MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXII

Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tercih etmeleri.

915. Hayvanlar, ona: “Çalışıp kazanmak, bil ki, halkın itikâd zayıflığı yüzünden, hârislerin boğazları miktarınca bir riyâ lokmasıdır.

916. Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esâsen Hakk’a teslîm olmadan daha sevgili ne var?

917. Çokları belâdan belâya; yılandan ejderhaya sıçrarlar.

918. İnsan hile etti, ama hilesi ona tuzak oldu… can sandığı, kan içici bir düşman kesildi.

919. Kapıyı kapadı, hâlbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbîri de işte buna benzer masallardandı.

920. O kin güdücü, yüzbinlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.

921. Mâdemki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!

922. Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.

923. Çocuk; tutucu, koşucu değilken babasının omzuna biner.

924. Fakat kuvvetlenip küstâhlaşınca, elini, ayağını şuraya buraya salmaya başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.

925. Halkın canları; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefâdan sefâya uçuyordu.

926. Vakta ki, ‘İniniz’ emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştüler.

927. Biz, Hakk’ın ayâli ve süt isteyen yavrularıyız. Peygamber, ‘Halk, Tanrı ayâlidir’ dedi.

928. Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye de kâdirdir” dediler.

Yüce Pîr Mevlâna buyurur ve der ki: “Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.”

“İnsan vücudu Allah tohumunun kabuğudur. Çırpınıp bu nefs denilen kabuktan kurtulursak ne âlâ… Yoksa kabuk olarak kalırız. Kabuğunu kırıp içinden çıkabilen görecek ki, bu kabuğun altında sadece Allah varmış” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “İnsan çok mukaddes bir varlıktır; çok mukaddes bir varlık… Fakat kendinden haberi olmadığı için, Allah’ı kendi dışında aradığı için hatalardan kurtulamıyor ve bütün ömrü sıkıntılarla, hüzünlerle geçip gidiyor. Biz, ‘Ben biliyorum!’, ‘Ben yapıyorum!’ dediğimiz için, bizi çevreleyen Kudret’i meydana çıkaramıyoruz. Öyle bir kanun ki, biz ‘Benim!’ derken, o Kudret çekilip gidiyor; biz ortada kalakalıyoruz. Kendimize yine kendimiz engel oluyoruz. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Acaba ben kimim? Bu bedenin içinde konuk olan kim?..”

Mevlâna’mızın buyurduğu gibi: “Ey can! Acaba kim olduğundan haberin var mı? Ey gönül sendeki konuğun kim olduğunu biliyor musun? Ey beden! Sen her hileye bir yol arıyorsun. Seni kendine çeken O’dur, seni arayanın kim olduğunu anla!”

Fakat, ‘mâdemki bizim gözümüzde birçok illet var’ ve göremiyoruz; o hâlde, gözümüzü gören bir göze teslîm ederiz; o göz de, yol gösterici mürşid-i kâmilin gözüdür. Gözümüz onun gözüyle birleşirse, bir de bakarız ki, gözümüz de, gönlümüz de birdenbire açılmış. Onların bizlerden tek istediği sadece bir gönüldür… ‘Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.’

Yüce Mevlâna yine şöyle buyurur: “Yüce göklere çıkmak, ancak doğru yolu bulma kuvvetiyle olabilir. İnsan, doğru yolu ancak Allah’dan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Aşıkların yolu da yokluktur, dini de.”

Mâdemki, ‘İniniz’ emriyle hapsolunduk, hiddet, hırs, kanaat ve zarûret kayıtlarına düştük.’ Bu yeryüzünde, Rabb’in hâlifesi olarak yaratılmış iken, ‘bozgunculuk eden kan dökücü’ bir hâle geldik; o hâlde varlığımızı, ‘gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kâdir’ olanda yok edelim de, ‘Dönünüz’ emriyle elsiz, ayaksız olarak sefâ yurduna, asıl vatanımıza geri dönelim, yücelelim.

Kasîde:

“Gökyüzünden, Ülker yıldızından cana şöyle bir ses geldi: ‘Sen, yeryüzüne mensûb değilsin; sen, ötelerden geldin! Bu yüzden, aklını başına al da, yücelere yüksel, tortu gibi dibe çökme!.. 

Hiç kimse eşinden dostundan, eski bildiklerinden bu kadar uzun müddet seferde, yolculukta kalamaz! Bu ne bitmez bir yolculuk; artık şehrine geri dön!’

Sonunda; ‘Geri dön!’ sesini o padişahtan, o padişahlar padişahından duydun.

Ey zavallı; bu dünyayı, bu yıkık yeri ancak baykuşlar yurt edinir! Sen, ötelerden geldiğin hâlde, nasıl oluyor da bu yıkık yerde oturuyorsun?

Kendisine dikenden döşek döşeyen kişinin yanı, beli, sırtı hiç rahat eder mi, dinlenir mi? 

Her nefeste yüzlerce Çin’e, Maçin’e değer hikmetlerle canı neden beslemiyorsun, süslemiyorsun? 

Fakat, boş sözlerden, dedikodulardan ibâret olan hikmetlerle değil, insanın canını Allah’a yaklaştıran, mânen Allah’ı görür, hisseder hâle getiren hikmetlerle beslemelidir! 

Sen, bir inci ol, mücevher ol da, isteseler de istemeseler de alsınlar, seni taca taksınlar! 

Eğri büğrü yürüyen ayak gibi olma! Bırak şu eğri yürüyüşü de, elif gibi dümdüz ol, dosdoğru ol! 

Mezarlığa git de taşın, kerpiçin altına bak; yatanların başlarını ayaklarından ayırt edemezsin! 

Allah’ım! Sen, canları, Yasîn soyunun gittiği yoldan canlara ulaştır!

Nasıl ki, dua etmek bizden, kabul etmek de Sen’den ise, dualarımızı, Yasîn soyundan gelenlerin dualarına kat! 

Allah’ım! Nasıl ki, bizim işimiz az bir ihsanda bulunmak, Sen’in şânın da azı çok görüp beğenmekse, lütfet de, bize o çeşit yardımda bulun! Azımızı çok olarak kabul buyur! 

Allah’ım! Bizi, nefsanî arzulardan, bedenimize ait isteklerden, kibir ve hiddetten kurtar, akıl ve vicdan âlemine ulaştır! Bizi, asıl vatanımız olmayan şu dünyadan al, ötelere, yücelere götür!”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXXI

Av hayvanlarının tevekkülü çalışıp kazanmaya tercih etmeleri.

908. Hepsi dediler ki: “Ey hâlden haberdâr hâkim! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.

909. Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkül, hepsinden iyidir.

910. Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.

911. Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hakk hükmüne karşı ölü gibi olması lâzımdır.”

Aslanın çalışıp kazanmayı tevekküle, teslîmiyete tercih etmesi.

912. Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebbüs de, Peygamber’in sünnetidir.

913. Peygamber, yüksek sesle ‘Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla’ dedi.

914. ‘Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir’ işâretini dinle; tevekkülden dolayı esbâba teşebbüs husûsunda tembel olma” dedi.

Hazreti Şems, Makalât isimli eserinde, “Şeyhi gamlı gördüğün zaman bile ona bağlan! Daima ona yapış ki, seni tatlı ve olgun bir meyve gibi yetiştirsin” diye buyurur ve, “Çünkü senin olgunlaşman ve beslenmen o bulutun bereketindendir. İyi kişi vardır, ama bilgisizdir, iyi bir adam tevekkül ettim der, ama bilgisi yoktur ki tevekkülün yeri neresi olduğunu anlayabilsin. Nihâyet mütabaat odur ki, deveyi dizinden bağla, sonra Allah’a tevekkül et nüktesine uygun olsun” der ve sorar, “Yâni Hazreti Peygamber tevekkül göstermedi. Bu kadar savaşlarla uğraştı. Ârif değil miydi? En iyi adam değil miydi o?..”

