında, kadınların toplum hayatının her yönünde aktif olarak yer aldıkları görülmektedir. Kadınlar, Medîne’deki ilk câminin yapımına yardım etmişler ve orada erkeklerle birlikte ibâdet etmişlerdir. Bir tarafta erkekler sıra hâlinde dururlarken, diğer tarafta kadınlar aynı şekilde omuz omuza yer almışlardır. Bazı toplumlar, bugün hâlâ, Hazreti Muhammed Efendimizin Medîne’deki câmisinde bu düzeni muhafaza etmektedirler. 

Hazreti Muhammed Efendimizin, en büyük kızı Zeynep’ten olan torunu Umeynâ’yı nasıl, zaman zaman, Medîne’deki câmiye getirdiği ve onu omuzlarına almak suretiyle nasıl namaz kıldığı konusunda güzel bir hikâye vardır ki, secde etmesi gerektiği zamanlarda, onu yanına koyduğu ve tekrar kıyâma kalktığında onu yine omuzlarına aldığı anlatılır.

Hazreti Muhammed Efendimizin dâr’ül bekâya irtihâl etmesinden sonra onun hadîslerini aktaranlar arasında Hazreti Muhammed’in eşleri de yer almaktadır. Ve en önemlisi, Hazreti Muhammed Efendimizin torunlarının annesi ve İslâmiyet’in bâtınî yönünün tezâhür ettiği ilk kişi kızı Hazreti Fatma Annemizdir, selâm olsun üzerine.

Peygamber Efendimizin ilk eşi Hazreti Hatice, selâm üzerine olsun, peygamberliğinin ilk yıllarında, toplumda birçok kişi kendisine karşıyken Hazreti Muhammed Efendimizin yanında cesurca yer almıştır. Üstelik bunu kendisi ve ailesinin toplum dışı bırakılması ve zorluklara mâruz kalmasına rağmen yapmıştır. Hiçbir zaman Hazreti Muhammed Efendimizi ve vazîfesini desteklemekten vazgeçmemiştir. O, her zaman Peygamber Efendimizin hayat arkadaşı ve en güvendiği kişi olmuş ve yeni filizlenen bu inanç yolunda kendilerini destekleyen tüm insanlara kucağını açmış ve onlara dayanak olmuştur.

Peygamber Efendimizin ciğerparesi, biricik kızı Hazreti Fatma’nın oturuşu, yürüyüşü ve konuşması ile babasını çok fazla andırdığı söylenir.

Peygamber Efendimizin, Hazreti Hatice’den sonra evlendiği hanımı Ayşe, Hazreti Fatma için şunları söylemiştir: “Allah’ın başka hiçbir kulunun, Resulallah’ı, konuşması, sözleri ve oturuşuyla daha fazla andırdığını görmedim. Allah her zaman onunla olsun. Resulallah onun geldiğini gördüğünde, yerinden kalkar onu öper, elinden tutar ve yanına oturturdu; kendisini görmeye geldiğinde, Fatma da O’na karşı aynı şekilde davranırdı; O’nun Fatma’ya karşı özel bir sevgisi vardı. Bir keresinde şöyle demiştir: ‘Her kim Fatma’yı memnun ederse, Allah’ı memnun etmiş demektir ve her kim Fatma’yı incitirse Allah’ı incitmiş demektir. Onu memnun eden her şey beni memnun eder, onu kızdıran her şey beni kızdırır ve onu incitmiş olan herkes beni incitmiş sayılır.’ Bir seyahate gitmeden önce en son olarak Fatma’yı görür ve seyahatten döndükten sonra da ilk olarak Fatma’ya giderdi.”

Sonuş itibâriyle, Hazreti Muhammed Efendimizin verdiği mesaj, ruh ve bedeni, uhrevî ve dünyevî yaşamı, erkek ve kadını bir bütün olarak ele alır. Farklı kültürel yaklaşımlar bu amacın özünden sapmasına neden olmuş olsa da, Kur’ân’da, Tanrı’nın nezdinde erkek ve kadının eşitliği gözler önüne serilmiştir. Yüzyıllar boyunca erkekler kadar kadınlar da aşkın ışığını taşımaya devam etmişlerdir. Bir çok nedenden ötürü, pek çok bölgede kadınlar erkeklerden daha az göze çarpmışlar, daha az seslerini duyurmuşlar ve toplumda kendilerini daha az göstermişlerdir. Fakat bununla birlikte erkeklerle birlikte toplum içerisinde rol üstlenmişlerdir. Yüzyıllar boyunca ortaya çıkan birçok tasavvufî çevrede, kadınlar törenlerde erkeklerle birlikte yer almışlardır. 

Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yolu olan Mevlevîlikte, kadınlara her zaman saygı duyulmuş ve mânevî yolda her şekilde rol almaları için dâvet edilmişlerdir. Hatta sıklıkla, hem kadınlara hem de erkeklere rehberlik eden Mevlevî şeyh hanımefendiler olmuştur. 

