MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVII

Hud Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi.

854. Hud, müminlerin bulunduğu yerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir hâlde esiyordu.

855. Çizgiden dışarda olanların hepsini, havada parça parça ediyordu.

856. Şeybân-ı Râi de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.

857. Cuma günü, namaz vakti cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.

858. Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.

859. Tanrı erinin dairesi, hem kurdun hırs yeline set ve mânia olmuştu, hem de koyunun hırs yeline.

860. Böylece ecel rüzgârı da âriflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoş.

861. Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Tanrı seçilmişiydi, onu nasıl ısırabilir?

862. Din erbâbı şehvet ateşinden yanmaz; başkalarını tâ yerin dibine geçirmiş olsa da.

863. Deniz dalgası Tanrı fermânıyla koşunca Musa kavmini Kıptîlerden ayırdetti.

864. Tanrı fermânı erişince toprak, Kârun’u altınlarıyla, tahtıyla tâ dibine çekti.

865. Su ile toprak, İsa’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu.

866. Tanrı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan bedeninden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibârettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.

867. Tûr Dağı, Musa nurundan raksa geldi, kâmil bir sûfî oldu, noksandan kurtuldu.

868. Dağ bir azîz sûfî olursa şaşılacak ne var? Musa’nın cismi de bir kesek parçasından ibâretti.

Hazreti Mevlâna, Divân-ı Kebîr’deki bir kasîdesinde, “İlâhî nur denizinde gizlenmiş olan âriflerin nefesleri nurdandır! Onlar, hep nuru teneffüs ederler; bilgisiz karanlığı yok ederler! Buraya gelince kalem kırıldı, kağıt da yırtıldı! Lütûf sahibi Rabb’in büyüklüğünü, kudretini anlayınca dağ bile paramparça olur!” diye seslenir.

Hasan Dede, “Cuma’nın mânâsı cem olmak demektir. Yâni cemâl cemâle gelmek, hâl hatır soruşmak ve Hakk muhabbeti yapmak demektir” der ve şöyle misâl verir: “Peygamber Efendimizin zamanında, sahâbe bir pervâne gibi onun etrafında dolaşır ve ondan bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşgûliyetlerinden dolayı Hazreti Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü diğerlerine sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için, boğaz tokluğuna Peygamberimizi tâkib eder, bazıları da Efendimiz’in sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hazreti Peygamber’i dinlerken sanki başlarında birer kuş var da, hareket edecek olurlarsa uçup gidecekmiş gibi pür dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için aralarında müzâkere ederlerdi.”

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, “Koyun sürüsüne salıverilmiş olan iki kurdun sürüye verdiği zarar; insanın, mal ve mevkî hırsı ile dinine verdiği zarar kadar olamaz” diye buyurur.

857. beyitte adı geçen ve cuma namazına giderken güttüğü koyun sürüsüne kurtların saldırmamaları için etraflarına bir çizgi çeken ve bu sûretle, ne bir koyunun bu çizgiden dışarı çıkmasını ne de bir kurdun içeri girmesini tedbîr eden Şeybân-ı Râi de ulu ve ârif bir zâttır. Öyle ki, Abdülbâki Gölpınarlı, yaptığı tefsîrde, Gazâlî’nin “İhyâ’ul-Ul’um” isimli eserinde, Şâfî’nin, bu zâtın huzurunda âdetâ bir mekteb çocuğu gibi oturduğunu, ona sorular sorduğunu, bu hâle şaşanlara da, “O, Tanrı bilgisini biliyor” dediğini rivâyet ettiğini açıklar.

Beyit:

“Şems-i Tebrizî, gönül goncasının kulağına buyurdu, dedi ki: 

Nefsânî isteklerden kurtulur da, gönül gözün açılırsa; sen de bizimle beraber görülecek şeyleri görürsün.”

“İçindeki bu düşmanı, sevgin, aşkın ve bakışın daima Hazreti Muhammed’e, Hazreti Mevlâna’ya yöneldiği zaman yenebilirsin” der Hasan Dede, “Onlar insanı nefsinden arındırır. Fakat ‘Ben!’ dedik mi, bir bardak suyun içinde boğulduk demektir… İnsan, tam bir imanla Allah’a yola koyulursa, artık kendine ait birşey kalmaz ve onda varlığını gösteren tamamiyle iman ettiği yer olur. Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yâni diğer bir deyişle ateşin bize kulluk etmesi için, bizim İbrahim Halîlullah gibi olmamız gerekir. Onun gibi teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kâinat ona hizmettedir. Fakat bu yere akılla varılmaz; insan akla düştü mü, acaba mı, nasıl mı, neden mi, niçin mi, diye sorgu suâl etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, nefsine düşmüştür. İnsana en büyük acıyı veren de nefsidir.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna…

“Diken ekersen, gül devşiririm mi dersin? Gül dikmezsen, hiçbir fidan gül vermez sana. Dereler buğdaydır âdetâ bu dünya ise değirmen; fakat değirmene kerpiç götürürsen ancak toprak elde edersin.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXVI

O Yahudi padişahının ateşe itâb eylemesi.

823. Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabîatındaki o cihanı yakıcılık nerde?”

824. Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassân? Yoksa bizim tâlihimizden niyetin mi değişti?

825. Sen ateşe tapana bile lütfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu?

826. Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebeb ne, kâdir mi değilsin?

827. Bu, gözbağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz?

828. Seni birisi büyüledi mi, yoksa bu simyâ mı? Yâhut tabîatının değişmesi bizim tâlihimizden mi?”

829. Ateş dedi ki: “Ey Şamân! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim harâretimi gör!

830. Benim tabîatım da değişmedi, unsurum da. Ben Tanrı kılıcıyım, izinle keserim.

831. Türkmen’in köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış,

832. Ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden arslancasına hamleler görür.

833. Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Tanrı da hayat ve kudrette bir Türk’ten aşağı kalmaz.”

834. Tabîat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir.

835. Tabîat ateşi eğer sana sevinç verirse ona o sevinci din sultanı verir.

836. Gam görünce istiğfâr et. Çünkü gam, Hâlik emriyle tesîr eder.

837. Tanrı isterse bizzât gam, neşe… ayakbağı ise âzâdlık ve hürriyet olur.

838. Rüzgâr, toprak, su, ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hakk’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.

839. Ateş, Tanrı huzurunda daima emre hazırdır, aşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır.

840. Taşı, demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım, Tanrı fermânıyla dışarıya ayak basar.

841. Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi meydana çocuk getirirler.

842. Taş ve demir, sebepten ibârettir ama, ey iyi adam, sen daha ileriye bak!

843. Çünkü bu sebebi o sebeb zuhûra getirmiştir. Zâhirî sebeb, hakiki sebeb olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?

844. Enbiyâ’ya rehber olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.

845. Bu sebebi müessîr bir hâle getiren o sebeptir. Bazen de semeresiz ve âtıl kılar, hükümsüz bırakır.

846. Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de Enbiyâ’dır.

847. Bu sebeb kelimesinin “Türkçesi nedir?” denirse, “İptir” diye cevap ver. Bu ip, bu kuyuda işe yarar.

848. Çıkrığın dönmesi, ipin sarılıp koyuverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.

849. Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha… bu başı dönmüş felekten bilme.

850. Ki felek gibi bomboş ve sersem bir hâlde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın!

851. Rüzgâr, Hakk’ın emriyle ateş olur; her ikisi de Tanrı şarabıyla sarhoş olmuşlardır.

852. Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hakk’tan olduğunu görürsün.

853. Rüzgârın canı, Hakk’a vâkıf olmasaydı, Âd kavmini nasıl ayırdederdi?

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde bakın nasıl sesleniyor bizlere…

“Her gece kendi kendimi kucaklayınca, kendimde sevgilimin kokusunu bulurum. 

Dün aşk bahçesine gitmiştim. Aklıma onu görmek hevesi düştü. Ona karşı duyduğum aşırı özlem, sevgi gönlümden taştı, gözlerimden coştu da gözyaşı ırmağı hâlinde akmaya başladı. 

Gözyaşları hâlinde akan sevgi ırmağının kıyısında her gülen gül, varlık, benlik dikeninden kurtulmuş, solmaktan emân bulmuştu. Dalından kesecek kılıçtan kendini kurtarmıştı. 

Çayırlıkta bulunan her ağaç, her ot oynamaktaydı, fakat benlik sevdâsına kapılmış değersiz kişilerin gözleri onları görmüyordu. 

Ansızın o selvi boylu güzelimiz bir taraftan çıkageldi. Onun güzelliği karşısında bahçe kendinden geçti. Heyecana kapılan çınar el çırpmaya başladı. 