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle rivâyet edilmiştir ki: “Bazı fakir dostlar mallarının azlığından ve yoksulluklarından şikâyet ediyorlardı. Mevlâna buyurdu ki: Muhammed Mustafa, selâm onun üzerine olsun, zamanında büyük bir kıtlık olmuştu. Ashâbdan birisinin bir ölçek arpa unu vardı. Bu zât, Peygambere serzenişte bulunuyor ve, ‘Bu pahalılık günlerinde ne yapacağım’ diyordu. Peygamber, ‘O unu sat ve Tanrı’ya mü­tevekkîl ol’ buyurdu. O da bunun üzerine unu sırtına alıp, ashâb arasında, ‘Bir ölçek arpa unu kim alır?’ diye artırmaya çıkardı. Kimse alıcı olup bir istek göstermedi. Kimisi, ‘Benim bir aylık yiyeceğim var’, başka biri, ‘İki günlük yiyeceğim var, o da biterse Tanrı kerîmdir’ diyordu. Bu, bir derviş, ‘Benim bir lokmam var, onu da bu akşam yiyeceğim. Bana zâhire lâzım değildir’ deyinceye kadar devam etti. İşte Tanrı’nın elçisi, ashâbı böyle yetiştirip her birine öyle bir Tanrı’ya tevekkül öğretmişti ki, yiyecek ve içeceği düşünmeğe ihtiyaçları kalmamış ve hakîkat yolunda saltanat bayrağını açmışlardı. Bunun üzerine ashâbdan olan o azîz zât çok mahcûb oldu ve Peygamber kendisine, ‘lki aylık yiyeceğin olduğu hâlde yine şikâyet ediyorsun. Bu doğru değildir; bu, Tanrı’nın hoşuna gitmez’ buyurdu. Peygamberin bu sözü üzerine bu azîz, elinde bulunan arpa ununu fakirlere sadaka olarak dağıtıp tövbe etti; tevekkül gösterdi ve ruhanî bir kuvvetle kuvvetlendi.”

Beyit:

“Haydi kalk da tevekkül et. Fakirlik korkusuyla elini ve ayağını titretme. Senin rızkın sana, senden daha çok aşıktır.

Sen onun peşine düşmezsen, o senin kapına gelir. Eğer peşinde dolaşırsan başına dert getirir. Sen, cevizsiz ve üzümsüz bırakılan o azîz nâzeninlerden değilsin.”

Hasan Dede, “Biz her zaman deriz ki: Tedbiri elden bırakmayacaksın, her zaman en güzel şekilde tutacaksın. Ondan sonra Allah’a tevekkül edeceksin” der ve şu menkîbeyi dile getirir:

“Hazreti Ali’ye sormuşlar, ‘Senden yiğit var mı bu âlemde?’

‘Var’ demiş.

‘Kimlerdir?’ diye sormuşlar.

‘Bir kişi odaya çekilmiş, ıstırahat ediyor, uyuyor, ama oda kapısını açık bırakmış. O benden yiğittir.’

Gelir biri, yolsuz kalmıştır. Onun on lirasını cebinden almak için, vurur kafasına uykuda, bayıltır, alır parayı gider.

‘İkincisi’ diyor Hazreti Ali, ‘ayakkabılarını silkelemeden giyen. Bu da benden yiğittir.’

Ya bir akrep girer, ya bir yılan girer. Çünkü onlar öyle dairelerde oturmadılar, basit evlerde oturdular. Rutubette akrepler bulunur. İster misin, seni bir akrep sokar, işte zehirlendin. Başına iş aldın.

‘Üçüncüsü’ diyor, ‘At ile köprüyü geçerken, köprünün ayaklarına bakmadan geçen. O da benden yiğittir.’

Bakmıyor köprünün ayaklarına, taşır mı seni geçerken taşımaz mı? Bakarsın atla beraber dereye düşersin.

Hazreti Ali Efendimiz bu sözleriyle aklını kullanmayanları çıkartıyor ortaya. Bu sözleri, bindörtyüz küsûr sene önce sarfetmiş, ama bugün de hâlâ devam ediyor insanlardaki bu hâller.

Şimdi bizim dışımızda, muhabbetler esnasında, konu biraz ileriye gitti mi, derler ‘Gerisini Allah bilir.’ Ama biz öyle demiyoruz. Biz diyoruz ki, ‘Allah, insanla bilir, insanla bildirir.’ Çünkü Allah, insan dışında değildir. Akıl, insana verilmiş en büyük nimet. O yüzden, her zaman aklını kullanacaksın, tuzaklara düşmeyeceksin.”

Kasîde:

“Ey yüzü yüzümü ay gibi parlatan sevgili! Senin gözün, senin bakışın bedenimin bütün cüz’lerini görüş, anlayış sahibi yaptı. 

Senin rüzgârın, gönül bahçesinin ağaçlarını oynatmada, adını andığım zaman, ağzım şekerle, ballarla dolmadadır. 

Ey benim ağacımı, dallarımı yapraklarla, meyvelerle dolduran! Bilir misin, benim ağacım neden oynuyor? 

Yapraklarla, meyvelerle dolduğundan ötürü nazlanmıyor, oynamıyor. Senin sevgin benim gönül ağacımın sabrını, kararını alt üst ettiği için oynayıp durmadadır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXX

Av hayvanlarının arslana, tevekkül edip çalışmayı terk etmesini söylemeleri.

900. Güzel bir derede av hayvanları, arslan korkusundan ıstırab içindeydiler.

901. Çünkü arslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu yüzden hepsine fenâ geliyordu.

902. Hileye başvurdular; arslanın huzuruna geldiler. “Biz sana her gün yiyecek verip doyuralım.

903. Bundan sonra av peşine düşme ki bu otlak, bize zehir olmasın” dediler.

Arslanın av hayvanlarına cevap verip çalışmanın faydasını söylemesi.

904. Arslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefâ görecek olsam dediğiniz doğru. Ben Zeyd’den, Bekr’den çok hileler görmüşümdür.

905. İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helâk olmuşum; o yılanlar, o akrepler tarafından çok ısırılmışım.

906. İçinde pusu kurmuş olan nefs ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan beterdir.

907. Benim kulağım, ‘Mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz’ sözünü işitti; Peygamber’in sözünü canla, gönülle kabul etti.”

Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna’nın, önceki beyitlerde belirttiği üzere, ‘Kelîle ve Dimne’ hikâyesine geçtiğini bildirmekte olmasıyla beraber, kendisindeki yaratma kâbiliyetinin bir eseri olarak da, bu hikâyeden başka hikâyelere geçmekte olduğunu vurgular ve Mevlâna’nın bu hikâyeleri anlatırken, dünyanın ne demek olduğunu, bilginin değerini, aklın sınırını ve ilhâmı, dünyanın boyuna değişmekte olduğunu, zulmü ve zulmün sonunu, herkesin her şeyden önce kendi ayıbını görmesi gerektiğini, gerçek savaşın nefsle savaş olduğunu âyetlerle, hadîslerle, devrinin ve devrinden önceki devirlerin inançlarını aksettirerek, onları gereğince kınamak suretiyle kattığını, hikâyeyi bambaşka ve geniş bir hâle getirdiğini, açıklar.

Buradan anlıyoruz ki, insanın nefsle olan savaşı, ezelî bir savaştır ve Sultan Veled Hazretleri’nin de buyurduğu üzere, “Mertlik başkalarıyla savaşmak değildir. Asıl mertlik ve Rüstemlik, insanın kendi nefsiyle savaşmasıdır.”

İnsan, nefsiyle savaşırken, nefsin birçok hilesine uğrar. Fakat, Hasan Dede, “İnsana verilmiş olan en büyük nimet akıldır” der ve bu büyük nimeti en doğru şekilde kullanmak gerektiği üzerinde durur.

Nefsin hileleriyle savaşırken insan, aklını kullanarak karşılaştığı zorluklardan ders almalıdır ve yılmamalıdır. Nitekim, Mevlâna da, 907. beyitte, Peygamber Efendimizin hadîsine işâret ederek, ‘Benim kulağım, ‘Mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz’ sözünü işitti; Peygamber’in sözünü canla, gönülle kabul etti’ diye buyurur.