Yüce Pîrimiz Mevlâna’nın birçok kadın müridinin olmasının yanısıra, kadınların semâ âyinlerine katılmaları da teşvik edilirdi. O devirde, genellikle kadınlar kendi aralarında semâ yapmakla birlikte bazen de erkeklerle birlikte sema yaparlardı. 

Hazreti Pîr, sıklıkla kadınlardan güzellikle söz eder ve kadını, Allah’ın dünyadaki yaratıcı gücünün en güzel örneği olarak gösterirken, yukarıdaki beyitlerde de görüldüğü üzere, Mesnevî’sinde bunu, “Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!” sözleriyle dile getirir.

Yüce Pîr Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri’nin eşi Fatma Hatun hakkında, Ahmed Eflâkî Dede’nin kaleme aldığı, Âriflerin Menkîbeleri isimli eserinde şöyle bahsedilmektedir: 

“Fatma, hem bâtınî dünyada, hem de zâhirî dünyada birçok mucizeler gerçekleştirmiştir. Fatma, cennetteki ruhanî varlıkları açıkça görebilirdi ve insanların düşüncelerini de rahatlıkla okuyabilirdi. O, cennetin saf sütü gibiydi. Mürşidi Mevlâna’dan bir an olsun ayrılmak istemezdi ve onun kutsal sohbetlerinden, aydınlanmaya dair muhteşem sırlar öğrenmişti.”

Mevlevîlik yolu, gerçek bir insan olma ve insan gibi yaşama sanatıdır. Erkek ve kadınlar bu ışık altında birlikte ayakta durmalıdırlar. Özellikle yaşadığımız zamanda, eşit derecede paylaşımın önü açılmalıdır. Birbirimizden öğreneceğimiz çok fazla şey vardır. Kadın ve erkekler, kendi içlerinde denge kurmak kadar, dünyada dengeyi sağlamak için de birbirlerini tamamlamalıdırlar. Birbirimizi Tanrı’nın ilâhî bütünlüğüne teşvîk etmek suretiyle, Tanrısallığı birbirimizde görmeye çaba harcadığımız sürece, kalıplardan kurtulabiliriz ve yaratılışın mucizesine tanık olmayı öğrendikçe, öyle bir zaman gelir ki, “Nereye bakarsanız bakın Allah’ın yüzünü görürsünüz. Allah’ın yüzünden başka her şey yok olmaya mahkumdur” (Bakara, 115) âyeti bizlerde tecellî etmeye başlar.

İster kadın, ister erkek olalım, kalblerimizin aynasını parlatmak, her an her dakika ve her nefeste Tanrı’yı anmak çabasında olalım. İçimizde Allah aşkından başka hiçbir aşka veya sevgiliye yer kalmayıncaya kadar sadece mutlak varlık olan Allah ile bir oluncaya kadar her an O’nu analım ve yaşatalım. Aşkın içinde eriyelim ve tamamen aşk olalım…

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVII

“’Yâ Hu’ denizine batınca, artık, ‘Ya Hu’ diyemez olursun.” Mevlâna

Bu suretle güzel, açık açık söylerken kadına bir ağlamadır geldi.

Ağlarken bile yüzünün güzelliğiyle gönülleri cezbeden o güzelin, hüngür hüngür ağlaması haddinden aşınca,

2415. O gözyaşı yağmurundan bir yıldırım zuhûr etti, o nâziri bulunmayan erin gönlüne bir kıvılcım sıçradı.

Adamın güzel yüzüne kul olduğu dilber, kulluğa başlarsa hâl ne olur, insan ne hâle gelir?

Azâmetinden yüreğini oynatan, kibrinden seni tir tir titreten sevgili, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hâle girersin?

Nâz ve istiğnâsı ile can ve gönülleri kan hâline getiren güzel, niyâza girişirse hâl ne olur?

Cevr ü cefâsı, bize tuzak olan dilber, özür dilemeye kalkışırsa biz ne mâzeret bulabilir, ne söyleyebiliriz?

2420. “Züyyine linnas” hükmünce Tanrı’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?

Tanrı, kadını erkeğe mûnis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olur da Havva’dan ayrılabilir?

Kişi, yiğitlikle Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme husûsunda karısının esiridir.

Âdem sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed bile “Kellimini yâ Hûmeyrâ” derdi.

Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.

2425. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava hâline getirir.

Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakîkatte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.

Böyle bir hassâ ancak âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, Dîvân-ı Kebîr’indeki bir beyitte şöyle seslenir:

“Aklını başına al, kendini sevmeyi, kendine âşık olmayı bırak da, sevgilinin sevgisine değil, cefâsına âşık ol! Öyle ol da sana nazlanan, yüz vermeyen gül, sana ağlayıp inleyen bir âşık kesilsin.”

Fakat “Züyyine linnas”, yâni, “İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, hayvanlar, ekinler kâbilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Hâlbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin, ebedî hayatın, bütün güzellikleri Allah katındadır” (Âl-i İmrân, 14) hükmünce ‘Tanrı’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?’

Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok âyette, kadın ve erkeğin tek bir ruhtan yaratıldığından söz eder; “O’dur ki, sizi bir tek candan yarattı, eşini de ondan vücuda getirdi ki, gönlü ona ısınsın” (A’raf, 189) ve Kur’ân, kadın ve erkeğin birbirleri için birer elbise olduklarını belirtmiştir; “Onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz.” (Bakara, 187)

‘Âdem sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed bile “Kellimini yâ Hûmeyrâ” derdi.’

Yüce Pîr Mevlâna, devam eden beyitlerinde, suyu erkeğe, ateşi ise kadına teşbîh ederek, ‘Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava hâline getirir’ diye buyuruyor. Daha derin düşünecek olursak, su, ruhanîyet; ateş ise nefsanîyeti temsil eder.

Zîrâ, Kurân-ı Kerîm’de, “Tüm canlıları sudan yarattık” diye buyrulur. Ruhanîyeti temsil eden su, kaba konunca, yâni beden giyince, bedenin toprağa olan meylinden dolayı ve doğası gereği nefsanîyete yönlenir; çünkü âyette de söylendiği üzere, dünya insanlara çok süslü gösterilmiştir. Oysa ebedî hayatın bütün güzellikleri Allah katındadır. İnsanlardaki, insanî ruhun muhabbeti Allah’a, hayvanî ruhun muhabbeti ise dünyayadır. 

Ve işte ne güzel seslenir bizlere Mevlâna…

“Vakit dar, ömür kısadır, tertemiz su da akıp gidiyor. Aklını başına al da ondan ayrılmadan önce suyunu iç. Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan su iç de gönlünde mânevî bitkiler, çiçekler, güller açılsın.

Ey hâlinden haberi olmayan gâfil susuz! Biz, velîlerin söz ırmağından âb-ı hayat içmedeyiz. Gel sen de bu sudan iç, hayat bul. Sen dünya işlerine gönlünü kaptırmış, mânen körleşmişsin de, bu suyu görmüyorsun. Hiç olmazsa testini getir de, körler gibi el yordamı ile bu ırmağa daldır.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXVI

Kadının yola gelip söylediklerinden istiğfâr eylemesi.

Kadın, onu titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.

2390. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi.

Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım.

Cismim, canım, neyim varsa senindir; hüküm de senin, fermân da!

Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için.

Sen, bana dertli zamanlarda devâ oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.

2395. Canın için bu, kendim için değil. Bu ağlayış inleyiş hep senin için.

Ben, Tanrı hakkıyçin varlığımı her nefeste huzurunda fedâ etmek isterim.

Canım sana kurban olsun… Ne olurdu ruhun, buna vâkıf olsaydı.

Fakat sen, hakkımda böyle kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.

Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de.

2400. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle olduğu hâlde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkışıyorsun.

Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürler dilemekteyim.

O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karşımda puta tapan şamana benzerdin.

Bu kul, sana tâbîdir; gönlü senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi ‘Pişir, hazırla’ dersen, hemen ‘Pişti, yandı bile’ derim.

Ben senin ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı…

2405. Küfür söylemiştim; işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbî oldum.

Senin şahane huyunu takdîr edemedim. Huzuruna küstâhça eşek sürdüm.

Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirâzı bıraktım.

Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!

Acı ayrılıktan dem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!

2410. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip durur.

Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç aradı.

Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”

Daha önceki bölümlerde, Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm üzerine olsun, bir anlatımında, kadını nefse, erkeği de akıla benzeterek şöyle buyurduğunu kaleme almıştık; “Bu kadınla erkek, nefsle akıldır. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefs ve tabîattır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde. Nefs, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey yoktur. Aklın hassâsı, işin sonunu görmektir. Akîbeti görmeyen akıl, nefstir. Nefse mağlup olan akıl, nefs hâline gelmiştir.”

Yunus Emre der ki, selâm üzerine olsun; “Kim nefsine hâkim olmuşsa bu âlemde, bilsin ki o kişi, ona bütün erenlerin eyvallahı var.” 

Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, Uhud Savaşı’ndan dönerken sahâbesine, bu savaşın küçük bir savaş olduğunu, asıl büyük savaşın bundan sonra başlayacağını ve büyük savaşın da görünmeyen düşman olan nefsimizle savaşmak olduğunu buyurduğu üzere, Hakk yolunda asıl dava, nefsle mücâdeledir. Çünkü nefsimiz bir an dahî bizi bırakmaz, her an tuzaklar kurar ve hep o gâlib gelmek ister. 