Yüz ateş gibi, şarap ateş gibi, aşk ateş gibi, bunların üçü de hoş. Can bu ateşler yüzünden alt üst olmuş, perişan olmuş, feryâdlar içinde; ‘Nerelere kaçayım?’ deyip duruyordu. 

Allah’ın birlik dünyasında bu çeşit çeşit varlıklarda sayıya yer oktur. Sayı beş duygu ile dört unsur arasında anlatılması zor olan bu konuları anlatmak için meydana gelmiş bir şey! 

Yüz binlerce tatlı elmaları teker teker saymayı düşünebilirsiniz. Onların hepsinin bir olmasını istiyorsan, onların hepsini sık, suyunu çıkar! 

Görmüyor musun? Yüzbinlerce üzüm tanesi, birer yuvarlak kabuk perdesinin içinde gizlenmişler. Onlar ezilerek kabuk perdeleri yırtıldığı zaman padişahın şarabı olurlar.

Harfleri saymaksızın gönülde beliren sözlere dikkat et! Bu sözler nereden meydana geliyor? Sözlerin rengi yoktur, fakat bu kâinatta her şeyi güzel, hoş bir şekilde yaratan, her şeyi akıl almaz bir hâlde tertîb edenden bir şekle bürünüp gelir. Aslında o sözler bizim değildir. Bizim ötemizde bulunan birisi o sözleri bize söyletiyor. 

Ey ay yüzlü sevgili! Sen olmayınca gül bahçesi bana cehennem gibi gelir. Ağaç ateş, fidan ateş, gül ateş, meyveler ve yapraklar bana hep ateş gibi görünür.

Güzel, tatlı sözler onun cemâlinin; hoş olmayanlar da onun celâlinin bir tecellîsidir. 

Tebrizli Şems, bir padişah gibi gönül tahtına oturmuş, benim şiirlerim de kullar, köleler misâli onun huzurunda saf bağlamışlardır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXV

Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzı çarpık kalması.

812. Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.

813. Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, ledün ilminden lütûflara mahzârsın.

814. Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeye lâyık ben oldum” dedi.

815. Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri yermeye meylettirir.

816. Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.

817. Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir.

818. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.

819. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.

820. Akar su nerdeyse orası yeşerir; nerde gözyaşı dökülürse oraya rahmet nâzil olur.

821. İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.

822. Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nâil olmak istersen zayıflara merhamet et!

Hasan Dede’nin dile getirdiği bir hikâyede benzer bir vakâ zuhûr eder…

“Şems-i Mardinî, Hazreti Mevlâna’ya karşı, ‘Onun dergâhında ney üfleniyor, rebab çalınıyor, bendir çalınıyor. Bunlar İslâmiyet’te yoktur, oraya gitmeyin’ diye çok dil uzatıyordu.

Bir gün Şems-i Mardinî medresede cemaati ile oturduğu sırada, Hazreti Mevlâna medreseye geldi, karşısında oturdu.

O sırada ikindi vakti geldi, davet okundu, namaza doğruldular. Namazda iken, Şems-i Mardinî secdede bir mânâ gördü. Hazreti Peygamber’in huzuruna geldi.

‘Selâmün aleyküm yâ Resûlallah.’

‘Aleyküm selâm yâ Şems-i Mardinî, ve’l ikrâm’ dedi Hazreti Resûlallah ve sağ ve sol elindeki biri kemikli biri kemiksiz iki et tabağını Şems-i Mardinî’ye uzattı.

Şems-i Mardinî sordu, ‘Yâ Resûlallah, bunların hangisi daha lezzetlidir? Kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Kemiklisi’ diye cevap verdi Peygamber Efendimiz ve mânâ bitti.

Şems-i Mardinî o hava ile Hazreti Mevlâna’nın huzuruna geldi, selâm verdi. Aklınca Mevlâna’yı imtihana tutacak…

‘Bir şey sorabilir miyim yâ Mevlâna?’

‘Buyur, sor.’

‘Etin hangisi daha lezzetlidir, kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?’

‘Hazreti Resûlallah biraz önce sana söylemedi mi, kemiklisidir, diye…’

Bu cevabı duyar duymaz Şems-i Mardinî bir “Allaaahh” bağırdı, Mevlâna’nın önünde secdeye kapandı. Onun büyüklüğünün farkına vardı ve o günden sonra da hiçbir yerde Mevlâna’ya dil uzatamadı.”

Beyit:

“Bizler tevhid âleminin yanıklarıyız. 

Bizde ‘Lâ ilâhe illallah’ sırrı vardır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, 812-814. beyitlerde anlatılan kişi hakkında, “Büyük ihtimâlle, bu hikâyede, Vâil oğlu Âs’ın oğlu Hakem’in Hazreti Muhammed’in yürüyüşünü taklid ederek alay ederken Hazreti Peygamber’in ‘Öyle kal’ demesi üzerine titrek bir hâle gelmesi ve ölünceyedek de o hâlde kalması anlatılmaktadır, ki Furûzanfer, Maâhiz’de bu vakâyı bildirmektedir” der, fakat şunu da ekler ve, “Titrek kalmakla ağız eğilmesi arasında pek münâsebet göremiyoruz. Bu bakımdan bizce hikâyenin kaynağı bu olamaz” diye açıklar.

Hazreti Şems-i Tebrizî, Makalat’ında şöyle buyurur: “Eğer Hazreti Muhammed’in ümmeti hakkında duası, yâni ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, onları bağışla’ diyen yalvarışı olmasaydı nasıl olur da insanlar O’na haset edebilirlerdi. Nasıl olur da O’na kötülük eden Ebu Cehil’in elleri anında kurumazdı. Şu kadarı var ki, O’na bir edepsizlik eden kişiye çabucak bir belâ erişir. O, öyle bir insandır ki, O’nun karşısında bütün insanlar ve melekler her şeyi bırakır, O’nun güzelliğini seyre dalarlar, sözlerine hayran olurlar. Mûcizelerini görenlerin yürekleri yerinden oynar. Fakat O’nun herkesi affeden, koruyan ‘Yâ Rabbi, onlar bilmiyorlar, sen onları bağışla’ duası olduğu için insanlar O’na karşı çıkma, O’na edepsizlik etme gafletine düşebildiler. Yüce Efendimizin kıyâmete kadar uzanan, hatta öteki âlemi bile içine alan şefaati, affı, mağfireti, yaratılmışlara karşı duyduğu rahmanî muhabbeti nedeniyle, gerek ümmet-i Muhammed, gerek diğer ümmetler, O’nun yüce ismini gâfilâne zikretmek ve o kutlu insana sırt dönmek cehâletinde bulunmuşlardır.”

Nitekim, Hasan Dede de, “Hazreti Muhammed, kavminden en çok cefâ çeken Peygamber olmasına rağmen, onların cezalandırılması için Allah’a münâcatta bulunmayıp hep sabır göstermiştir. Onlara Allah’tan hidâyet isteyerek: ‘Onların kaplerine hidâyet ver, benim kim olduğumu anlasınlar, ben onları yoketmek için gelmedim’ demiştir” diye anlatır.

Hazreti Muhammed Efendimizin bendesi Hazreti Mevlâna bakın ne diyor: “Benim bir mânevî evlâdım, bana münâcatta bulunursa ben onun yedi sülâlesine şefaatçi olurum.”

‘Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarma ve münâcatta bulunma meylini verir. Onun için ağlayan göz ne mübârektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir. Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.’

821. beyitte geçen ‘İnleyen dolap’ ise, Yunus Emre’nin,

“Dolap niçin inilersin? 

Derdim vardır inilerim, 

Ben Mevlâ’ya aşık oldum, 

Anın için inilerim…

Benim adım dertli dolap, 

Suyum akar yalap yalap, 

Böyle emreylemiş Çalab, 

Derdim vardır inilerim…” diye başlayan meşhûr şiirini hafızalarımızda canlandırıyor.

“Unutmayalım ki, bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir” der Hasan Dede, “Bütün dava, sadece Allah’a yaraşır bir insan olmak ve O’nun rızasını kazanmaktır. Bu yoldaki çabalarımız ne kadar içten ve saf olursa, yaşayacağımız güzellikler de o kadar çok olur.”

Ne güzel seslenir bizlere Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“Eğer onun aşk sırrından haberin varsa, canını ver de sevgiliye öyle bak! 

Aşk kıyısı, dibi bulunmayan büyük bir denizdir. O denizin suyu baştan başa ateştir, dalgası da incidir. 

Onun incileri sırlardır. O sırların her biri de Hakk yolunda yürüyen yolcuyu mânâlar âlemine götüren bir kılavuzdur. 

Dün gece mest olarak uyumuştum. Gece yarısı o ay yüzlü sevgili yanıma geldi. 