Hazreti Ali, “Ya İslâm var olacaktır, ya da ben şehit düşerim. Damarlarımdaki kan akar, bu mertebeye ererim” der.

Hasan Dede, bir menkîbede şöyle anlatır:

“Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Hazreti Resûlallah’ın devrinde bir savaştan gâlib çıkarak ganîmetleri aldı. Hem hükümdârın ganîmetlerini hem de halkını aldı, kattı önüne yola çıktı. Ve o devirde bir Efendinin de çocukları sünnet olacaktı; Hazreti Ali Efendimizin hediye alıp götürmesi için yeterli parası olmadığından, Hazreti Resûlallah ganîmetten ne verirse hediye olarak onu alıp götürmeyi düşünüyordu. Hazreti Ali Efendimiz vardığında, çocuklar çoktan sünnet olmuşlardı. Hazreti Resulallah da o Efendi ile beraber yola çıkmış, Hazreti Ali’yi karşılamayı bekliyorlardı. Hazreti Resûlallah Efendimiz baktı ki Hazreti Ali bir koyun sürüsü gibi almış insanları katmış önüne geliyor… Onun o hâlini görünce çok duygulandı ve gözyaşlarına boğuldu. Sarıldılar birbirlerine, niyâz ettiler. Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Resûlallah’ı gözyaşları içinde görünce, ‘Neden bu kadar duygulanıp ağladın yâ Resûlallah?’ diye sordu, ‘Senden beklerdim bir sevinç gözyaşı…’ Hazreti Resûlallah, ‘Yâ Ali’ dedi, ‘sen ne güzel bir hâl ile geldin. Benim ağlayışımın sebebi; bir gün gelecek mümin geçinen kişiler hepsi dinsiz olacaklar, imanlarından tâviz verecekler. Ben şimdiden o günü görüyorum, o yüzden ağlamaya başladım’…”

Hazreti Mevlâna da bakın bir kasîdesinde nasıl seslenir bizlere…

“Eğer bir an için olsun hevâ ve hevesini, şehevî arzularını bırakır, uygunsuz hâllerden vazgeçersen; peygamberlerin, velîlerin gördüğünü görürsün.

Kendine tapmaz, kendini hâşâ Allah bilmezsen gerçekten kul olursan Mûtezîle’nin inkâr etmesine rağmen Allah’ı görürsün.

Eğer tam bir rind isen, ahmaklardan kaç, gözünü zevâlsiz nura, Allah’a doğru aç!

İnsanların ayıplarını söyleme, gaybı bilene bak! Bilgisizlik dilini kes! Artık hileye, onu bunu aldatmaya kalkma! 

Gözyaşlarınla abdest al! Sadece seninle bağlı olarak değil candan yalvarıp yakararak namaz kıl! Ezelî şarapla kendinden geç, mest ol, harâb ol! 

Gönül; Tur dağına çık da ‘Allah’ım bana görün’ diye nârâ at! Nefs kâfirinin boynunu vur! Hazreti Ali gibi savaş!

Tebrizli Şems’ten mânâ şekerinin dükkanını iste! Fakat sen nefse uymuşsun, sirke satan biri olmuşsun. Nasıl mânâ balına lâyık olacaksın?..”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXIX

“Cezbeyi aşkın kemâli bil! Çünkü o, aşığı Hûda’ya eriştirir. Cezbe hâlinde aşk-ı muhabbet, Hakk’tır. Onun nuru senin ruhuna sirâyet eder de sen, aşkı kendinin zannedersin.” Sultan Veled

886. İşte en güzel sözleri söyledikçe hep böyle sözlerin çıkmakta, Tanrı rahmeti inmektedir ve bu iki hâl sende daimîdir.

887. Farisî söyleyelim: Bu şevk ve cezbe, o zevkin geldiği taraftan gelir.

888. Her kavmin gözü, bir günceğiz zevk sürdüğü cihette kalmıştır.

889. Yakînen her cinsin zevki kendi cinsiyledir. Bak; cüzün zevki kendi küllünden olur.

890. Yâhut o şey, bir cinse katılma kâbiliyetinde olur da ona erişirse o cinsten oluverir.

891. Su ve ekmek gibi ki, bizim cinsimiz değilken bizim cinsimizden oluverdi ve vücudumuzu besledi, kuvvetimizi arttırdı.

892. Su ve ekmeğin suretâ bizimle cinsiyeti yoktur, ama sonucu bakımından onu cinsimiz bil.

893. Eğer, bizimle cins olandan başka bir şeyden zevk alıyorsak o ancak bizimle cins olana benzer bir şeydir.

894. Cinse benzeyenden alınan zevk, daimî değildir. O zevk arîyettir. Arîyet nesne ise akîbet bâkî kalmaz.

895. Kuş, ıslıktan zevk alsa da cinsini bulamayınca ok gibi uçar gider.

896. Susuz kimseye serâb zevk verir, fakat ona erişince kaçar ve yine su arar.

897. Müflisler altının kalpından hoşlanırlarsa da, o altın darphânede rüsvâ olur.

898. Dikkat et; altın suyu ile boyaman seni yoldan alıkoymasın! Dikkat et; bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin!

899. Kelîle’den şu hikâyeyi oku ve kıssadan hisse almaya bak!

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle seslenir bizlere…

“Sayısız yıldızları bağrına basmış olan gökyüzü, hudutsuz ve çok büyük olduğu hâlde Allah’ın kudreti etrafında bir değirmen taşı gibi döner durur.

Ey can! Sen de böyle bir Kâbe’nin etrafında dön! Ey dilenci; sen de nimetlerle dolup taşan böyle bir sofranın etrafında dolaş! 

Kâinatı yoktan yaratan Allah’ın aşkı ile mest oldun! Artık elin ayağın bir işe yaramaz. Bu yüzden sen onun aşk meydanında elsiz, ayaksız top gibi yuvarlan!

Etten, kemikten bir yığın, bir gölge varlık olan bedenin değil de gönlün; dönen dolaşan bir kişi, dünyanın canı olur; gönüller kapan bir güzel hâline gelir.

Baştan başa gönül kesilen, gerçekten aşık olan kişi pervâne olur da aşk mumlarının etrafında döner durur.

Çünkü onun maddî varlığı, bedeni balçıktan yaratılmıştır ama, gönlü ateştendir, alevdendir. Her cins kendi cinsine meyleder.

Her yıldız göğün etrafında döner. Çünkü cins cinsi ile anlaşır, onunla safâ bulur, huzura kavuşur.

Mıknatıs nasıl demiri çekerse, benlikten kurtulan, yok olan kişi de yokluğa kapılır, yokluğun çevresinde döner, dolaşır.

Ey zavallı insan! Senin varlığın Hakk’ın varlığı önünde yoktur. Yoktan ibârettir. Sen var gibi görünen bir yoksun. İşte bu hakîkati anlarsan şaşılıktan kurtulursun.”

“Her şey yokluktan varlığa kavuşur” der Hasan Dede ve, “Her şeyi renkli ve sayılı gören bizleriz, oysa varlık bir tanedir. Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen. Yolumuz insanlık yolu, sevgi ve aşk yoludur. Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için gönül şarttır. Boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz” diye buyurur.

Nitekim, ‘cüzün zevki kendi küllünden olur; yâhut o şey, bir cinse katılma kâbiliyetinde olur da ona erişirse o cinsten oluverir.’ Aynı şekilde Allah’ta yokolma kâbiliyetinde olan insan da, o zevke erişirse, ondaki nihâyî varlık sadece Allah olur.

Bir şiirinde ne güzel söyler Hasan Dede…

“Biz yokluk şerbetini içmiş, güneşin çocuklarıyız, 

Kendimizden geçmişiz, yok olmuşuz fakat, 

Akılların sahibi ve varlığın kaynağıyız. 

Biz güneşten ayrı değiliz, yalnız bir örtüyle gezeriz. 

Bize gerçek imanla teslim olan herkese, 

Gün gelir bu örtüyü çekeriz. 