“Bu yol ne kadar kolaysa, o kadar da zordur” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun ve tasavvuf yolunu demirden leblebi çiğnemeye benzeterek şöyle buyurur; “Tasavvuf yolu, demirden leblebi çiğnemektir. Nohudu dişsiz adam da çiğner. Ağzında iki üç gün tutar, yumuşatır, damağı ile ezer gider, ama demiri ezemez. Midesinde asit olması lâzım ki onu eritsin. Asitten maksat, aşktır; büyük aşk olacak ki o demir leblebi çiğnensin.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Nehc’ül-Belâga’da, Allah’ın yardımıyla nefsine gâlib gelen kişinin vasıflarını bakın nasıl anlatmaktadır…

“Ey Allah’ın kulları, Allah kullarından en sevgili olanı o kuldur ki Allah ona, nefsine karşı yardım etmiştir de o, hüznü, iç giyimi gibi giyinmiştir; korkuya da dış giyimi gibi bürünmüştür; derken hidâyet ışığı, gönlünde parıl parıl parlamaya, gönlünü ışıtmaya başlamıştır; konaklayacağı gün için de konukluk azığını hazırlamıştır. Kendisine uzağı yakınlaştırmıştır; çetin şeyi kolaylaştırmıştır. Bakmıştır da, izlerin sonunu, görmüştür; anmıştır da, hayır işleri, çoğaltmıştır. 

Tatlı, duru suyu kana kana içmiştir de ırmağın su içilecek yerlerine varması kolay olmuştur; dümdüz, tertemiz yola dalmıştır. Şehvetler elbisesinden soyunmuştur; bütün üzüntülerinden, sıkıntılarından kurtulmuştur da bir tek sıkıntıya, bir tek üzüntüye sarılmıştır, onunla başbaşa kalmıştır. 

Körlük sıfatından çıkmıştır; heves ehli ile iş birliği etmekten ayrılmıştır; hidâyet kapılarının kilitlerinden olmuştur; kötülükler, aşağılıklar kapılarına kilit hâline gelmiştir. Gittiği yolu görmüştür; tuttuğu yola girmiştir; alâmetlerini tanımıştır, bilmiştir; adamı boğacak yerlerini aşmıştır, sarılınacak iplerin en kuvvetlisine sarılmıştır. Artık, o, şüpheden arınmış inancında, güneş ışığı gibi parıl parıl parlar durur; her kendisine baş vurana cevap vermekte, her parça buçuğu aslına ulaştırmakta, kendisini, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah için işlerin en yücesine adamıştır. 

Karanlıkların ışığıdır o, şüpheli işleri aydınlatandır; gizli, örtülü şeylerin anahtarıdır o; güç şeyleri giderendir; uçsuz bucaksız çöllerin kılavuzudur. Söylenir, anlatır; susar, kurtulur. Özünü, işini gücünü Allah için hâlis bir hâle getirmiştir; Allah da ona ihlâs nasîb etmiştir. O, Allah dininin mâdenlerindendir; Allah’ın yerinin direklerindendir. Kendisine adâletle muâmeleyi gerekli kılmıştır; adâletinin başlangıcı da, kendisinden hevâsına, hevesine uymayı gidermesidir. Gerçeği över, anlatır; onunla da amel eder. 

Hayır için bir sınır yoktur ki oraya varmasın; sevap sandığı bir şey yoktur ki ona sarılmasın. Nefsinin yularını kitabın eline vermiştir; onu çekip götüren de odur; uyduğu da o. Yükünü o nerede indirirse o da oraya iner; konağı neresiyse o da oraya konar…

Noksan sıfatlardan münezzeh Allah’tan dileriz, bizi de, sizi de nimet yüzünden azmayan, sonun belirsiz olması yüzünden, Rablerinin itâatinde kusurda bulunmayan, ölümden sonra da pişmanlığa, mihnete, hasrete düşmeyen kullardan eylesin.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXV

“Alalı sırrı Ali’den tutuşur bağrı yanar. Ayrılıklarda yananlar acaba neyle kanar? ‘Erinî’ derken o cânâna hep eczâsı kanar. Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlâ’nâye!” Yaman Dede

Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor.

Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vaaz eden ölü bile olsa söyler.

2375. Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.

Kapımdan içeri nâmahrem girince harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.

Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeleri açarlar.

Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.

Çengin zîr ü bem nağmeleri, nasıl olur da sağır kulak için terenüm edilir?

2380. Tanrı, miski beyhûde yere güzel kokulu yapmadı? Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.

Hakk, yeri, göğü yaratmış, aralarında da birçok nur ve nâr yüceltmiştir.

Bu yeri, yerdekiler için yaratmış, göğü de göktekilerin yurdu yapmıştır.

Aşağılık kişi, yükseğin düşmanıdır. Her şeyin müşterisi meydana çıkar.

Ey kapalı, örtünüp bürünmüş kadın, sen hiç kör için süslendin mi?

2385. Dünyayı en değerli incilerle doldursan nasîbin yoksa ne yapayım?

Ey kadın, kavgayı, darılmayı bırak; bırakmayacaksan beni bırak!

Ben, iyiyle, kötüyle, kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşmak şöyle dursun; gönlüm barışlardan bile ürkmekte.

Susacaksan ne âlâ; yoksa öyle bir iş yaparım ki şu anda hemen kalkar, evimi barkımı bırakır giderim.”

Bir söz vardır, derler ki: “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma.”

Nitekim Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur: “İnsanlara akıl seviyelerine, istidât ve durumlarına göre hitâb ediniz.”

