MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXV

Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzı çarpık kalması.

812. Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.

813. Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, ledün ilminden lütûflara mahzârsın.

814. Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeye lâyık ben oldum” dedi.

815. Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri yermeye meylettirir.

816. Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.

817. Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir.

818. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.

819. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.

820. Akar su nerdeyse orası yeşerir; nerde gözyaşı dökülürse oraya rahmet nâzil olur.

821. İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.

822. Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nâil olmak istersen zayıflara merhamet et!

Hasan Dede’nin dile getirdiği bir hikâyede benzer bir vakâ zuhûr eder…

“Şems-i Mardinî, Hazreti Mevlâna’ya karşı, ‘Onun dergâhında ney üfleniyor, rebab çalınıyor, bendir çalınıyor. Bunlar İslâmiyet’te yoktur, oraya gitmeyin’ diye çok dil uzatıyordu.

Bir gün Şems-i Mardinî medresede cemaati ile oturduğu sırada, Hazreti Mevlâna medreseye geldi, karşısında oturdu.

O sırada ikindi vakti geldi, davet okundu, namaza doğruldular. Namazda iken, Şems-i Mardinî secdede bir mânâ gördü. Hazreti Peygamber’in huzuruna geldi.

‘Selâmün aleyküm yâ Resûlallah.’

‘Aleyküm selâm yâ Şems-i Mardinî, ve’l ikrâm’ dedi Hazreti Resûlallah ve sağ ve sol elindeki biri kemikli biri kemiksiz iki et tabağını Şems-i Mardinî’ye uzattı.

Şems-i Mardinî sordu, ‘Yâ Resûlallah, bunların hangisi daha lezzetlidir? Kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Kemiklisi’ diye cevap verdi Peygamber Efendimiz ve mânâ bitti.

Şems-i Mardinî o hava ile Hazreti Mevlâna’nın huzuruna geldi, selâm verdi. Aklınca Mevlâna’yı imtihana tutacak…

‘Bir şey sorabilir miyim yâ Mevlâna?’

‘Buyur, sor.’

‘Etin hangisi daha lezzetlidir, kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Hazreti Resûlallah biraz önce sana söylemedi mi, kemiklisidir, diye…’

Bu cevabı duyar duymaz Şems-i Mardinî bir “Allaaahh” bağırdı, Mevlâna’nın önünde secdeye kapandı. Onun büyüklüğünün farkına vardı ve o günden sonra da hiçbir yerde Mevlâna’ya dil uzatamadı.”

Beyit:

“Bizler tevhid âleminin yanıklarıyız. 

Bizde ‘Lâ ilâhe illallah’ sırrı vardır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 812-814. beyitlerde anlatılan kişi hakkında, “Büyük ihtimâlle, bu hikâyede, Vâil oğlu Âs’ın oğlu Hakem’in Hazreti Muhammed’in yürüyüşünü taklid ederek alay ederken Hazreti Peygamber’in ‘Öyle kal’ demesi üzerine titrek bir hâle gelmesi ve ölünceyedek de o hâlde kalması anlatılmaktadır, ki Furûzanfer, Maâhiz’de bu vakâyı bildirmektedir” der, fakat şunu da ekler ve, “Titrek kalmakla ağız eğilmesi arasında pek münâsebet göremiyoruz. Bu bakımdan bizce hikâyenin kaynağı bu olamaz” diye açıklar.

Hazreti Şems-i Tebrizî, Makalat’ında şöyle buyurur: “Eğer Hazreti Muhammed’in ümmeti hakkında duası, yâni ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, onları bağışla’ diyen yalvarışı olmasaydı nasıl olur da insanlar O’na haset edebilirlerdi. Nasıl olur da O’na kötülük eden Ebu Cehil’in elleri anında kurumazdı. Şu kadarı var ki, O’na bir edepsizlik eden kişiye çabucak bir belâ erişir. O, öyle bir insandır ki, O’nun karşısında bütün insanlar ve melekler her şeyi bırakır, O’nun güzelliğini seyre dalarlar, sözlerine hayran olurlar. Mûcizelerini görenlerin yürekleri yerinden oynar. Fakat O’nun herkesi affeden, koruyan ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, sen onları bağışla’ duası olduğu için insanlar O’na karşı çıkma, O’na edepsizlik etme gafletine düşebildiler. Yüce Efendimizin kıyâmete kadar uzanan, hatta öteki âlemi bile içine alan şefaati, affı, mağfireti, yaratılmışlara karşı duyduğu rahmanî muhabbeti nedeniyle, gerek ümmet-i Muhammed, gerek diğer ümmetler, O’nun yüce ismini gâfilâne zikretmek ve o kutlu insana sırt dönmek cehâletinde bulunmuşlardır.”

Nitekim, Hasan Dede de, “Hazreti Muhammed, kavminden en çok cefâ çeken Peygamber olmasına rağmen, onların cezalandırılması için Allah’a münâcatta bulunmayıp hep sabır göstermiştir. Onlara Allah’tan hidâyet isteyerek: ‘Onların kaplerine hidâyet ver, benim kim olduğumu anlasınlar, ben onları yoketmek için gelmedim’ demiştir” diye anlatır.

Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi Hazreti Mevlâna bakın ne diyor: “Benim bir mânevî evlâdım, bana münâcatta bulunursa ben onun yedi sülâlesine şefaatçi olurum.”

‘Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.’

821. beyitte geçen ‘İnleyen dolap’ ise, Yunus Emre’nin,

“Dolap niçin inilersin? 

Derdim vardır inilerim, 

Ben Mevlâ’ya aşık oldum, 

Anın için inilerim…

Benim adım dertli dolap, 

Suyum akar yalap yalap, 

Böyle emreylemiş Çalab, 

Derdim vardır inilerim…” diye başlayan meşhûr şiirini hafızalarımızda canlandırıyor.

“Unutmayalım ki, bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir” der Hasan Dede, “Bütün dava, sadece Allah’a yaraşır bir insan olmak ve O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yoldaki çabalarımız ne kadar içten ve saf olursa, yaşayacağımız güzellikler de o kadar çok olur.”

Ne güzel seslenir bizlere Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“Eğer onun aşk sırrından haberin varsa, canını ver de sevgiliye öyle bak! 

Aşk kıyısı, dibi bulunmayan büyük bir denizdir. O denizin suyu baştan başa ateştir, dalgası da incidir. 

Onun incileri sırlardır. O sırların her biri de Hakk yolunda yürüyen yolcuyu mânâlar âlemine götüren bir kılavuzdur. 

Dün gece mest olarak uyumuştum. Gece yarısı o ay yüzlü sevgili yanıma geldi. 

Ay ışığında sapsarı yüzümü gördü de acıdı ve sapsarı yüzümü gözyaşları ile ıslattı. 

Merhameti da bana vuslat şerbeti sundu. Bedenimde bulunan kılların her biri ayrı ayrı can buldu.”