Biz sevginin türlü görünümlerinde, 

Güneşin şuaları gibi yansıyan, 

Tüm gamları kederleri mutluluk yapan, 

Âb-ı hayat kaynağının sahibiyiz. 

Âb-ı hayatın kendisiyiz ey güzel dost, 

Gözlerime derinden bir bak da gör, 

Sana senden yakın olan tek kişiyim ben. 

Aşka koş, aşka sarıl, aşka düş…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVIII

Yahudi padişahının bu söze ehemmîyet vermeyip inkâr etmesi, kendisine nasîhat edenlerin nasîhatlerini kabul etmemesi.

869. O Yahudi padişahı bu hayret verici mûcizeleri gördü. Fakat ancak şüphe etti ve inkârda bulundu.

870. Nasîhatçiler: “İşi haddinden ileri götürme, inat hayvanını bu kadar ileri sürme” dediler.

871. Nasîhatçilerin ellerini bağlayıp hapsetti. Zulmünü birbirine uladı.

872. “Mâdem iş bu dereceye vardı. Ey köpek, sabret; kahrımız erişti!” diye bir ses geldi.

873. Ondan sonra ateş kırk arşın alevlendi; bir halka teşkîl etti ve o Yahudileri yaktı.

874. Onların asılları önceden de ateşti; sonunda da asıllarına gittiler.

875. Zâten o zümre ateşten doğmuştu. Cüzîler küllî tarafına yol alır, o tarafa giderler.

876. Onlar ancak mümini yakan bir ateştiler. Kendilerini ise ateşleri çerçöp gibi yaktı.

877. Anası Hâviye olan kimsenin mekânı, ancak Hâviye’dir.

878. Çocuk anası, onu arar; asıllar, mutlaka ferîleri izler.

879. Su, havuz içinde zindanda mahpûs gibidir ama hava onu çeker. Zîrâ su, erkâna mensûptur.

880. Onu havuzdan kurtarır, azar azar tâ madenine kadar götürür. Azar azar olduğundan nihâyet sen, nasıl alıp götürüldüğünü görmezsin.

881. Bu nefes de bizim canlarımızı azar azar dünya hapishânesinden öyle çalar.

882. Sözlerin temizleri, bizden çıkarak ona yükselir, ondan başkasının bilmediği yere kadar varır.

883. Nefeslerimiz, temizlik sebebiyle bizden hediye olarak bekâ yurduna yücelir.

884. Sonra ululuk sahibi Tanrı’dan, ancak rahmet olarak sözlerimizin mükâfatı, iki misli bize gelir.

885. Sonradan kul nâil olduğu şeylere bir daha nâil olsun diye bizi, yine o güzel sözlere sevk eder, yine bize o çeşit sözler söyletir.

Yüce Allah, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de Zümer sûresinin 23. âyetinde şöyle buyuruyor: “Bir Allah’tır ki sözün en güzelini indirmiştir bir kitap hâlinde, bir kısmı, bir kısmına benzer, bir kısmı, bir kısmını gerçekleştirir, her şeyi tekrar tekrar bildirir; Rablerinden korkanların tüyleri diken diken olur onu dinlerken, sonra da bedenleri ve gönülleri, Allah’ı anmak için yumuşar; işte bu, Allah’ın bir hidâyetidir ki dilediğini, onunla doğru yola sevkeder ve Allah, kimi doğru yoldan saptırırsa ona yol gösterecek yoktur.”

Hasan Dede, bir şiirinde şöyle seslenir bizlere…

“Dil çakmak taşıyla demire benzer, 

Söz kıvılcım olur kavrulur her yer. 

Sakın lâf söyleme mânâsız yere, 

Taşı yerli yersiz vurma demire. 

Ortalık karanlık her taraf pamuk, 

Kıvılcım bir yangın olur çarçabuk. 

Cahiller gafletle bir söz söylerler, 

Akılları bozup berbât eylerler. 

Tek sözle mahvolur âlemdekiler, 

Bir arslan kesilir ölü tilkiler. 

Perdesiz olaydı canların özü, 

Can veren olurdu onların sözü. 

İstersen sözünün hoş olmasını, 

Yememen gerekir hırs helvasını. 

Helvayı çok sever küçük çocuklar, 

Erenlerde ise sonsuz sabır var. 

Göklere yükselir sabrı bilenler, 

Yeryüzünde kalır hırsla helva yiyenler…”

“Aman aman, üzerinizdeki örtünün uçlarının, gelişi güzel yerlere doğru salıverilmesinden sakınınız. Büyüklük taslamaktan doğan, bu hâli Hazreti Allah sevmez” diye buyurur Hazreti Muhammed Efendimiz.

Ve bakın ne güzel söyler Yüce Mevlâna… “Akıllardaki bu aykırılık, bil ki mertebe bakımından yerden göğe kadardır. Akıl vardır güneş gibi. Akıl vardır, zühre yıldızından da aşağıdır, yıldız akmasından da. Akıl vardır, bir sarhoş mumu gibi; akıl vardır, bir ateş kıvılcımı gibi. O güneş gibi aklın önünden bulut kalktı mı Allah’ın nurunu gören akıllar faydalanırlar.”

Nitekim Sultan Veled Hazretleri de şöyle seslenir: “Din yolu, hizmet ve ibâdet ile anlaşılabilir, dedikodu ve boş sözlerle değil. Geçmişler, akıllı insanlar olduklarından hizmet ve ibâdet ile maksada eriştiler. Onlardan sonra gelenler hizmet ve ibâdetsiz, ilim, münâkaşa ve mücâdele ile maksada erişmek istiyorlar ve işte bunun için de hiçbir şey elde edemiyorlar ve hiçbir sonuca varamıyorlar.”

“Ruh topraktır, aşk ise ölümsüzlük suyu. Akıl karıncadır, o ise Süleyman. Eğer aşk kadehinden bir yudum içtiysen, bu mânâlar senin için kolaydır” diyor Ulu Ârif Çelebi, Divân’ında; ve şöyle devam ediyor: “Aşkın Şah’ı eğer seni kabul ederse, teşekkür olarak ucuz olan canını ver. Aşk yakınlık başköşesinde oturmuş; akılsa âcizlik çölünde dolaşıp durmaktadır. Yüzünü padişahlık toprağına koy. Zîrâ aşk ona Fâtiha sûresini okumaktadır. İrfân ile kendinden geçmiş Ârif’in canı, Mevlâna’nın sırrından bir nükte söyledi. Bu da onundur, Allah ondan razı olsun…”

Her nefeste biraz daha yakınlaşıyoruz içimizdeki Rabbimize azar azar; ve ‘azar azar olduğundan nihâyet, nasıl alıp götürüldüğümüzü görmüyoruz.’ Oysa, işte ‘aşk yakınlık başköşesinde oturmuş’, bizi beklemede…

Yine Mevlâna’ya kulak verelim; bakın ne güzel söyler… 

“Âlemi sel kaplasa, dalgalar yükselip develer gibi yuvarlansa, havada uçan kuşlar elem çeker ama suda yüzen kuşlar için ne tasa var? Tufan denizi, balıkların nasıl canına can katarsa biz de onun gibi denizin dalgalarına alışmış ve bu nimete şükürden yüzümüzü de ağartmışız… Ey şeyh! Denize gireceğiz, bize peştamal ver. Ey su! Bizi kendine daldır. Ey İmranın oğlu Musa! Gel, denizin suyuna âsânı vur… Bu aşk her başta bir başka sevdâ kaynatır. O sakînin sevdâsı benim olsun, ondan başka ne varsa hepsi sizin…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVII

Hud Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi.

854. Hud, müminlerin bulunduğu yerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir hâlde esiyordu.

855. Çizgiden dışarda olanların hepsini, havada parça parça ediyordu.

856. Şeybân-ı Râi de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.

857. Cuma günü, namaz vakti cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.

858. Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.