Yüce Pîrimiz Mevlâna da, selâm üzerine olsun, rebabın sesinden misâl vererek der ki: “Benim rebabımın sesi, Hakk âşıklarına cennet kapılarının açılış sesi, kaba sofulara da cennet kapılarının kapanış sesidir.”

Ve bir kasîdesinde ise şu beyitlerle seslenir bizlere…

“Hiç biliyor musun? Rebab ne diyor, gözyaşlarıyla yanıp kavrulmuş ciğerlere ne söylüyor?

Diyor ki etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?

Rebabın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden, ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir.”

Zîrâ, “Yüsebbihu li’llâhi mâ fi’s semâvâti ve’l ard – Yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah’ı zikretmektedirler” (Teğâbun, 1) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere, ‘Hakk, yeri, göğü yaratmış, aralarında da birçok nur ve nâr yüceltmiştir. Bu yeri, yerdekiler için yaratmış, göğü de göktekilerin yurdu yapmıştır. Aşağılık kişi, yükseğin düşmanıdır. Her şeyin müşterisi meydana çıkar.’

Kasîde:

“Üç telli sazı çal. Ben birliğe ulaştım. İkilikte bulunma, ya rehâvî perdesinden çal, ya kurtuluş perdesinden ezgiler söyle.

Senin zîr ü bem perdelerin olmasa, o perdelere vurmasan gamlara dalıyoruz; neyde nevâ makâmını bul da şu sesi üfür: Feryâd sessizlikten, nağmesizlikten.

Irak makâmındaki ezgi, bu ayrılığın dermânıdır; sen söz söylemeden gönlü alır, götürürsün, fakat nereye götürürsün, nereye kadar iletirsin?

Ey padişahların bildiği, tanıdığı güzel, canımızı ısfahân perdesinden okşa, âşinâlık yoluyla sor hâlimizi hatırımızı.

Sarhoş dostların meclisine zengûle makâmından ezgiler düzerek git, işi sonuna getir, niceye dek bu vesvese bu ağır davranış?

Doğru sözlü, doğru işli dostsan rast makâmından çal ki hicâza gelesin.
Uşşâkı hüseynî perdesinden topla, bûselik, mâye perdeleriyle gönüller aç.

Senden dügâh istiyorlar, sen çârgâhtan söyle; sen bu yerin bu yurdun mumusun, ışığısın, a güzelim. Ne de hoş çalmadasın, ne de hoş söylemede.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXIV

Herkesin hareketi, görüşü, bulunduğu makâma göredir. Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur.

2360. “Ebûcehil, Ahmed’i görüp, ‘Benî Hâşim’den çirkin bir çehre zuhûr etti’ dedi.

Ahmed ona dedi ki: ‘Haddini tecâvüz ettinse de doğru söyledin.’

Sıddık görüp, ‘ Ey güneş! Ne doğudansın, ne batıdan. Lâtif bir surette parla, âlemi nurlandır’ dedi.

Ahmed dedi ki: ‘Ey azîz, ey değersiz dünyadan kurtulan! Doğru söyledin.’

Orada bulunanlar, ‘Ey halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söyledi, sen ikisine de doğru söyledin, dedin… Neden?’ diye sordular.

2365. Peygamber, ‘Ben, Tanrı eliyle cilâlanmış bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sureti görürler’ dedi.

Kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan, bu kadınca arayıştan yüksel!

Kanaate dâir söz söylemek, tamaha benzer ama hakîkatte rahmettir. O nimetin bulunduğu yerde tamah ne gezer?

Sende bir iki günceğiz yoksulluğu sına da yoksulluktaki iki misli zenginliği gör.

Yoksulluğa sabret, bu gamı, gussayı bırak. Çünkü ululuk sahibi Tanrı’nın yüceliği yoksulluktur.

2370. Sirke satma da kanaat yüzünden bal denizine gark olmuş binlerce can gör.

Yoksulluk acılığı çeken yüzbinlerce cana bak… Gül gibi gülbeşekere karışmış, o lezzetle lezzetlenmişler.

Âh yazık; sende kavrayacak kâbiliyet olsaydı da, canımdan gönül şem’ası zuhûr etseydi!

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur ki: “Sen o kötülüğü en güzel olan şey ile defet. Biz onların neler ile vasfeder olduklarını daha iyi biliriz.” (Müminûn, 96)

İmam Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, der ki: “Asabîyete ve isyâna ait ne varsa, hepsi benim ayaklarımın altındadır. Asabîyet ve öfke padişahlara hükmeder, bana ise esirdir.”

Nitekim, bir menkîbede İmam Ali Efendimizden şöyle rivâyet edilir:

Bir gün İmam Ali yolda arkadaşıyla giderken, karşılarına çıkan bir adam, İmam Ali’ye hitâben, “Esselâmu aleyküm ey Allah’ın ayısı” diyor. 

İmam Ali de dönüp o adama, “Ve aleyküm selâm yâ Allah’ın Ali’si” diye karşılık veriyor. 