Ay ışığında sapsarı yüzümü gördü de acıdı ve sapsarı yüzümü gözyaşları ile ıslattı. 

Merhameti da bana vuslat şerbeti sundu. Bedenimde bulunan kılların her biri ayrı ayrı can buldu.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXIV

O Yahudi padişahının, küçük bir çocukla bir kadını getirip, o çocuğu ateşe atması, çocuğun dile gelerek halkı ateşe atılmaya teşvîk etmesi.

783. O Yahudi, bir kadını çocuğuyla putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı.

784. Çocuğu, anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı.

785. Kadın, put önünde secde etmek isteyince, çocuk ateş içinde “Ben ölmedim” diye haykırdı.

786. “Ana, gel. Gerçi zâhirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum.

787. Bu ateş; perde olarak zâhirde bir gözbağıdır. Fakat hakikatte mânâ yakasından baş çıkarmış, zuhûr etmiş bir rahmettir.

788. Ana, gel de Tanrı’nın burhânını gör ki bu suretle Hakk haslarının zevk ve işâretini de göresin.

789. Ana, hakikatte ateş olan, fakat zâhiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör!

790. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör.

791. Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan pek korkuyordum.

792. Hâlbuki senden doğunca havası hoş, rengi güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum.

793. Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.

794. Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsa nefesi var.

795. Şekil yok, kendisi var bir cihan… O zâhiren var olan, dünya ise sebatsız şekilden ibâret.

796. Ana, analık hakkı için gel, gir… bu ateşin ateşlik hassası yok.

797. Ana, gel, gir… tam tâlih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir… devleti elinden kaçırma.

798. O köpeğin kudretini gördün. Gel bir de Tanrı’nın lütûf ve kudretini gör.

799. Ben sana acıdığımdan ayağını çekiyorum, yoksa neşemden zâten seni kayıracak hâlde değilim.

800. İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur.

801. Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azâptan ibârettir.

802. Ey ahâli, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasîbe pervâne gibi gelin, atılın!” diye bağırdı.

803. O, cemaat ortasında böyle bağırmakta; halk, sesinden heybet içinde kalmaktaydı.

804. Bunun üzerine kadın erkek kendilerini, gayriihtiyârî, ateşe atmaya başladılar.

805. Hem de memûr olmaksızın, kimse kendilerine cebretmeksizin. Yalnız dost aşkıyla. Çünkü sevgili, her acıya lezzet verir.

806. Nihâyet öyle oldu ki hademe, halkı “Ateşe atılmayınız” diye men etmeye başladı.

807. O Yahudi, yüzü kara ve mahcûb bir hâle geldi. Bu sebeple pişman oldu, gönlü sıkıldı.

808. Zîrâ halk, imana eskiden olduğundan daha ziyâde aşık, kendilerini fedâ etmede daha fazla sadık oldular.

809. Şükrolsun ki, şeytanın hilesi ayağına dolaştı. Şükrolsun ki, şeytan da kendisini yüzü kara gördü!

810. Halkın çehresine sürüp bulaştırdığı zillet tamamiyle o adamlıktan dışarı padişahın yüzüne bulaştı.

811. O, pervâsızca, halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde bakın nasıl bir seslenişte bulunuyor bizlere ve diyor ki:

“Dostu dosta götüreni, melekleri gökyüzünden yeryüzüne indireni getir! 

Her gece, Hazreti Muhammed gibi miraca çıkmak için aşk burağına eğer vuranı getir! 

Aklını başına al da, sen canla arkadaş ol, onunla düş kalk, onun huzurunda otur! Çünkü her oturuşta, biraz daha onun huylannı, sıfatlarını elde edersin.

Sakîsi ruh olan sonsuzluk aşk şarabını alır çekersin, çekince de kendinden geçersin, öyle bir hâl alırsın ki, 

Hakk yolu yolcusuna; ‘Git de canla oynama huyunu pervaneden öğren!’ dersin. Çünkü o, seni din mumunun ateşine çağırmaktadır.

Allah’ın vahyi geldi. Can kulağınızı açın da onu duyun. Çünkü mânâ kulağı açık olan kişiye, Allah hakikati gören göz ihsan eder. 

Dostun gönle gelen hayali sana buluşma müjdesini verir. O hayal, o zan seni alır; yakîne, tam imana çeker götürür. 

Sen düştüğün şüphe kuyusunda Yusuf gibisin. Dostun hayali de sanki bir iptir sen o ipe sıkıca tutunup çıkarsan kendini yücelerde, göklerin üstünde bulursun. 

Buluşma günü aklın başında kalabilirse sana der ki; ‘Ben, sana nefsanî arzularını ayak altına al!’ dememiş miydim? İşte dediğim gibi oldu; nefsi terk ettin de dostu buldun. 

Eğer sen, insan gibi yaşarsan, doğru bir kişi olursan, can buluşma evine girer. Eğer eğri bir kişiysen, seni atlaslara, giyinmeye, kuşanmaya çeker götürür.

Dünya hayatında başına gelen belâlara, cefâ dikenlerine katlan! Çünkü çektiğin acılar, sıkıntılar seni dikenlerden alır da güllere kavuşturur. Reyhanların, yaseminlerin bulunduğu bahçeye çeker götürür. 

Dost uğruna düşmanların lânetini, hakaretini, küfürlerini şerbet gibi iç! Çünkü bu lânetler, hakaretler, küfürler, seni lütûflara, senâlara, âferinlere mânevî derecelere ulaştırır.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXIII

Yahudi padişahının ateş yaktırması, ateşin yanına, kim puta secde ederse ateşten kurtuldu diye bir put diktirmesi.

769. O köpek Yahudi, bak, ne tedbîrde bulundu? Ateşin yanına bir put dikti.

770. “Kim bu puta taparsa kurtulur. Secde etmeyen, ateşin tam ortasına oturur” dedi.

771. O, bu nefs putunun cezasını vermeyince nefs putundan, başka bir put doğdu.

772. Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır.

773. Nefs; demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.

774. Fakat taş ve demir, su ile söner mi? Âdemoğlunda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emîn olur?

* Taş ve demir, ateşi içlerinde tutarlar, su onların ateşine işleyemez, tesîr edemez.

* Irmak suyunda haricî ateş söner. Fakat taş ve demirin içine su nasıl girer?

* Küpün ve testinin suyu fânîdir. Lâkin pınarın suyu daima taze ve bâkîdir.

* Ateş ve dumanın aslı demir ve taştır. Hıristiyan ve Yahudi küfrü, ikisinin aslı değildir.

775. Put, bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suya pınar bil.

776. O, yontulmuş put, kara sel gibidir. Put yapan nefs, anayolda bir pınardır.

777. Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar.

778. Put kırmak kolay, gâyet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir!

779. Ey oğul, nefsin misâl ve suretini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını oku!

780. Nefsin her ânda bir hilesi var, her hilesinde yüzlerce Firavun, Firavuna uyanlarla boğulmuş!

781. Musa’nın Tanrısına ve Musa’ya kaç; Firavunluk ederek iman suyunu dökme!

782. Ahad ve Ahmed’e yapış, ey kardeş, ten Ebucehil’inden kurtul!

Kur’an-ı Kerim’de, Hicr sûresinin 39-47. âyetlerinde şöyle buyrulmaktadır:

“İblis: ‘Rabbim! Beni azdırmandan dolayı, ben de yeryüzündeki her şeyi câzib göstererek, kesinlikle onların hepsini azdıracağım. Ancak onlardan muhlis kulların hariç.’ Allah: ‘Bu, Bana varan dosdoğru yoldur’ dedi, ‘Sana uyan azgınlar hariç, kullarım üzerinde hiçbir yaptırım gücün yoktur. Onların tamamının buluşma yeri cehennemdir. Onun yedi kapısı vardır. Her kapıya onlardan bir grup ayrılmıştır. Takvâ sahipleri, cennetlerde ve pınarların başlarındadırlar. Onlara: Güven ve esenlik içinde oraya girin! denecek. Ve onların göğüslerindeki kötü duyguların tamamını yok ettik. Onlar, kardeşler olarak, tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar’..”

Hasan Dede, “İblis’in ilk ismi Azâzil Efendi idi. Bunun mânâsı nedir? Vücudumuzdaki bütün âzâların efendisi… Akıl da, insana verilmiş olan en üstün ve en büyük nimettir. Bizler, akıl ile bir sürü bilgiye sahip oluyoruz. Yaratıcı, aklı yarattığı zaman, akıla dedi ki: ‘Âdem’e secde et! Ben ondan yüz tutuyorum.’ İşte İblis, ne dedi? ‘O topraktan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ona baş kesmem, secde etmem!’ Ve Allah’a karşı geldi. Cenab-ı Hakk, bunun üzerine onun ismini değiştirdi, Azâzil iken, İblis ismini aldı. Bir kişi de eğer çok bilgiye sahip olur ama kimliğinden habersiz, nefsinde yaşarsa, onun İblis’ten hiçbir farkı yoktur” diye buyurur.