859. Tanrı erinin dairesi, hem kurdun hırs yeline set ve mânia olmuştu, hem de koyunun hırs yeline.

860. Böylece ecel rüzgârı da âriflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoş.

861. Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Tanrı seçilmişiydi, onu nasıl ısırabilir?

862. Din erbâbı şehvet ateşinden yanmaz; başkalarını tâ yerin dibine geçirmiş olsa da.

863. Deniz dalgası Tanrı fermânıyla koşunca Musa kavmini Kıptîlerden ayırdetti.

864. Tanrı fermânı erişince toprak, Kârun’u altınlarıyla, tahtıyla tâ dibine çekti.

865. Su ile toprak, İsa’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu.

866. Tanrı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan bedeninden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibârettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.

867. Tûr Dağı, Musa nurundan raksa geldi, kâmil bir sûfî oldu, noksandan kurtuldu.

868. Dağ bir azîz sûfî olursa şaşılacak ne var? Musa’nın cismi de bir kesek parçasından ibâretti.

Hazreti Mevlâna, Divân-ı Kebîr’deki bir kasîdesinde, “İlâhî nur denizinde gizlenmiş olan âriflerin nefesleri nurdandır! Onlar, hep nuru teneffüs ederler; bilgisiz karanlığı yok ederler! Buraya gelince kalem kırıldı, kağıt da yırtıldı! Lütûf sahibi Rabb’in büyüklüğünü, kudretini anlayınca dağ bile paramparça olur!” diye seslenir.

Hasan Dede, “Cuma’nın mânâsı cem olmak demektir. Yâni cemâl cemâle gelmek, hâl hatır soruşmak ve Hakk muhabbeti yapmak demektir” der ve şöyle misâl verir: “Peygamber Efendimizin zamanında, sahâbe bir pervâne gibi onun etrafında dolaşır ve ondan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşgûliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü diğerlerine sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi tâkib eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.”

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, “Koyun sürüsüne salıverilmiş olan iki kurdun sürüye verdiği zarar; insanın, mal ve mevkî hırsı ile dinine verdiği zarar kadar olamaz” diye buyurur.

857. beyitte adı geçen ve cuma namazına giderken güttüğü koyun sürüsüne kurtların saldırmamaları için etraflarına bir çizgi çeken ve bu sûretle, ne bir koyunun bu çizgiden dışarı çıkmasını ne de bir kurdun içeri girmesini tedbîr eden Şeybân-ı Râi de ulu ve ârif bir zâttır. Öyle ki, Abdülbâki Gölpınarlı, yaptığı tefsîrde, Gazâlî’nin “İhyâ’ul-Ul’um” isimli eserinde, Şâfî’nin, bu zâtın huzurunda âdetâ bir mekteb çocuğu gibi oturduğunu, ona sorular sorduğunu, bu hâle şaşanlara da, “O, Tanrı bilgisini biliyor” dediğini rivâyet ettiğini açıklar.

Beyit:

“Şems-i Tebrizî, gönül goncasının kulağına buyurdu, dedi ki: 

Nefsânî isteklerden kurtulur da, gönül gözün açılırsa; sen de bizimle beraber görülecek şeyleri görürsün.”

“İçindeki bu düşmanı, sevgin, aşkın ve bakışın daima Hazreti Muhammed’e, Hazreti Mevlâna’ya yöneldiği zaman yenebilirsin” der Hasan Dede, “Onlar insanı nefsinden arındırır. Fakat ‘Ben!’ dedik mi, bir bardak suyun içinde boğulduk demektir… İnsan, tam bir imanla Allah’a yola koyulursa, artık kendine ait birşey kalmaz ve onda varlığını gösteren tamamiyle iman ettiği yer olur. Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yâni diğer bir deyişle ateşin bize kulluk etmesi için, bizim İbrahim Halîlullah gibi olmamız gerekir. Onun gibi teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kâinat ona hizmettedir. Fakat bu yere akılla varılmaz; insan akla düştü mü, acaba mı, nasıl mı, neden mi, niçin mi, diye sorgu suâl etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, nefsine düşmüştür. İnsana en büyük acıyı veren de nefsidir.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna…

“Diken ekersen, gül devşiririm mi dersin? Gül dikmezsen, hiçbir fidan gül vermez sana. Dereler buğdaydır âdetâ bu dünya ise değirmen; fakat değirmene kerpiç götürürsen ancak toprak elde edersin.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVI

O Yahudi padişahının ateşe itâb eylemesi.

823. Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabîatındaki o cihanı yakıcılık nerde?”

824. Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassân? Yoksa bizim tâlihimizden niyetin mi değişti?

825. Sen ateşe tapana bile lütfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu?

826. Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebeb ne, kâdir mi değilsin?

827. Bu, gözbağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz?

828. Seni birisi büyüledi mi, yoksa bu simyâ mı? Yâhut tabîatının değişmesi bizim tâlihimizden mi?”

829. Ateş dedi ki: “Ey Şamân! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim harâretimi gör!

830. Benim tabîatım da değişmedi, unsurum da. Ben Tanrı kılıcıyım, izinle keserim.

831. Türkmen’in köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış,

832. Ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden arslancasına hamleler görür.

833. Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Tanrı da hayat ve kudrette bir Türk’ten aşağı kalmaz.”

834. Tabîat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir.

835. Tabîat ateşi eğer sana sevinç verirse ona o sevinci din sultanı verir.

836. Gam görünce istiğfâr et. Çünkü gam, Hâlik emriyle tesîr eder.

837. Tanrı isterse bizzât gam, neşe… ayakbağı ise âzâdlık ve hürriyet olur.

838. Rüzgâr, toprak, su, ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hakk’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.

839. Ateş, Tanrı huzurunda daima emre hazırdır, aşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır.

840. Taşı, demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım, Tanrı fermânıyla dışarıya ayak basar.

841. Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi meydana çocuk getirirler.

842. Taş ve demir, sebepten ibârettir ama, ey iyi adam, sen daha ileriye bak!

843. Çünkü bu sebebi o sebeb zuhûra getirmiştir. Zâhirî sebeb, hakiki sebeb olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?

844. Enbiyâ’ya rehber olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.

845. Bu sebebi müessîr bir hâle getiren o sebeptir. Bazen de semeresiz ve âtıl kılar, hükümsüz bırakır.

846. Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de Enbiyâ’dır.

847. Bu sebeb kelimesinin “Türkçesi nedir?” denirse, “İptir” diye cevap ver. Bu ip, bu kuyuda işe yarar.

848. Çıkrığın dönmesi, ipin sarılıp koyuverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.

849. Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha… bu başı dönmüş felekten bilme.

850. Ki felek gibi bomboş ve sersem bir hâlde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın!

851. Rüzgâr, Hakk’ın emriyle ateş olur; her ikisi de Tanrı şarabıyla sarhoş olmuşlardır.

852. Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hakk’tan olduğunu görürsün.

853. Rüzgârın canı, Hakk’a vâkıf olmasaydı, Âd kavmini nasıl ayırdederdi?

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde bakın nasıl sesleniyor bizlere…

“Her gece kendi kendimi kucaklayınca, kendimde sevgilimin kokusunu bulurum. 

Dün aşk bahçesine gitmiştim. Aklıma onu görmek hevesi düştü. Ona karşı duyduğum aşırı özlem, sevgi gönlümden taştı, gözlerimden coştu da gözyaşı ırmağı hâlinde akmaya başladı. 

Gözyaşları hâlinde akan sevgi ırmağının kıyısında her gülen gül, varlık, benlik dikeninden kurtulmuş, solmaktan emân bulmuştu. Dalından kesecek kılıçtan kendini kurtarmıştı. 

Çayırlıkta bulunan her ağaç, her ot oynamaktaydı, fakat benlik sevdâsına kapılmış değersiz kişilerin gözleri onları görmüyordu. 

Ansızın o selvi boylu güzelimiz bir taraftan çıkageldi. Onun güzelliği karşısında bahçe kendinden geçti. Heyecana kapılan çınar el çırpmaya başladı. 