Yanındaki arkadaşı duraklıyor, içinden Allah Allah diyor ve Hazreti Ali’ye dönerek, “Yâ Şâhım çok lâtif bir cevap verdin. Karşı taraf sana hakarette bulundu, sana ayı diye hitâb etti, ama sen ona yine Ali diye hitâb ettin, bu nasıl olur?” 

Hazreti Ali cevap veriyor, diyor ki: “Âh kardeşim, insan insanın aynasıdır. O kendi kimliğini bende gördü, ben de kendi kimliğimi onda gördüm; ben bir aynayım; o bana ayı dedi, ben de ona Ali dedim, geçtik gittik.”

“Rahman’ın has kulları; o kimselerdir ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve câhiller kendilerine lâf attıkları zaman “Selâm” der geçerler.” (Furkân, 63)

Mürşid-i kâmiller de saf aynadırlar, karşılarında duranların rengini yansıtırlar.

Hasan Dede’nin, selâm üzerine olsun, buyurduğu gibi…

“Hazreti Muhammed’i kendisine bende etmiş kâmil mürşidlerin gönülleri aynaya benzer. İnsanların ve bütün varlıkların varoluşları, o aynanın önünde durdukları müddetçedir. Aynanın rengi yoktur; onun rengi, karşısında duranların rengindedir. Herkes kendi rengini o aynada seyreder. Zîrâ, ruhun rengi, renksizliktir. Fakat renkli camlardan görünen ışık, renklenir. Cenâb-ı Allah, kendi zâtında suretsizdir. Fakat kâinatta dilediği surette görünür. Allah’ın âlemi yaratması, birçok değişik suretlerde hakîkat nurunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Hâlik’in aynasıdır. Bütün varlıklar o bahçeden beslenir. Fakat kör kişi, körce bakar da onun için red ve inkârdadır. Yeryüzünde ne varsa hepsi fânîdir, ancak ululuk ve kerem sahibi Rabbin cemâli bâkîdir. Bu dünyanın bir sonu bir sınırı vardır; o âleminse ne kıyısı vardır, ne sonu. Bunu gören göğe ağar; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırtar gider. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok…”

Ne güzel söyler Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine… 

“Aşk aynasının yüzünü, varlık, benlik nefesi ile bulandırmayalım, kirletmeyelim. Mâdemki gönlümüz bir harâbeye döndü, hiç olmazsa biz gizli defineye mahrem olalım. Gönül masalı gibi elsiz, ayaksız kalalım da, âşıkların gönüllerinde masal gibi yer edinelim, konaklarda konaklayalım. Muhammed Mustafa gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gönlümüze dayanmazsa, bu ayrılıktan feryâd etsek, ağlasak, inlesek, Hannâne direğine dönsek yeridir…”

Kasîde:

“Ey âşıklar, ey âşıklar, ben kadehi kaybettim de, kadehlerle verilmeyen, kadehlere sığmayan başka türlü bir şarap içtim. 

Ben ‘ledûn’ şarabından içmişim, mest olmuşum. Harâbım, kendimde değilim. Sen git, bekçiye beni çekiştir! İçtiğim şaraptan sana da, o bekçiye de tattırmak istiyorum. 

Ey sâdıklar padişahı! Benim gibi uysal bir kişi gördünüz mü? Ben senin diriliğinle diriyim, ölülüğünle ölüyüm. Güzellerle, gül yüzlülerle gül bahçesi gibi açılırım, kış gibi soğuk münkîrlere karşı da kış mevsimi gibi donar kalırım. 

Ey ekmek peşinde koşan zavallı! Allah aşkına bana dikkatle bak; ben mestim ve kendimden haberim yok! Fakat ben ne şarap küpünün etrafında dolaştım, ne de üzüm cibresi sıktım. 

Ben mestim, ama onun yüzünden mestim. Batmışım, ama onun ırmağına batmışım, onun şekerine karışmışım. Onun gül bahçesinde ‘gülbeşeker’ olmuşum. 

Şarap kadehine sarıldım, düşüncenin kanını döktüm, sevgilimle buluştum. Perdenin arkasında olduğum için sen beni göremiyorsun. 

Düşünceyi dârağacına astım, çünkü düşünce ayrılık veriyor. Ben düşünceden hoşlanmıyorum. Ondan bezdim, usandım. Zaten ben hep akıl yüzünden, düşünce yüzünden perişan olurum. 

Benim bedenimde başka bir can var, canımda başka bir canân var. Benim zamanımda da başka bir zaman vardır. Çünkü ben, benden kurtuldum. Ona kavuştum.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXIII

“Aşk köyü sınırında kesik başlar görürsen, korkup kaçma, köyün içine gir de dikkatle bak; gör ki; öldürülenler ikinci defa dirilmişlerdir, çünkü âşıklar ölümsüz.” Mevlâna

Ulu Tanrı âdildir; âdiller, nasıl olur da çaresiz bîçarelere zulmederler?

2350. Birisine nimet, mal, matah verip öbürünü yansın diye ateşe atarlar mı?

Böyle bir iş, Tanrı’dan, iki cihanı yaratandan umulur mu?

