“Tanrı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun” sözünün mânâsı.
1525. Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!
Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makâma erişip sultan oldu.
Sel, denize kavuştu, deniz oldu. Tane, ekinliğe vardı, ekin oldu.
Ekmek, Âdem Ata’nın vücuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdâr oldu.
Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.
1530. Sürme taşı, gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.
Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır!
Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir.
Tanrı Kur’ân’ına kaçar, sığınırsan peygamberlerin ruhlarına karışırsın.
Kur’ân; peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların hâlleridir.
1535. Fakat okur da dediğini tutmazsan farz et ki peygamberleri, velîleri görmüşsün, ne fayda!
Kur’ân’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.
Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makâmından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!
1540. Biz, bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta hâline gir!
Zâten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”
Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, “Allah kitabı, yol gösteren adam, yâni kâmil mürşiddir. Allah kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kur’ân’da, bu açık kitapta neler yok…” diye buyurur.
“Mürşid-i kamilin gölgesinde oturmak, hayalî Allah’ı anmaktan daha iyidir” der Hasan Dede, selâm üzerine olsun, “Çünkü mürşid-i kâmil, Hakk’ın elçisi, onun temsilcisidir. Onu her şey bilmek, ona imanla bakmak, hayalî Allah’ı düşünmekten daha iyidir. Mürşid-i kâmiller Allah’ın gölgeleridir, hepsi O’nun aletleridirler. Hazreti Muhammed Efendimizden zuhura gelen bütün o güzel kelâmlar Allah’ındır. O, onun aletiydi, Hakk ondan işliyordu.”
Sultan Veled Hazretleri de, onun da selâm olsun üzerine, Maarif’inde buyurur ki: “Bir mürşid-i kâmilin yanında oturmak, ibâdetten daha üstündür. Onun yanında oturmak, gölgesinin yanında oturmak, Allah’ın yanında oturmaktır.”
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık” (Furkân, 45) diye buyrulur.
‘Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir.’
Ahmed Avni Konuk, bu beyitlerin tefsîrini şöyle yorumlar: “Peygamber Efendimiz, ‘Ölüler ile oturmaktan sakınınız!’ buyurdular. Ve ‘Ölüler kimdir yâ Resûlallah?’ diye sorulduğu vakit, ‘Ehl-i dünyadır’ buyurdular. Yâni, öldükçe mârifet sahibi olup, kalbi bu mârifet ile dirilmiş olan sâlikler, ehl-i dünya ve gaflet ile karışıp görüşürse, yavaş yavaş kalbin mârifet nuru sönmeye başlar. Zîrâ sohbet ve karışıp görüşmenin insanın tabîatına pek büyük tesîri vardır ve tabîat hırsıza benzer, her şeyi çalabilir. Binâenâleyh sâlike lâzım olan daima ehl-i gafletten uzak olmak ve gönlü diri olan ehl-i tasavvuf ile birlikte oturmaktır. Eğer bir ehl-i tasavvuf bulamaz ise, Kur’ân ile meşgul olmaktır. Nitekim Cenâb-ı Pîr, ‘Bizden sonra Mesnevî şeyhlik eder’ buyurmuşlardır. Ve sâlik, bu sayede esrâr-ı Kur’ân’dan haberdâr olmuş olur.”
Kasîde:
“Aşıklarla beraber otur kalk! Arkadaş olarak her zaman aşık olan kişiyi seç; aşık olmayanla bir an bile dost olma!
Eğer yâr, izzet perdesini, namus perdesini yüzüne indirirse, sen git, yüzünde perde olmayan güzelin yüzüne bak, güzelliğini seyret!
Yüzünde secde izleri bulunan, gerçek sevgilinin nuru olan yüzü gör; alnında mânâ güneşi parlayan güzeli seyret!..
Vahdet güneşi, onun yanaklarına yanaklarını koymuş; ona öyle bir nur vermiştir ki, ay bile, onun yüzünü görünce kendinden geçer, yerlere serilir!..
Onun bedeni, hayalin bedeni gibi kansız ve damarsızdır; içi de, dışı da tamamıyla mânâ sütü ile, mânâ balı ile doludur!
Eşi benzeri olmayan sevgili, onu o kadar çok kucaklamış, o kadar çok bağrına basmıştır ki, ona sevgilinin kokusu sinmiş; artık, onda toprak kokusu kalmamıştır!
O, aydınlıksız bir sabah, renksiz bir akşamdır; yönsüz bir zâttır; doğmaz, doğurmaz bir hayattır!
Güneş, gökyüzünden hiç borç nur ister mi? Gül fidanı, yaseminden ödünç koku ister mi?
Balık gibi dilsiz ol, konuşma; deniz suyu gibi duru, saf bir hâle gel de, çarçabuk inci ve mücevher hazinesine emîn ol!
Hiç kimseye söyleme; ben, senin kulağına söyleyeyim! Bütün bu saydığım vasıflara sahip olan kimdir, biliyor musun? Tebrizlilerin kendisi ile iftihâr ettikleri, övündükleri Şemseddin’dir!..”