Yüz ateş gibi, şarap ateş gibi, aşk ateş gibi, bunların üçü de hoş. Can bu ateşler yüzünden alt üst olmuş, perişan olmuş, feryâdlar içinde; ‘Nerelere kaçayım?’ deyip duruyordu. 

Allah’ın birlik dünyasında bu çeşit çeşit varlıklarda sayıya yer oktur. Sayı beş duygu ile dört unsur arasında anlatılması zor olan bu konuları anlatmak için meydana gelmiş bir şey! 

Yüz binlerce tatlı elmaları teker teker saymayı düşünebilirsiniz. Onların hepsinin bir olmasını istiyorsan, onların hepsini sık, suyunu çıkar! 

Görmüyor musun? Yüzbinlerce üzüm tanesi, birer yuvarlak kabuk perdesinin içinde gizlenmişler. Onlar ezilerek kabuk perdeleri yırtıldığı zaman padişahın şarabı olurlar.

Harfleri saymaksızın gönülde beliren sözlere dikkat et! Bu sözler nereden meydana geliyor? Sözlerin rengi yoktur, fakat bu kâinatta her şeyi güzel, hoş bir şekilde yaratan, her şeyi akıl almaz bir hâlde tertîb edenden bir şekle bürünüp gelir. Aslında o sözler bizim değildir. Bizim ötemizde bulunan birisi o sözleri bize söyletiyor. 

Ey ay yüzlü sevgili! Sen olmayınca gül bahçesi bana cehennem gibi gelir. Ağaç ateş, fidan ateş, gül ateş, meyveler ve yapraklar bana hep ateş gibi görünür.

Güzel, tatlı sözler onun cemâlinin; hoş olmayanlar da onun celâlinin bir tecellîsidir. 

Tebrizli Şems, bir padişah gibi gönül tahtına oturmuş, benim şiirlerim de kullar, köleler misâli onun huzurunda saf bağlamışlardır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXV

Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzı çarpık kalması.

812. Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.

813. Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, ledün ilminden lütûflara mahzârsın.

814. Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeye lâyık ben oldum” dedi.

815. Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri yermeye meylettirir.

816. Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.

817. Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir.

818. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.

819. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.

820. Akar su nerdeyse orası yeşerir; nerde gözyaşı dökülürse oraya rahmet nâzil olur.

821. İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.

822. Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nâil olmak istersen zayıflara merhamet et!

Hasan Dede’nin dile getirdiği bir hikâyede benzer bir vakâ zuhûr eder…

“Şems-i Mardinî, Hazreti Mevlâna’ya karşı, ‘Onun dergâhında ney üfleniyor, rebab çalınıyor, bendir çalınıyor. Bunlar İslâmiyet’te yoktur, oraya gitmeyin’ diye çok dil uzatıyordu.

Bir gün Şems-i Mardinî medresede cemaati ile oturduğu sırada, Hazreti Mevlâna medreseye geldi, karşısında oturdu.

O sırada ikindi vakti geldi, davet okundu, namaza doğruldular. Namazda iken, Şems-i Mardinî secdede bir mânâ gördü. Hazreti Peygamber’in huzuruna geldi.

‘Selâmün aleyküm yâ Resûlallah.’

‘Aleyküm selâm yâ Şems-i Mardinî, ve’l ikrâm’ dedi Hazreti Resûlallah ve sağ ve sol elindeki biri kemikli biri kemiksiz iki et tabağını Şems-i Mardinî’ye uzattı.

Şems-i Mardinî sordu, ‘Yâ Resûlallah, bunların hangisi daha lezzetlidir? Kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Kemiklisi’ diye cevap verdi Peygamber Efendimiz ve mânâ bitti.

Şems-i Mardinî o hava ile Hazreti Mevlâna’nın huzuruna geldi, selâm verdi. Aklınca Mevlâna’yı imtihana tutacak…

‘Bir şey sorabilir miyim yâ Mevlâna?’

‘Buyur, sor.’

‘Etin hangisi daha lezzetlidir, kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Hazreti Resûlallah biraz önce sana söylemedi mi, kemiklisidir, diye…’

Bu cevabı duyar duymaz Şems-i Mardinî bir “Allaaahh” bağırdı, Mevlâna’nın önünde secdeye kapandı. Onun büyüklüğünün farkına vardı ve o günden sonra da hiçbir yerde Mevlâna’ya dil uzatamadı.”

Beyit:

“Bizler tevhid âleminin yanıklarıyız. 

Bizde ‘Lâ ilâhe illallah’ sırrı vardır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 812-814. beyitlerde anlatılan kişi hakkında, “Büyük ihtimâlle, bu hikâyede, Vâil oğlu Âs’ın oğlu Hakem’in Hazreti Muhammed’in yürüyüşünü taklid ederek alay ederken Hazreti Peygamber’in ‘Öyle kal’ demesi üzerine titrek bir hâle gelmesi ve ölünceyedek de o hâlde kalması anlatılmaktadır, ki Furûzanfer, Maâhiz’de bu vakâyı bildirmektedir” der, fakat şunu da ekler ve, “Titrek kalmakla ağız eğilmesi arasında pek münâsebet göremiyoruz. Bu bakımdan bizce hikâyenin kaynağı bu olamaz” diye açıklar.

Hazreti Şems-i Tebrizî, Makalat’ında şöyle buyurur: “Eğer Hazreti Muhammed’in ümmeti hakkında duası, yâni ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, onları bağışla’ diyen yalvarışı olmasaydı nasıl olur da insanlar O’na haset edebilirlerdi. Nasıl olur da O’na kötülük eden Ebu Cehil’in elleri anında kurumazdı. Şu kadarı var ki, O’na bir edepsizlik eden kişiye çabucak bir belâ erişir. O, öyle bir insandır ki, O’nun karşısında bütün insanlar ve melekler her şeyi bırakır, O’nun güzelliğini seyre dalarlar, sözlerine hayran olurlar. Mûcizelerini görenlerin yürekleri yerinden oynar. Fakat O’nun herkesi affeden, koruyan ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, sen onları bağışla’ duası olduğu için insanlar O’na karşı çıkma, O’na edepsizlik etme gafletine düşebildiler. Yüce Efendimizin kıyâmete kadar uzanan, hatta öteki âlemi bile içine alan şefaati, affı, mağfireti, yaratılmışlara karşı duyduğu rahmanî muhabbeti nedeniyle, gerek ümmet-i Muhammed, gerek diğer ümmetler, O’nun yüce ismini gâfilâne zikretmek ve o kutlu insana sırt dönmek cehâletinde bulunmuşlardır.”

Nitekim, Hasan Dede de, “Hazreti Muhammed, kavminden en çok cefâ çeken Peygamber olmasına rağmen, onların cezalandırılması için Allah’a münâcatta bulunmayıp hep sabır göstermiştir. Onlara Allah’tan hidâyet isteyerek: ‘Onların kaplerine hidâyet ver, benim kim olduğumu anlasınlar, ben onları yoketmek için gelmedim’ demiştir” diye anlatır.

Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi Hazreti Mevlâna bakın ne diyor: “Benim bir mânevî evlâdım, bana münâcatta bulunursa ben onun yedi sülâlesine şefaatçi olurum.”

‘Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.’

821. beyitte geçen ‘İnleyen dolap’ ise, Yunus Emre’nin,

“Dolap niçin inilersin? 

Derdim vardır inilerim, 

Ben Mevlâ’ya aşık oldum, 

Anın için inilerim…

Benim adım dertli dolap, 

Suyum akar yalap yalap, 

Böyle emreylemiş Çalab, 

Derdim vardır inilerim…” diye başlayan meşhûr şiirini hafızalarımızda canlandırıyor.

“Unutmayalım ki, bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir” der Hasan Dede, “Bütün dava, sadece Allah’a yaraşır bir insan olmak ve O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yoldaki çabalarımız ne kadar içten ve saf olursa, yaşayacağımız güzellikler de o kadar çok olur.”

Ne güzel seslenir bizlere Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“Eğer onun aşk sırrından haberin varsa, canını ver de sevgiliye öyle bak! 