‘El fakru fahrî’ hadîsi, saçma ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce yücelik, binlerce naz ve nimet gizli değil mi?

Hiddetle bana lâkaplar taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Hâlbuki sen bana yalancı, efsuncu dedin.

Yılanı tutsam bile dişini söker, bu suretle onu başının ezilmesinden kurtarırım.

2355. Çünkü o diş, onun can düşmanıdır; ben, düşmanı da bu suretle kendime dost ederim.

Ben asla tamahtan efsun okumam. Ben bu tamahı baş aşağı etmişimdir.

Tanrı göstermesin… Benim halka karşı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir âlem var.

Sen, armut ağacı tepesinden böyle görüyorsun. Aşağı in de sende o şüphe kalmasın.

Biraz dönersen başın dönmeye başlar; evi dönüyor görürsün… Hâlbuki dönen sensin!”

Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara suresinin 57. âyetinde buyrulur ki: Biz onlara zulmetmedik, velâkin onlar kendi nefslerine zulmettiler.”

İmam Ali Efendimiz de, selâm olsun üzerine, der ki: “Biz, bizim hakkımızda Hazreti Cebbâr’ın taksîmine razı olduk; bizim için ilim ve câhiller için mal vardır. Muhakkak ki mal, an-karîb (tez zamanda) fânî olur; hâlbuki ilim, lâ-yezâl olan (varlığı devam eden) bir bâkîdir.”

“Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yâl yedikleri yere dökülen tutamaç suyu” diye seslenir Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, ve şöyle devam eder; “Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızık için göndermişizdir. Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri…”

İki cihanın nuru Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde buyurur ki; “Yüce sultanlar, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın emînlik, yardım, lütuf, adâlet ve ihsânının gölgeleridir. Onlara hürmet gösteren, Allah’a hürmet göstermiş olur. Onlara ihânet eden, Hazreti Hakk’a ihânet etmiş olur.”

Hiçbir menfaat gözetmeden, dâima sevgi ile muhabbet sunan mürşid-i kâmilin gölgesinde oturmak, Tûbâ ağacının gölgesinde oturmak gibidir; onun sözleri irşâd eder, nefsimizde ne kadar kir varsa yavaş yavaş, hattâ biz farkında bile olmadan temizler, bizleri ruhânî güzelliklere sürükler; mürşid-i kâmil, insanı insana gösteren, Hakk’ın tertemiz, pürüzsüz aynasıdır.

Ne güzel seslenir ayn-ı hak Hasan Dede bir şiirinde, selâm üzerine olsun…

“Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost. 

Ey Hakk yolcusu! Mürşidini kendine ayna et.

Toprak beden… Kendine gel artık, 

Dünyaya meylini bırak ey dost. 

Mürşid Hakk’tır, Hakk’tır ey dost. 

Ey Hakk yolcusu! 

Tertemiz aynandan başka söz etme. 

Daim O’ndan… Tanrı’dan söz et, 

Yeri göğü yaratanın sende özü var…”

İmam Ali Efendimize sormuşlar, “Sen nasıl Müslümansın, yüzlerce insanın başını kestin!”

İşte İmam Ali Efendimiz şu cevabı vermiş: “Ben onların başlarını kesmedim, nefslerini kestim.”

İmam Ali Efendimizin bu sözüne mânâ gözüyle bakacak olursak eğer; mürşid-i kâmiler de, Muhammed Ali bendeleridirler ve yolcularındaki zannı, şüpheyi gidermek isterler, fakat bunun için yolcunun da, Ruhî’nin bir şiirinde;

“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra, 

Varını, yoğunu yak da gel, derviş!..

Mürşide teslim ol mevtâlar gibi,

Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!” diye buyurduğu üzere, büyük bir iştiyâk ve teslîmiyetle mürşidine baş kesmesi, yâni bağlanması gerekir.

Rubaî:

“Şarap sunan sakînin gözü, su gibi olan şarabın kılıcı ile nice başlar aldı. birçok insanları mest etti, kendinden geçirdi. 

Bu işe şaşanlardan birisi der ki: ‘Bu mest oluş, bu kendinden geçiş sakînin gözlerinin güzelliğinden, onun aşkından oluyor.’ Birisi de der ki: ‘Hayır, bu iş şarabın mârifeti; şarap içmeseydi mest olmazdı.’ 

Şarap nedir? Sakî nedir? Hakk’tan başka bir şey yok.! Ne şarap var, ne de sakî! Bu mest oluş, bu kendinden geçiş, bu aşk hangi kapıdan geliyor; Allah bilir!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CLXXXII

Adamın, karısına “Yoksullara hor bakma, Tanrı’nın işine noksan isnâd etme, kendi yoksulluğunla vehimlenip hayallenerek yoksulu ve yoksulluğu kınama” diye nasîhat etmesi.

Bedevî dedi ki: “Ey kadın, sen kadın mısın, yoksa hüzün ve keder atası mı? Yoksulluk, benim için iftihâr edilecek bir şeydir; başıma kakma!