Yine Kur’an-ı Kerim’de, “Ve andolsun ki üstünüzde yedi yol yarattık ve bu yaratıştan gâfil değiliz biz” (Müminûn, 17) diye buyrulur.

Hazreti Ali Efendimiz, “Ben Kalem, Levh-i Mahfûz, Arş, Kürsî ve yedi gök tabakasıyım” der ve şöyle seslenir: “Ey insanoğlu, sen kendini küçük bir şey mi sanıyorsun? Binlerce âlem sende dürülüdür. Senin istediğin ilaç yine sendedir. Fakat bunu anlayamıyorsun. İlacını aradığın dert de sende meydana gelmiştir, başkalarından gelmemiştir. Fakat buna dikkat etmiyorsun. Sen ey insan, açıklayıcı bir kitap gibisin. Harfler içindeki gizlilikleri açığa vuran ve beyân eden vasıtalardır. Olgun insan, semâvî kitapların tümü kabul edilmiştir. Kalbim, insanı hayretler içinde bırakan çeşitli hikmetleri söyler.”

İnsanda bulunan iki göz, iki kulak, iki burun deliği ve ağız, dünyaya açılan yedi penceredir, fakat beş okunurlar; şöyle ki… Hasan Dede’nin “Hakikatte insanın cemâlinde Ehlibeyt vardır” diye buyurduğu üzere, “Kulaklar, Hazreti Muhammed Efendimizi temsîl eder; gözler, İmam Hasan ve İmam Hüseyin Efendilerimizi; burun, İmam Ali Efendimizi; ağız ise Hazreti Fatma Annemizi temsîl eder.”

Ne güzel buyuruyor Yüce Yaratıcı, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden…

“Gerçekten de biz, insanı, en güzel bir surete sahip olarak yarattık.” (Tîn, 4)

Ve beş duyguyla ilgili olarak da şöyle der Hasan Dede: “İnsan yaratılırken birinci duygu göze verildi. Sen görmeye başladın, güzel bir şeyler görüyorsun, duygulanıyorsun. İkinci duygu kulağa verildi. Güzel şeyler işitiyorsun, duyguya kapılıyorsun. Üçüncü duygu buruna verildi. Güzel kokular alıyorsun, güzel duygulara kapılıyorsun. Dördüncü duygu ele verildi. El güzel şeylere uzanıyor, güzel duygulara kapılıyor. Beşinci duygu ağıza verildi. Bu güzellikleri ruh topladıktan sonra ağızda ruhanî duyguları dile getiriyor ve hep ‘Bir’den konuşuyor. Şimdi bakalım herkes bu gibi duygularda mıdır? Yok. Göz her yere bakıyor. Kulak herkese uzanmış gidiyor. El her şeyi elliyor. Burun her şeyi kokluyor. Ağız da karmakarışık konuşuyor. Neden? Çünkü duyguları ile yaşamıyorlar. İnsan, hakikatte çok mukaddes bir varlıktır. Fakat mâlesef insanların çoğu kayıplardadır. Neden? Çünkü kimliksiz yaşamaktadırlar. Yâni kendilerinde var olan o güzel Yaratıcı’nın varlığından habersiz yaşamaktadır.”

Hazreti Mevlâna, “Putların anası nefsinizin putudur” diye buyuruyor.

Hasan Dede, insanın kendinden, yâni nefsinden kurtulduğunda, putun da kalmayacağını belirterek, “Allah’tan başka sevdiğimiz her şey put, tek ‘Mâbud’ ancak Allah’tır” diye ekliyor ve, “Aslında her resim kendinin; ama hiç resmi yok. Her isim kendinin; ama hiç ismi yok. Onu görmek için gözü, işte bu diri olan Muhammed’den almalı. Bizim gözümüz onu göremez, onun gözü ise Allah’ın gözüdür. Hâl zâten aşikârdır, daha fazla aşikâr etmeye gerek yok. Biz kulağımız açılınca, gözümüz görünce, o hâli anlıyor, görüyoruz. O daima açık da, biz görmüyoruz. Hayret içinde hayret… İnsan, hakikati tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermek için bir çaresini bulamıyor ki…” diyor.

Ne güzel söyler Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde…

“O, öyle bir padişahtır ki, topraktan padişahlar yaratır. Bir iki dilencinin hatırı için kendini dilenci yapar. 

Ölünün yanından geçer, ona can verir. Derde bakınca, derdi devâ hâline getirir. 

Rüzgârı üşütür, dondurur. Sonra onu su hâline getirir. Suyu kaynatır, hava yapar.

Dünyaya hor bakma, çünkü fânîdir. Sonunda o bu fânî dünyayı da bekâ, hâline getirir. 

Gönülde binlerce kilit olsa bile korkma! Sen aşk dükkanını araştır, bul! Orada gönüller anahtarı vardır! 

Biri var ki, kalemsiz, fırçasız bu dünya puthânesinde bizim seyretmemiz için binlerce güzel resimler, tablolar yapıyor. 

Bizim için binlerce Leylâ resmi yaptı ve binlerce Mecnûn resmi yaptı. Allah’ın kendisi için yaptığı bu resim ne güzel bir resimdir! 

Gönlün demir gibi sert bile olsa ağlama; kereminin cilâsı onu parıl parıl parlayan bir ayna haline koyar. 

Dostlardan ayrılıp mezara, toprak altına gittiğin zaman yılanlardan, karıncalardan sana güzel yüzlü dostlar yapar. 

Bak şu anda sen, yaşıyorum sanıyorsun. Aslında, sen beden kabrinin içindesin, o sana bu beden kabrinin içinde, zaman zaman ne gönüller kapan hayaller yaratıyor. Ne güzel tablolar yaratıyor, ne hoş resimler çiziyor.

O, bunları nerede yapıyor, yaratıyor? Kimsecikler laf etmesin, diye o iş yurdunu gizlemiş. O büyük Yaratıcıyı, o eşsiz sanat sahibini bulmak için göğsünü yarsan bile, içeride hiçbir kimseyi bulamazsın. 

Küçük iki yağ parçası içinden akıp gelen, şu iki nur ırmağına, gözlerine bak da onun âsâyı ejderha hâline getirmesine şaşma! 

Şu iki kulağına bak, sözleri içeri çeken kehribâr nerede? Ne şaşılacak bir Yaratıcı ki, iki deliği sözleri çekip alan bir kehribâr hâline getirmede! 

İlâhî binaya, beden sarayına canı çağırır, onu saray sahibi eder. Sonra o saray da oturanı çekip alınca, o saraydan yine bir başka saray meydana getirir.

Saray sahibinin bedeni kabre, yer altına alınmıştır. Ama, gönlünü de Allah’a yurt olarak vermiştir.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXII

“Bu can madeninden, o Sultan’ın yanından geldiğimiz gibi, burhânımızı duyunca da, yine vatanına doğru döneriz. 

Susuyoruz.. Şimdi bu gamları kimseye söylemeyiz; Cenab-ı Mevlâna’mız köşkümüzün gönül sofrasında göründü.” Hasan Çıkar Dede

751. Kimin bir yıldızla alâka ve merbûtiyeti varsa o, kendi yıldızıyla döner dolaşır, o yıldızın tesîri altındadır.

752. Tâlihli Zühre ise şevki, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.

753. Kan dökücü huylu Mirrih’e mensûb ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.

754. Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirâk ve nâhis olmaz.

755. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde de seyir ve hareket ederler.

756. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar.

757. Her kimin tâlihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zâtı, kâfirleri taşlayıp yakar.

758. Onun hışmı, bazen gâlib gelen, bazen mağlûb olan ve tesîri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.

759. Gâlib nur, noksandan ve karanlıktan emîndir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır.

760. O nuru, canlara Hakk saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.

761. O nur saçısını bulan, yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir.

762. Kimin aşk eteği yoksa o, nur saçısından nasîpsiz kalmıştır.

763. Cüzîlerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.

764. Öküzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara!

765. İyi renkler, temizlik küpünden hâsıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir.

766. O lâtif rengin adı “Sıbgatullah – Tanrı boyası”dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lânetidir.

767. Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır.

768. Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşkla karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!