Aşk kıyısı, dibi bulunmayan büyük bir denizdir. O denizin suyu baştan başa ateştir, dalgası da incidir. 

Onun incileri sırlardır. O sırların her biri de Hakk yolunda yürüyen yolcuyu mânâlar âlemine götüren bir kılavuzdur. 

Dün gece mest olarak uyumuştum. Gece yarısı o ay yüzlü sevgili yanıma geldi. 

Ay ışığında sapsarı yüzümü gördü de acıdı ve sapsarı yüzümü gözyaşları ile ıslattı. 

Merhameti da bana vuslat şerbeti sundu. Bedenimde bulunan kılların her biri ayrı ayrı can buldu.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXIV

O Yahudi padişahının, küçük bir çocukla bir kadını getirip, o çocuğu ateşe atması, çocuğun dile gelerek halkı ateşe atılmaya teşvîk etmesi.

783. O Yahudi, bir kadını çocuğuyla putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı.

784. Çocuğu, anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı.

785. Kadın, put önünde secde etmek isteyince, çocuk ateş içinde “Ben ölmedim” diye haykırdı.

786. “Ana, gel. Gerçi zâhirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum.

787. Bu ateş; perde olarak zâhirde bir gözbağıdır. Fakat hakikatte mânâ yakasından baş çıkarmış, zuhûr etmiş bir rahmettir.

788. Ana, gel de Tanrı’nın burhânını gör ki bu suretle Hakk haslarının zevk ve işâretini de göresin.

789. Ana, hakikatte ateş olan, fakat zâhiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör!

790. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör.

791. Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan pek korkuyordum.

792. Hâlbuki senden doğunca havası hoş, rengi güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum.

793. Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.

794. Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsa nefesi var.

795. Şekil yok, kendisi var bir cihan… O zâhiren var olan, dünya ise sebatsız şekilden ibâret.

796. Ana, analık hakkı için gel, gir… bu ateşin ateşlik hassası yok.

797. Ana, gel, gir… tam tâlih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir… devleti elinden kaçırma.

798. O köpeğin kudretini gördün. Gel bir de Tanrı’nın lütûf ve kudretini gör.

799. Ben sana acıdığımdan ayağını çekiyorum, yoksa neşemden zâten seni kayıracak hâlde değilim.

800. İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur.

801. Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azâptan ibârettir.

802. Ey ahâli, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasîbe pervâne gibi gelin, atılın!” diye bağırdı.

803. O, cemaat ortasında böyle bağırmakta; halk, sesinden heybet içinde kalmaktaydı.

804. Bunun üzerine kadın erkek kendilerini, gayriihtiyârî, ateşe atmaya başladılar.

805. Hem de memûr olmaksızın, kimse kendilerine cebretmeksizin. Yalnız dost aşkıyla. Çünkü sevgili, her acıya lezzet verir.

806. Nihâyet öyle oldu ki hademe, halkı “Ateşe atılmayınız” diye men etmeye başladı.

807. O Yahudi, yüzü kara ve mahcûb bir hâle geldi. Bu sebeple pişman oldu, gönlü sıkıldı.

808. Zîrâ halk, imana eskiden olduğundan daha ziyâde aşık, kendilerini fedâ etmede daha fazla sadık oldular.

809. Şükrolsun ki, şeytanın hilesi ayağına dolaştı. Şükrolsun ki, şeytan da kendisini yüzü kara gördü!

810. Halkın çehresine sürüp bulaştırdığı zillet tamamiyle o adamlıktan dışarı padişahın yüzüne bulaştı.

811. O, pervâsızca, halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde bakın nasıl bir seslenişte bulunuyor bizlere ve diyor ki:

“Dostu dosta götüreni, melekleri gökyüzünden yeryüzüne indireni getir! 

Her gece, Hazreti Muhammed gibi miraca çıkmak için aşk burağına eğer vuranı getir! 

Aklını başına al da, sen canla arkadaş ol, onunla düş kalk, onun huzurunda otur! Çünkü her oturuşta, biraz daha onun huylannı, sıfatlarını elde edersin.

Sakîsi ruh olan sonsuzluk aşk şarabını alır çekersin, çekince de kendinden geçersin, öyle bir hâl alırsın ki, 

Hakk yolu yolcusuna; ‘Git de canla oynama huyunu pervaneden öğren!’ dersin. Çünkü o, seni din mumunun ateşine çağırmaktadır.

Allah’ın vahyi geldi. Can kulağınızı açın da onu duyun. Çünkü mânâ kulağı açık olan kişiye, Allah hakikati gören göz ihsan eder. 

Dostun gönle gelen hayali sana buluşma müjdesini verir. O hayal, o zan seni alır; yakîne, tam imana çeker götürür. 

Sen düştüğün şüphe kuyusunda Yusuf gibisin. Dostun hayali de sanki bir iptir sen o ipe sıkıca tutunup çıkarsan kendini yücelerde, göklerin üstünde bulursun. 

Buluşma günü aklın başında kalabilirse sana der ki; ‘Ben, sana nefsanî arzularını ayak altına al!’ dememiş miydim? İşte dediğim gibi oldu; nefsi terk ettin de dostu buldun. 

Eğer sen, insan gibi yaşarsan, doğru bir kişi olursan, can buluşma evine girer. Eğer eğri bir kişiysen, seni atlaslara, giyinmeye, kuşanmaya çeker götürür.

Dünya hayatında başına gelen belâlara, cefâ dikenlerine katlan! Çünkü çektiğin acılar, sıkıntılar seni dikenlerden alır da güllere kavuşturur. Reyhanların, yaseminlerin bulunduğu bahçeye çeker götürür. 

Dost uğruna düşmanların lânetini, hakaretini, küfürlerini şerbet gibi iç! Çünkü bu lânetler, hakaretler, küfürler, seni lütûflara, senâlara, âferinlere mânevî derecelere ulaştırır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXIII

Yahudi padişahının ateş yaktırması, ateşin yanına, kim puta secde ederse ateşten kurtuldu diye bir put diktirmesi.

769. O köpek Yahudi, bak, ne tedbîrde bulundu? Ateşin yanına bir put dikti.

770. “Kim bu puta taparsa kurtulur. Secde etmeyen, ateşin tam ortasına oturur” dedi.

771. O, bu nefs putunun cezasını vermeyince nefs putundan, başka bir put doğdu.

772. Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır.

773. Nefs; demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.

774. Fakat taş ve demir, su ile söner mi? Âdemoğlunda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emîn olur?

* Taş ve demir, ateşi içlerinde tutarlar, su onların ateşine işleyemez, tesîr edemez.

* Irmak suyunda haricî ateş söner. Fakat taş ve demirin içine su nasıl girer?

* Küpün ve testinin suyu fânîdir. Lâkin pınarın suyu daima taze ve bâkîdir.

* Ateş ve dumanın aslı demir ve taştır. Hıristiyan ve Yahudi küfrü, ikisinin aslı değildir.

775. Put, bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suya pınar bil.

776. O, yontulmuş put, kara sel gibidir. Put yapan nefs, anayolda bir pınardır.

777. Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar.

778. Put kırmak kolay, gâyet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir!

779. Ey oğul, nefsin misâl ve suretini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını oku!

780. Nefsin her ânda bir hilesi var, her hilesinde yüzlerce Firavun, Firavuna uyanlarla boğulmuş!

781. Musa’nın Tanrısına ve Musa’ya kaç; Firavunluk ederek iman suyunu dökme!

782. Ahad ve Ahmed’e yapış, ey kardeş, ten Ebucehil’inden kurtul!

Kur’an-ı Kerim’de, Hicr sûresinin 39-47. âyetlerinde şöyle buyrulmaktadır:

“İblis: ‘Rabbim! Beni azdırmandan dolayı, ben de yeryüzündeki her şeyi câzib göstererek, kesinlikle onların hepsini azdıracağım. Ancak onlardan muhlis kulların hariç.’ Allah: ‘Bu, Bana varan dosdoğru yoldur’ dedi, ‘Sana uyan azgınlar hariç, kullarım üzerinde hiçbir yaptırım gücün yoktur. Onların tamamının buluşma yeri cehennemdir. Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya onlardan bir grup ayrılmıştır. Takvâ sahipleri, cennetlerde ve pınarların başlarındadırlar. Onlara: Güven ve esenlik içinde oraya girin! denecek. Ve onların göğüslerindeki kötü duyguların tamamını yok ettik. Onlar, kardeşler olarak, tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar’..”