Mal ve para, başta külâh gibidir. Külâha sığınan, keldir.

Kıvırcık ve güzel saçları olan kişiye gelince; külâhı giderse ona daha hoş gelir.

2340. Tanrı eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.

Esirci, esiri satarken ayıp örten elbiseyi soyar.

Esirin bir kusuru olursa hiç onu soyar mı? Soyması şöyle dursun, bir hile ile ne yapıp eder, onu elbiseyle gösterir.

‘Bu; iyiden, kötüden, olur olmaz şeyden utanır. Soyarsam utanıp senden ürker’ der.

Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalmıştır; fakat malı vardır ve mal ayıbını örter.

2345. Tamahkâr, tamahı yüzünden zenginin ayıbını görmez. Tamahkâr bütün gönülleri kaplar.

Yoksulluk, hâlis altın gibi sevilse yine kumaşı, dükkâna yol bulmaz, sözünü kimse dinlemez.

Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; yoksulluğa hor bakma.

Çünkü yoksulların, mülkten, maldan öte ululuk sahibi Tanrı’dan pek büyük bir rızıkları vardır.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir gün bir zengine sormuş, “Malını mı seversin, yoksa günâhını mı?”

Adam, “Aman yâ Mevlâna” demiş, “Günâh hiç sevilir mi? Tabii ki malımı severim.”

“İyi” demiş Mevlâna, “malın burada kalacak, günâhın seninle gelecek!”

Bizi bize ne güzel söyler Hasan Dede bir şiirinde, selâm üzerine olsun…

“Âciz kaldım ben bu nefsin elinden, 

Bu dünyanın suretine doyamaz. 

Dünü günü dünyalığa çalışır, 

Ömrü âhir olur bir gün duyamaz. 

Gâfil derler gaflet elbisesini giyene, 

Er demezler yavuz nefse uyana, 

Kazanır kazanır dünya malını verir ziyâna, 

Hakk yolunda bir puluna kıyamaz. 

Bak şu âdem olanın hâlini, 

Varıp tutmaz bir mürşidin elini, 

Kazanır durur dünya malını, 

Ele nasîb olur kendi yiyemez. 

Ey Allah’ım sana döndüm özümü, 

Cemâlinde kara etme yüzümü, 

Dinlemezler bu Dede’nin sözünü, 

Nefse uyar, bir mürşide uyamaz yahu!..”

Hakk yolunda yürümekten maksad, nefsi terbiye etmektir. Çünkü insan, her şeyden önce sorumluluk taşıyan bir varlıktır; sorumluluğu ise, Hazreti Allah’ın bahşetmiş olduğu insan elbisesidir, insanlıktır. İnsan, hakîkatte yeryüzünde Allah’ın temsilcisi, Allah’ın halîfesidir ve kendiyle birlikte kâinattaki tüm varlıklardan da sorumludur.

Kâinatın rahmeti Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, “Fakr, benim fahrîmdir ve ben onunla iftihâr ederim” diye buyurmasındaki mânâ, dünyada ne kadar varlıklar varsa hepsinin ondan üstün olduğunu, kendisinin hepsinden aşağı olduğunu vurgulayarak, her an yoklukta ve teslîmiyette durmanın önemine işâret etmektir.

Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiş olan Hazreti Ali Efendimiz  de şöyle buyurur, selâm olsun üzerine: “Haber vermediler bu âleme gelişine, haber vermezler gidişine, dâim hazır ol.” 

Yüce Pîrimiz Mevlâna, Hazreti Ali Efendimizin bu sözlerinden ilhâm alarak şöyle buyurur: “Ey insan, bu beden bir mektuptur, postalanmış Padişaha, lâyık ise postala, lâyık değil ise yırt, yenisini yaz, çünkü zaman az.”

“Padişah’tan maksad Allah’tır” der Hasan Dede, “Bizler daha doğar doğmaz yola çıktık, gidiyoruz Allah’a… Bu yüzden her dâim hazır olmalıyız. Ne kadar hazır durursak kazanırız, ama ne kadar boşverirsek, o gün geldiğinde pişman oluruz ama artık geri dönüşü olmaz. Hazır olmak ne demektir? Gönülden dünyayı çıkarmak ve Allah’ın güzelliklerine yönelmek.”

Kasîde:

“Ey dertli zamanımda canımın rahatı! Ey yoksulluk açlığında ruhumun hazinesi olan Allah’ım! 

Vehmin elde edemediği, anlayışın ve aklın eremediği güzellikler senden canına ulaştığı için sen benim kıblem oldun. 

Rabbim! Senin keremin ve lütfun sebebi ile ben âleme nazla bakarım. 

Fânî olan devlet, zenginlik, varlık hiç beni aldatabilir mi? 

Allah’ım! Bitmez, tükenmez cömertliğinle bana hesapsız mülkler versen, ne kadar gizli hazinelerin varsa onları önüme koysan, ben candan secde ederek yüzümü yerlere korum da derim ki: 

Ey Allah’ım! Benim için senin aşkın bütün bunların hepsinden daha değerlidir.”