754. beyitte geçen ‘ihtirâk’ ile ilgili olarak Abdülbâki Gölpınarlı şu yorumu yapar: 

“İhtirâk, aydan başka öbür yıldızların güneşle bir derecede bulunmalarıdır. Eski yıldız bilgisine inananlarca ihtirâk ve yıldızlara, büyük, yâhut küçük kutsuz yıldızların üst oluşu kutsuzluk meydana getirir. Mevlâna, yıldızlardan, onların şu veyâ bu hâlde oluşlarından bahsederken, bu çeşit inançların bâtıl olduğunu da bildirmiş oluyor.

Kur’an-ı Kerim’de, Hicr sûresinin 18. âyetinde,  Saffat sûresinin 10. âyetinde ve Cin sûresinin 8-9. âyetlerinde, bir söz duymak, bir haber almak için göğe çıkmak isteyen cin ve şeytanların, melekler tarafından atılan şihaplarla yakıldığı bildirilir.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadîsinde, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz” diye buyurur.

İşte Hazreti Mevlâna, “Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirâk ve nâhis olmaz. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde de seyir ve hareket ederler. Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar. Her kimin tâlihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zâtı, kâfirleri taşlayıp yakar” diye buyururken Hazreti Muhammed Efendimizin bu hadîsine işâret eder.

Ve yine şöyle seslenir… “Gündüzün güneşte yok olan yıldızlar gibi Allah varlığında yok olup kendisinden geçenler, hüner ve sanatlariyle şerlerinden emîn olmuşlardır. Yok olana tehlike olmaz.”

759. beyitte Mevlâna, “Gâlib nur, noksandan ve karanlıktan emîndir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır” diye buyururken de, Hazreti Muhammed Efendimizin, “Kalpler Allah’ın kudret parmaklarından iki parmağı arasındadır; çevirir, döndürür” ve “Gerçekten de Allah, halkı karanlıkta yarattı; sonra ışığını saçtı onlara. Bu ışıktan kime bir ışık düştüyse bugün odur doğru yolu bulan; kime düşmediyse yanılmış gitmiştir” hadîslerine işâret eder.

Hasan Dede, “İnsan, Cenab-ı Hakk’ın mânâ ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifirî karanlıktadır” der ve şöyle devam eder, “Oysa ki, Hazreti Muhammed Efendimizin ışığıyla aydınlansa, teslim olacak ve huzur bulacak. Allah’ın rahmeti herşeyi kuşatmıştır. Varlığında hiçbir şey yoktur ki, rahmetiyle onu zikretmemiş olsun. Cenab-ı Allah’ın herhangi bir şeyi zikretmesindeki mânâ, o şeye bulunduğu hâle göre varlık bahşetmesidir. Bu âlemde herkes kendi mertebesini gerçekleştirir, herkesin nimeti bu mertebeye, yâni Allah’a yakınlığı derecesine göre olur. Kemâlâta ererek gerçek anlamda yokluğa eren ve bu yokluğun sırrını bilen kimse en büyük nimeti elde eder. Bu bilgi herkesin kendi idrâkine göredir. Bu hususta kim ne diyor ve ne yapıyorsa boşa gitmez. Fakat bilenle bilmeyen de bir olmaz.”

Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de, Dehr sûresinin 3. âyetinde, “İster şükretsin, ister nankör olsun, gerçekten de biz ona doğru yolu gösterdik” diye buyrulmaktadır.

Yüce Pîr Mevlâna’nın dediği gibi… “O nur saçısını bulan, yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir. Kimin aşk eteği yoksa o, nur saçısından nasîpsiz kalmıştır. Cüzîlerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir…”

Hasan Dede, “İnsanlar birbirlerine benzemedikleri gibi, akıllarda birbirlerine benzemezler. Elbiselerde ne kadar çok renkler vardır. Birbirinin aynı olan iki elbisenin kumaşları, aynı boya kazanından çıksa bile, güneşte kuruyanla gölgede kuruyan arasında fark vardır” der ve şu menkîbeyi anlatır:

“Hazreti Salih’in, yaşadığı devirde, bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. Bir gün meraklı biri sordu: ‘Yâ Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?’ Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: ‘Benim küpümün rengi tektir; sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum’..”

“Allah’ın verdiği renk. Allah’tan daha güzel renk veren kim? Ve biz O’na tapanlarız.” (Bakara, 138)

Kasîde:

“Sevgilim, belki vefâ ve merhametin coşar da, kapıyı açarsın; ‘Orada, ne bekliyorsun kalk, içeri gir!’ diye seslenirsin ümidiyle ben senin kapında oturmuş bekliyorum. 

Ey pek güzel olan yüzünde her zaman yüzlerce lütûf, yüzlerce merhamet nuru parlayan sevgili! Canım, kapında senden gelen misk kokularına, anber kokularına gark olmuştur. 

Biz mest olmuşuz; başımız dönmede, başkalarının yaptıkları işlerle bizim ilgimiz yok. Dünya alt üst olsa, yakılsa, yıkılsa umurumuzda değil. Yeter ki senin aşkını kaybetmeyelim. Yeter ki senin aşkın ebedî olsun! 

İçimizde senin aşkın el çırpmada, yüzlerce başka âlemler yaratmada, göklerden de dışarda, ötelerde yepyeni yüzlerce asırlar meydana gelmede.

Bugün biz senin misafiriniz. Güler yüzünün mesti olduğumuz için seni bırakıp başka yere gidemiyoruz. Sen öyle eşsiz bir güzelsin ki, Allah’a yemin ederim ki yüzünün güzelliğini düşününce, hayal edince, şu gönlüm beni bırakıp gidiyor. 

Kurtulmam için, gönlü uyanık bir can bulursam, onun eteğine yapışacağım, himmet isteyeceğim. Keşke uyuyabilseydim de rüyada yüzünü gösterseydin.

Bütün canlar, can denizinden geldikleri, can denizini tanıdıkları, bildikleri için oraya doğru sel gibi akıp gidiyorlar da, başka tanıdıklardan, başka sevgililerden yüz çevirmişlerdir. 

Can denizine doğru koşan seller de çeşit çeşit. Bir sel var yüksek dağlardan kaynağını alarak, hayran hayran başını taşlara çarparak, köpürerek, ağlayarak, heyecanla feryâd ederek, aslı olan can denizine doğru koşuyor, koşuyor. Bir sel de var ki yolunu kaybetmiş… Biri, ‘Allah’a hamd olsun!’ demede; diğeri, ‘Lâ havle’ okumada.

Ey güneş gibi doğup, müflislere, yoksul kişilere sevgi şarabı sunan lütfeden. Bir ihsanda bulun, o şaraptan bize de sun! Biz de yoksuluz, biz de şaşırdık, yolumuzu kaybettik. 

Nasıl olmuşsa gül, ansızın seni görmüş, şaşırıp kalmış da elbisesini yitirmiş. Çeng senin çenginin sesini duymuş, feryâda başlamış, utanıp başını önüne eğmiş.

Zühre yıldızının burcunda en talihli olan kimdir? Ney’dir. Çünkü ney, dudağını senin dudağına koymuş, senden nâğme öğreniyor.

Ey yüce padişah; doğrusu bizim için bundan sonra ayık olmak ayıptır, yazıktır! Allah’ım sana yemin ederim ki, artık bundan sonra ben ayık olarak senin büyüklüğünü, gücünü, kuvvetini anlatamam, senden bahsedemem, ancak senin aşk şarabınla mest olunca dilim çözülür.”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LXI

İsa dinini mahva çalışan diğer bir Yahudi padişahının hikâyesi…

740. İsa kavminin dinini mahvetmek için aynı Yahudi’nin neslinden diğer bir padişah meydana çıktı.

741. Bu diğer padişahın meydana çıkışını haber almak istersen “Vessemâi zât’ül-buruc” sûresini oku.

742. Birinci padişahtan doğan kötü âdete bu padişah da ayak uydurdu.

* Bil ki o çeşit sitem ve zulümlerden bu, ne yaparsa Tanrı, günâhını, artıksız, eksiksiz ilk zâlimden sonra, arar.

743. Kim fenâ bir âdet koyarsa ona her an lânet gider durur.

744. İyiler gittler, güzel usûl ve âdetleri kaldı; kötü adamlardan da zulümler ve lânetler!

745. Kıyâmete kadar o kötülerin cinsinden kim vücuda gelse yüzü o kötülüğedir.

746. Bu tatlı suyla tuzlu su; damar damardır. Halk arasında sûr üfürülünceye dek birbirine karışmadan böylece gider durur.

747. İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasdır? “Evrensel Kitap” mirası.

748. Dikkat edersen görür anlarsın ki tâliplerin dileği peygamberlik cevherinin şûleleridir, o şûleleri dilerler.

749. Şûleler, mücevherlere tâbî olarak parıldar ve dönerler. Şûle, nerden çıkyorsa, madeni nerdeyse oraya gider.