Hasan Dede, “İblis’in ilk ismi Azâzil Efendi idi. Bunun mânâsı nedir? Vücudumuzdaki bütün âzâların efendisi… Akıl da, insana verilmiş olan en üstün ve en büyük nimettir. Bizler, akıl ile bir sürü bilgiye sahip oluyoruz. Yaratıcı, aklı yarattığı zaman, akıla dedi ki: ‘Âdem’e secde et! Ben ondan yüz tutuyorum.’ İşte İblis, ne dedi? ‘O topraktan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ona baş kesmem, secde etmem!’ Ve Allah’a karşı geldi. Cenab-ı Hakk, bunun üzerine onun ismini değiştirdi, Azâzil iken, İblis ismini aldı. Bir kişi de eğer çok bilgiye sahip olur ama kimliğinden habersiz, nefsinde yaşarsa, onun İblis’ten hiçbir farkı yoktur” diye buyurur.

Yine Kur’an-ı Kerim’de, “Ve andolsun ki üstünüzde yedi yol yarattık ve bu yaratıştan gâfil değiliz biz” (Müminûn, 17) diye buyrulur.

Hazreti Ali Efendimiz, “Ben Kalem, Levh-i Mahfûz, Arş, Kürsî ve yedi gök tabakasıyım” der ve şöyle seslenir: “Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir şey mi sanıyorsun? Binlerce âlem sende dürülüdür. Senin istediğin ilaç yine sendedir. Fakat bunu anlayamıyorsun. İlacını aradığın dert de sende meydana gelmiştir, başkalarından gelmemiştir. Fakat buna dikkat etmiyorsun. Sen ey insan, açıklayıcı bir kitap gibisin. Harfler içindeki gizlilikleri açığa vuran ve beyân eden vasıtalardır. Olgun insan, semâvî kitapların tümü kabul edilmiştir. Kalbim, insanı hayretler içinde bırakan çeşitli hikmetleri söyler.”

İnsanda bulunan iki göz, iki kulak, iki burun deliği ve ağız, dünyaya açılan yedi penceredir, fakat beş okunurlar; şöyle ki… Hasan Dede’nin “Hakikatte insanın cemâlinde Ehlibeyt vardır” diye buyurduğu üzere, “Kulaklar, Hazreti Muhammed Efendimizi temsîl eder; gözler, İmam Hasan ve İmam Hüseyin Efendilerimizi; burun, İmam Ali Efendimizi; ağız ise Hazreti Fatma Annemizi temsîl eder.”

Ne güzel buyuruyor Yüce Yaratıcı, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden…

“Gerçekten de biz, insanı, en güzel bir surete sahip olarak yarattık.” (Tîn, 4)

Ve beş duyguyla ilgili olarak da şöyle der Hasan Dede: “İnsan yaratılırken birinci duygu göze verildi. Sen görmeye başladın, güzel bir şeyler görüyorsun, duygulanıyorsun. İkinci duygu kulağa verildi. Güzel şeyler işitiyorsun, duyguya kapılıyorsun. Üçüncü duygu buruna verildi. Güzel kokular alıyorsun, güzel duygulara kapılıyorsun. Dördüncü duygu ele verildi. El güzel şeylere uzanıyor, güzel duygulara kapılıyor. Beşinci duygu ağıza verildi. Bu güzellikleri ruh topladıktan sonra ağızda ruhanî duyguları dile getiriyor ve hep ‘Bir’den konuşuyor. Şimdi bakalım herkes bu gibi duygularda mıdır? Yok. Göz her yere bakıyor. Kulak herkese uzanmış gidiyor. El her şeyi elliyor. Burun her şeyi kokluyor. Ağız da karmakarışık konuşuyor. Neden? Çünkü duyguları ile yaşamıyorlar. İnsan, hakikatte çok mukaddes bir varlıktır. Fakat mâlesef insanların çoğu kayıplardadır. Neden? Çünkü kimliksiz yaşamaktadırlar. Yâni kendilerinde var olan o güzel Yaratıcı’nın varlığından habersiz yaşamaktadır.”

Hazreti Mevlâna, “Putların anası nefsinizin putudur” diye buyuruyor.

Hasan Dede, insanın kendinden, yâni nefsinden kurtulduğunda, putun da kalmayacağını belirterek, “Allah’tan başka sevdiğimiz her şey put, tek ‘Mâbud’ ancak Allah’tır” diye ekliyor ve, “Aslında her resim kendinin; ama hiç resmi yok. Her isim kendinin; ama hiç ismi yok. Onu görmek için gözü, işte bu diri olan Muhammed’den almalı. Bizim gözümüz onu göremez, onun gözü ise Allah’ın gözüdür. Hâl zâten aşikârdır, daha fazla aşikâr etmeye gerek yok. Biz kulağımız açılınca, gözümüz görünce, o hâli anlıyor, görüyoruz. O daima açık da, biz görmüyoruz. Hayret içinde hayret… İnsan, hakikati tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermek için bir çaresini bulamıyor ki…” diyor.

Ne güzel söyler Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“O, öyle bir padişahtır ki, topraktan padişahlar yaratır. Bir iki dilencinin hatırı için kendini dilenci yapar. 

Ölünün yanından geçer, ona can verir. Derde bakınca, derdi devâ hâline getirir. 

Rüzgârı üşütür, dondurur. Sonra onu su hâline getirir. Suyu kaynatır, hava yapar.

Dünyaya hor bakma, çünkü fânîdir. Sonunda o bu fânî dünyayı da bekâ, hâline getirir. 

Gönülde binlerce kilit olsa bile korkma! Sen aşk dükkanını araştır, bul! Orada gönüller anahtarı vardır! 

Biri var ki, kalemsiz, fırçasız bu dünya puthânesinde bizim seyretmemiz için binlerce güzel resimler, tablolar yapıyor. 

Bizim için binlerce Leylâ resmi yaptı ve binlerce Mecnûn resmi yaptı. Allah’ın kendisi için yaptığı bu resim ne güzel bir resimdir! 

Gönlün demir gibi sert bile olsa ağlama; kereminin cilâsı onu parıl parıl parlayan bir ayna haline koyar. 

Dostlardan ayrılıp mezara, toprak altına gittiğin zaman yılanlardan, karıncalardan sana güzel yüzlü dostlar yapar. 

Bak şu anda sen, yaşıyorum sanıyorsun. Aslında, sen beden kabrinin içindesin, o sana bu beden kabrinin içinde, zaman zaman ne gönüller kapan hayaller yaratıyor. Ne güzel tablolar yaratıyor, ne hoş resimler çiziyor.

O, bunları nerede yapıyor, yaratıyor? Kimsecikler laf etmesin, diye o iş yurdunu gizlemiş. O büyük Yaratıcıyı, o eşsiz sanat sahibini bulmak için göğsünü yarsan bile, içeride hiçbir kimseyi bulamazsın. 

Küçük iki yağ parçası içinden akıp gelen, şu iki nur ırmağına, gözlerine bak da onun âsâyı ejderha hâline getirmesine şaşma! 

Şu iki kulağına bak, sözleri içeri çeken kehribâr nerede? Ne şaşılacak bir Yaratıcı ki, iki deliği sözleri çekip alan bir kehribâr hâline getirmede! 

İlâhî binaya, beden sarayına canı çağırır, onu saray sahibi eder. Sonra o saray da oturanı çekip alınca, o saraydan yine bir başka saray meydana getirir.

Saray sahibinin bedeni kabre, yer altına alınmıştır. Ama, gönlünü de Allah’a yurt olarak vermiştir.”