750. Güneş, bir burçtan bir burca gidip durduğundan pencereye vuran ziyâsı da evin etrafında döner dolaşır.

741. beyitte, Hazreti Mevlâna’nın işaret ettiği Burûc sûresinde şöyle buyrulmaktadır:

“Burçlar sahibi gökyüzüne and olsun; söz verilen güne and olsun; tanığa ve tanıklık edilene and olsun; Uhdud’un Ashâb’ı kahroldu; o şiddetli ateşin sahipleri; hani onlar, onun başında oturmuşlardı; inananlara yaptıkları zulmü izliyorlardı; bunu, mutlak üstün olan ve övgüye değer yegâne varlık olan Allah’a iman edenleri cezalandırmak için yapıyorlardı; o Allah ki, göklerin ve yerin mülkü yalnızca O’na aittir, Allah her şeye tanıktır; inanan erkeklere ve kadınlara zulüm edip, sonra da tövbe etmeyenler için cehennem azâbı vardır, onlar için yakıcı azâb vardır; inanan ve salihâtı yapanlar için, içinden nehirler akan cennetler vardır, işte bu, büyük kurtuluştur; Rabb’inin yakalaması kesinlikle çok şiddetlidir; kuşkusuz başlatan ve tekrarlayan O’dur; O, çok bağışlayandır, çok sevendir; şânı yüce Arş’ın sahibidir; dilediğini yapandır; o orduların haberi sana gelmedi mi? Firavun ve Semud’un; doğrusu gerçeği yalanlayan nankörler, hâlâ bir yalanlama içindedirler; Allah, onları arkalarından kuşatmıştır; bilâkis, o şânı yüce şerefli bir Kur’an’dır; Levh-i Mahfûz’dadır.”

Abdülbâki Gölpınarlı, bu beyitle ilgili olarak şu yorumları yapar:

“Bedîuz-zaman Furûzanfer, Salebî’nin ‘Kasas’ül-Enbiyâ’ isimli eserinde kayıtlı olan şu hikâyeyi anlatıyor ki hülâsâsını veriyoruz: 

Bir adam, İsa Peygamberin dinindedir; Yahudi beyi onu, Yahudi olmazsa ateşe atmakla korkutur. Adam kabul etmeyince onu da, onun gibi direnenlerden onikibin kişiyi de yaktırdığı ateşe attırır. Bu rivâyete göre bir günde yetmişyedi kişiyi attırırsa da ateşin yandığı hendek dolunca yalımlar dışarıya vurur, kâfirleri de yakar, yalnız adı Zû-Nuvâs olan o Yahudi beyi kurtulur. Bu arada İsa dinine girmiş olan bir kadını da, dininden dönmezse yakacaklarını söyleyerek tehdîd ederler. Dininden dönmeyince de önce ilk oğlunu, sonra ortancasını ateşe atarlar. Kadın direnmekte devam edince süt emer çocuğunu kucağından kapıp ateşe atacakları sırada kadın, dininden dönmeyi kurarken çocuk dile gelir; ana der, sen gerçek dindesin, dönme. Kadın bu olağanüstü olayı görüp duyunca dininde sebât eder. Önce çocuğunu, sonra kendisini ateşe atıp yakarlar.

Burûc sûresinde böyle bir olaydan bahsedilmektedir ki, bunlar hakkında çeşitli rivâyetler yapılmıştır; ateşe attıran emîr, Yusuf Zû-Nûvas’tır.”

Hazreti Mevlâna, “Ey gama, kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün. Yâ Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de âlemin şu ateşi tamamıyla nur olsun. Denizin suyu hep fermân altındadır; yâ Rabbi su da senindir, ateş de! Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir” diye buyurur.

“Bir kişi, kendisini imansızlığa, sapıklığa götüren akıldan, fikirden kurtulunca birçok menziller aşar, mest olur. Kendinden, kendi varlığından vazgeçer” der Hasan Dede, “Benlik ve kendine tapmak kötü bir huydur, hoşa gitmez bir hâldir. Neuzübillah, bu hâle düşünce insanlık elden gider de kişinin imanı bile kendisine inkâr kesilir. İnsanın kendinde olmaksızın, yani kendi benliğinden geçerek, Allah ile yaptığı her amel ve hizmet hoştur, güzeldir.”

Nitekim, İmam Ali Efendimiz de buyurur, der ki: “Bil ki her işin bir bitkisi vardır; her bitki, köke muhtaçtır; çeşitli sulara muhtaçtır. Hangi bitki iyi suyla sulanırsa iyi boy atar, meyvesi tatlı olur. Sulanması kötü olanın boy atması da kötüdür, meyvesi da acı.”

Hazreti Mevlâna, “İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasdır? ‘Evrensel Kitap’ mirası” diye buyururken Fâtır sûresinin 32. âyetine işâret etmektedir ki, âyette, Yüce Allah, Hazreti Muhammed’in dilinden şöyle seslenir:

“Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık; derken onlardan nefsine zulmeden var ve onlardan mûtedil hareket eden var ve onlardan, hayırlarda herkesten ileri giden var Allah’ın izniyle; işte bu, pek büyük bir lütûf ve ihsândır.”

Hazreti Şems-i Tebrizî de şöyle bir dil sarfeder ve der ki: “Bilginin biri bir gün uykudan uyandı. Eşya, kitap her nesi varsa attı. İnliyor, ağlıyor ve şöyle söylüyordu: Ömrümüzü mürşitlerden ayrı yaşamak, onlardan kaçınmakla tükettik. Allah kitabını arkamızda bıraktık. Ulu Allah bizden ömrümüzü nelerle tüketmiş olduğumuzu sorunca ne cevap vereceğiz? Gözümüzle ne gördüğümüzü, kulağımızla ne işittiğimizi, kalbimizden ne gibi düşünceler geçirdiğimizi soracaklar… Bilginin burada Allah kitabı demekten maksadı Kur’an değildir. Yol gösteren adam yâni Mürşid’dir. Allah kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kur’an’da, bu açık kitapta neler yok…”

Nitekim, daima insana insanı söyleyen mürşidimiz Hasan Dede, bir şiirinde ‘Evrensel Kitab’ın sırrını dile getirirken şöyle seslenir bizlere…

Şiir:

“Altıbinaltıyüzaltmışaltı âyet ile, 

Kitap olmuş Kur’an-ı Kerim. 

Söz Kur’an’da, özü sensin, 

Ey güzel insan Efendim! 

Ol âyeti beyânatla örülmüş, 

Acep bir muamma cansın, 

Ey insan Efendim! 

Bu mazhârı gören göze hayranım, 

Fark edeli beri mest oldu canım, 

Hep bütün Kur’an’dır benim seyrânım, 

Ne et, ne kemik, ne de kansın, 

Ey insan Efendim! 

Nurdan kılıf giyip meydana çıktın, 

Kendi gözün ile kendine baktın, 

Dede der ki ezel ebed Mutlak’tın, 

Bildim ki hep varlık sensin,

Ey insan Efendim!..

Allah’a hiç güçlük yoktur. Yeter ki insanda iman olsun, inanç olsun, sevgi olsun. Yetmiş iki dilden konuşan O’dur. İnsan aradığı ‘Kudret Sahibi’ni kendinde bulmalıdır. Biz bir aynayız. Allah’ın en büyük mucizesi sizlersiniz, insandır…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LX

Mustafa salâvâtullahi aleyhin İncil’de anılan iyi vasıflarını ululamaları.

727. İncil’de Mustafa’nın, o peygamberler başının, o sefâ denizinin adı vardı.

728. Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı. 

729. Hıristiyan tâifesi, o da, o hitâba geldikleri zaman sevab için,

730. Yüce adı öperler, lâtif vasfa yüz sürerlerdi.

731. Bu söylediğimiz fitne esnâsında o tâife, fitneden, kargaşalıktan emîndiler.

732. Onlar, o emîrlerin ve vezirin şerlerinden emîn olup Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı.

733. Onların nesli de çoğaldı. Ahmed’in nuru, bunlara yardım etti, yâr oldu.

734. Hıristiyanlardan, Ahmed adını hor tutan diğer fırka,

735. Fitnelerden ve o tedbîri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve kıymetsiz bir hâle geldi.

736. Mânâları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri de müşevveş bir hâle geldi, hükümleri de!

737. Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur?

738. Ahmed adı sağlam bir kale olunca o emîn ruhun zâtı, nice olur?

739. Vezirin belâsı yüzünden yoldan çıkmış olan o nasîhat kabul etmez padişahtan sonra.

Kur’an-ı Kerim’de Saff sûresinin 4. âyetinde, “Şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, yan yana, kurşunla kenetlenip kurulmuş bir duvar gibi saf kurarak savaşanları sever” diye buyrulmaktadır.

Bir şiirinde,

“Yâ Ahmedi Muhammed,

Ereyim visâline vecd ile,

Göreyim cemâlini zevk ile,

Cümle aşıklarda şevk ile,

Güzel adını işiteyim…” diye seslenen Hasan Dede, bizlere şu bilgileri sunar…

“Allah bütün güzelliklerini Peygamberler ile insanlara sundu ve hepsi Hazreti Muhammed’in nuruyla geldiler bu âleme ve insanlığa ışık tuttular, karanlıkları kaldırarak insanları aydınlığa götürmeye çalıştılar, birliğe, kardeşliğe davet ettiler. Hiçbiri insanlara kötülük yapmadı. Peygamberlerin hepsi aynı yerden bilgiler sundular ve insanların sırtlarından yüklerini aldılar, onları doğru yola sevk ettiler. 

Hüdâvendigâr Mevlâna, dinleri ve Peygamberleri birleyerek, ‘İbâdet şekillerinde fark var, ama amacımız bir, hepimiz aynı Allah’a koşmaktayız. Peygamberlere gelince, bütün peygamberler Ahmed’dir. Hepsi benim sevgilim Muhammed’den bahsettiler’ der. 

‘Ahmed’ ismi, İsa Ruhullah tarafından Hazreti Muhammed’e verilmiştir. İsa Ruhullah, Matheus’un İncil’inde demiştir ki: ‘Benden sonra bir prens gelecek bu âleme, ismi: Ahmed. Ona kim yetişirse benim selâmımı söylesin ve beni onun ümmetinden saysın.’ Yâni İsa daha hayattayken Resulallah’a biâd etmiştir.

Ve Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de, Hazreti Muhammed’in dilinden, Saff sûresinin 6. âyetinde, ‘Hatırla ki; Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamberi de müjdeleyici olarak geldim’ demişti’ diye buyurarak Hazreti İsa’yı tasdiklemiştir. 

Allah, en güzel tecellîsini Hazreti Muhammed’den göstermiştir. Onda kemâlâtını tamamlamıştır. Onun ışığı herkesi çevreler, çünkü o, ayırım yapmaksızın her varlığa ışık verir. Hazreti Muhammed hiçbir söze ve mânâya sığmayacak kadar yücedir. O her türlü hayalin ve idrâkin üzerinde bir mânâya sahiptir. 

Sonuç itibâriyle, Hazreti Muhammed’in bendesi ve, ‘Ben yaşadığım müddetçe Muhammed Muhtârın ayağının tozuyum; eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim’ diye buyuran yüce Pîr Hüdâvendigâr Mevlâna, din misyonerliği yapmamıştır. Bizler de yapmıyoruz. 

Toplumun böyle cahil kalmasının sebebine gelince… Ne peygamberlerini ne de bir büyük velîyi öğrenmediler. Onlardan ders almadılar. Kendi akıllarından, kendi benliklerinden, nefslerinden ders aldılar. Toplum, yanlış yerden beslendiği için ikiliklerde, kavgalarda yaşamlarını sürdürdü. Akıl sahipleri nefs sahipleriyle temas kura kura, dünya bir madde dünyası haline geldi. 

Çalışmak lazım ki, İslâm oyuncak hâline gelmesin. Dışarıdan bir sürü misyoner gelip, bir takke takıyor, sakal bırakıyor, isim değiştiriyor, toplumda kendini sevdirip, insanları gericiliğe sürüklüyor. 

Bütün Peygamberler İslâm’dır. Misyonerlik devri geçti, artık insanlık devri doğdu. İnsana, insanı söylemek gerek. İnsan olursa kâinata rahmettir. İkilik tohumu atanlardan ne Allah ne de Peygamberleri hoşnut olur.

İki cihanın bütün güzelliği, Peygamber Efendimiz, olduğu gibi, Cenab- ı Allah’ın kulluk kapısı da Ahmed, Mahmud, Muhammed isimleriyle açılır. Hazreti Muhammed’e ümmet olmadan Allah’a kulluk olunmaz. Cenab-ı Hakk, yarattığı kulunu inkâr etmez ama, böyle bir kişinin de huzura varmaya gücü takâti olmaz.”

Şeyh Gâlib Hazretleri bir methîyesinde Hazreti Muhammed Efendimizi şu sözleriyle metheder ve der ki… 

“Ey Allah’ın Resûlü! Ey soyu pak Sultan! Ey kutlu Efendimiz! 

Sana, Peygamberler zincirinin en baş halkası ve o kutlu kâfilenin serdârı, desem çok mu?

Soy bakımından da, beşerî vasıfların, başından beri süzüle süzüle saflaşmış ve kemâl noktasında seni bulmuştur. 

Ey iki âlemin Sultanı! Ey şânı yüce Sultan! 

Şüphesiz ki senin hükümrânlığın iki cihanı da kaplar, iki âlemde de bâkîdir.

Sana sığınan çaresizlere bu dünyada da el uzatırsın, o âlemde de. 

Yetimin başı ilk senin kutlu zamanında okşandı, yoksulun beli senin devrinde doğruldu ve kadının da bir insan olduğu ancak o saadet asrında hatırlandı. 

Ey benim adı güzel kendi güzel Efendim! 

Ey Ahmed, Ey Mahmud ve ey Muhammed! 

Sen bizim desteğimiz, dayanağımız, sultanımızsın. 

Gözlerin bir kurtarıcı ümidiyle yollara dikileceği o korkulu günde, kutlu ayağın mahşer meydanını şereflendirdiğinde duyulacak tek gülbang senin gülbangındır. 

Değil mi ki sen, âlemlere rahmet olarak gönderildin, o rahmetten bizleri de mahrûm eyleme. 

Ey yüce Efendim! 

Sen Ahmed’sin, Sen Mahmud’sun, Sen Muhammed’sin. 

Sen Hakk’ın tâyin ettiği, desteklediği sultanımızsın bizim.” 

Mevlâna’mızın buyurduğu üzere, ‘Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur? Ahmed adı sağlam bir kale olunca o emîn ruhun zâtı, nice olur?..’

Cenab-ı Allah, o güzel Ahmedi Muhammed’in emîn ve saf aşıklarından olmayı nâsib eylesin…

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LIX

“Gönül dediğin bostanda bitmez, pazarda satılmaz, her kula da nasîb olmaz.” Hasan Dede

712. Bu cisimde mânâsız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.

713. Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.

714. Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah ü figâna düşmemek için önce bir kere muayene et.

715. Eğer tahtadansa, yürü… başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!

716. Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundadır. Onları görmek, size kimyâdır.

717. Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir; bilen âlemlere rahmettir.

718. Nar alıyorsan gülen narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin.

719. O ne mübârek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.

720. Mübârek olmayan gülme, lânetin gülmesidir. Ağzını açınca kalbinin karalığını gösterir.

721. Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.

722. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.

723. Temizlerin muhabbetini ta canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.

724. Ümitsizlik diyârına gitme, ümitler var. Karanlığa varma, güneşler var.

725. Gönül, seni gönül ehlinin diyârına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.

726. Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbâli bir ikbâl sahibinden öğren!

Hasan Dede şöyle bir menkîbe dile getirir…

“Bir gün Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Hüsâmeddin Çelebi ve Sultan Veled, hepsinin selâm olsun üzerlerine, bir zenginin evine davet ediliyorlar. E şimdi davete icâbtır gidilsin. Yola koyuluyorlar gidiyorlar. 

Bir fakir de, ancak günlük kazancını elde ediyor, fazla bir kazancı yok. Onları kapısının önünden geçerken görür görmez hemen duygulanıyor ve o duyguyla içeri giriyor. Hanımı onun bu hâlini görünce diyor ki, ‘Efendi, yüzündeki bu duygusal ifâde nedir? Neye duygulandın? Ne geçti gönlünden, aklından?’

‘Ah hanım’ diyor, ‘şimdi kapımızın önünden Mevlâna, Şems-i Tebrizî, Sultan Veled, Hüsâmeddin Çelebi geçtiler, filân ağanın evine davete gittiler. Gönlümden geçirdim, benim de biraz dünyalığım olsaydı, onları çağırırdım. Onlar konuşurdu, biz de onların muhabbetlerini dinleyip inciler toplardık.’

Hanımı da çok temiz kalpli olduğu için, ‘Efendi’ diyor, ‘bu akşam yemek yemeyelim, yarın sabah da kahvaltı yapmayalım, öğlen yemeğini de yemeyelim. Bunları toplayalım. Dönüşte Mevlâna’yla, Şems-i Tebrizî’yi görür görmez davet et yarın akşama, biz de olanları çıkarırız önlerine.’

‘Tamam’ diyor adam. Oruca giriyorlar karı koca…

Şimdi gelelim Şems’le Mevlâna’ya ve Sultan Veled’le, Hüsâmeddin Çelebi’ye… Ağanın evinde ağırlanıyorlar. Fakat ağa misafire söz bırakmıyor. Şu kadar hizmetkârlarım var, şu kadar hayvanlarım var, şu kadar tarlalarım var, başlıyor sayıklamaya.

Çorbalar geliyor, buyur ediyor, fakat Mevlâna kaşığını götürüyor ama almıyor çorbayı. Çünkü geçmez boğazından öylesinin çorbası. Hepsi aynısını yapıyorlar. Ağanın adamları yiyor. Arkasından baklava geliyor, onu da ağanın adamları yiyorlar. 

Yemeğin sonunda dönüp Mevlâna’ya diyorlar, ‘Ya Mevlâna, bir dua yapar mısın?’

Mevlâna diyor ki, ‘Çorba tasından, baklava tepsisine kadar bütün kapları getirin.’

Getiriyorlar. Kısa bir dua yapıyor, ‘Allah’ım’ diyor, ‘bu zâta ne kadar mal mülk verdiysen, bir misli daha da fazla ver, ama muhabbetini verme.’ Çıkarıyor hırkasından elmasını, çorba tasına, yemek sahanlarına, hepsine dokunduruyor. Bütün kaplar altın haline geliyor.

‘Bize müsaade’ diyor Mevlâna, çünkü artık sıkılmışlar, paradan puldan, maldan mülkten muhabbet etmekten, kalkmışlar.

Yolda giderken, bekliyor onları şimdi, insanlığa saygı duyan fakir, çıkıyor önlerine, selâm veriyor. Şems-i Tebrizî, Mevlâna, hepsi selâmını alıyorlar. Fakir davet ediyor onları. Mevlâna, ‘Kısmet’ diyor, ‘yarına varsak sende misafiriz.’

Kalkıyorlar yarın akşam aynı saatte fakirin evine misafir oluyorlar. Hanımı da beyi de ayakta karşılıyorlar, hâl hatır soruşuyorlar. Sonra ağızlarını mühürlüyorlar, hiiç konuşmuyorlar. Mevlâna, Şems’e bakıyor; Sultan Veled Hüsameddin’e bakıyor. Sofra kuruluyor. Mevlâna ev sahiplerini de buyur ediyor sofraya. Adam, ‘Biz’ diyor, ‘lokma etmiştik, tokuz, buyrun siz yiyin.’

Allah ne verdiyse lokma ediyorlar, sofrayı kaldırıyorlar. Bir giriyorlar muhabbete Şems-i Tebrizî ile Mevlâna, başlıyorlar incileri dökmeye. Ev sahibiyle hanımı hem dinliyorlar hem gözyaşları döküyorlar. Artık sabah ezanları okunuyor, muhabbet o zamana kadar uzuyor.

Şems-i Tebrizî dönüp Mevlâna’ya, ‘Ya Hüdâvendigâr’ diyor, ‘bir dua da burda yap.’

Kaldırıyor ellerini Mevlâna, ‘Allah’ım’ diyor, ‘bu zâta ne fazla ver ne eksik, bunu bu karar bırak.’ ‘Amin’ diyorlar, sonra müsaade isteyip kalkıyorlar. 

Yolda şimdi soruyorlar Mevlâna’ya, ‘Sen zengine öyle bir dua yaptın, bir de elmas vurdun kaplarına, kapları altına çevirdin. Bu zâtın hiçbir şeyi yok, oruç tuttular bize bir sofra kurmak için. Kalkıp dedin duada, Allah’ım bu zâtı bu karar bırak, ne fazla ver ne eksik. Neden böyle bir dua yaptın?’

İşte Mevlâna şu cevabı veriyor, ‘Yaratıcıdan isteseydim malk mülk, korkardım gözü gönlü kaçmasın mala. Deseydim, bunu da al bu zâttan, korkardım Allah’ı benden daha çok sevecek… Bu yüzden duayı bu şekil yaptım.’

Bizim bulunduğumuz yol teferruat yolu değildir, gönül yoludur. Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bizden ne can ister ne mal ister. Onun bizden istediği tek bir şey vardır, o da gönüldür…”

MESNEVİ’DE YOLCULUK – Cilt I/LVIII

Emîrlerin velîahtlık için savaşları ve birbirlerine kılıç çekmeleri.

696. O emîrlerin birisi öne düşüp o vefâlı kavmin yanına gitti.

697. Dedi ki: “İşte o zâtın vekîli; zamânede İsa halîfesi benim.

698. İşte bu tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dâir burhânımdır.”

699. Öbür emîr de pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun davası da bunun davası gibiydi.

700. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı.

701. Diğer emîrler de bir bir katar olup davaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler.

702. Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler.

703. Yüzbinlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu.

704. Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına toz kalktı.

705. O vezirin ektiği fitne tohumları, onların başlarına âfet kesilmişti.

706. Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve lâtif ruha mâlik oldu.

707. Ancak ten nakşına ait olan öldürmek ve ölmek, nar ve elmayı kırmak, kesmek gibidir.

708. Tatlı olan nardenk şerbeti olur, çürümüş olanın ise bir sesten başka bir şeyi kalmaz.

709. Esâsen mânâsı olan meydana çıkar; çürümüş olan rüsvâ olur gider.

710. Ey surete tapan! Yürü, mânâyı elde etmeye çalış! Çünkü mânâ suret tenine kanattır.

711. Mânâ ehliyle düş, kalk ki hem atâ ve ihsân elde edesin, hem de fetâ olasın.

Hazreti Mevlâna bir kasîdesinde şöyle sesleniyor…

“Hoten güzeli aramıza geldi; artık, candan da, bedenden de vazgeç!

O aşkın eline bir kılıç verdi de, dedi ki: ‘Benden başka kimi görürsen, onun boynunu vur! 

Güzel olsun, çirkin olsun, kadın olsun, erkek olsun; Nuh’dan başkasını denize at gitsin!

Nuh’un gönlünde yer alanları bırak; nefsanî arzularının esîri olanları, Nuh’un gönlüne girmeyenleri denize at!’..”

Hazreti Mevlâna’nın sözleri, ‘münâfıklara Hakk’ın Zülfikâr’ıdır. Büyük ve hayırlı kişilerin ruhlarına iksirdir. Hakk yolunda sefere çıkanlara bir yolculuk armağanıdır.’

Hazreti Muhammed Efendimiz, “Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ Zülfikâr” diye buyurur bir hadîsinde… Ali’den daha yiğit er, Zülfikâr’dan daha keskin kılıç yoktur…

Hazreti Mevlâna da şöyle bir açıklamada bulunur: “Hazreti Ali’nin Zülfikâr’ı ne kadar keskinse, ilmi ondan daha keskindir.”

İşte Hazreti Ali Efendimiz buyuruyor ki: “İnsan kendi aklının kını gibidir, kılıcı olmayan bir kından ne hayır vardır?”

“Hidâyetin mânâsı nedir?” der Hasan Dede ve şöyle devam eder: “Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek, delâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmaktır. İşte Ali, hidâyet kapısıdır, o kapıdan geçen dosdoğru olur, Hazreti Muhammed’in ilmine vâkıf olur.”

Nitekim, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ben nasîhat vericiyim. Ali, Hâdî’dir. O, benden sonra hidâyet yolunu arayanları hidâyete eriştirir.” 

Yüce Pîrimiz Mevlâna, “Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul!..” der ve yine şu beyitleri dile getirir: “Tanrı tarafından vahîy ve cevaba nâil olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir. Can bağışlayan kişi öldürse de câizdir. O, naîbdir, eli Tanrı elidir. İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la nasıl ebedîyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir hâlde kalsın.”

Bakın, ne güzel sesleniyor bizlere İmam Ali Efendimiz… 

“Nereye gidiyorsunuz? Ne vakit döneceksiniz? Hidâyet alâmetleri dikilmiştir. Deliller apaçıktır; nişâneler ortadadır. Ne diye başı dönmüş bir hâlde çöllere dalarsınız; neden ve niçin dolaşıp durursunuz? Peygamber’inizin nesli aranızdadır. Onlar, sizi gerçeğe çeken iplerdir. Din bayraklarıdır, gerçeklik dilleridir onlar. Onları, Kur’an’ın en güzel konaklarına indirin, Kur’an’da anıldığı, emredildiği veçhile onlara uyun; susamış develer gibi onların yanlarına, onların kaynaklarına koşun. Ey insanlar, bu sözleri, bu inancı, Peygamberlerin sonuncusundan alın; bilin ki bizden olup da ölen, ölü değildir, diridir; ölmez. Bizden olup da ölen, çürüyüp gitmez.”