MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCX

Arap’ın, orada su kıtlığı var sanarak çölleri aşıp Bağdat’a, halîfeye bir testi yağmur suyu hediye götürmesi.

Kadın dedi ki: “Doğruluk, varlığından tamamiyle çıkıp arınarak, isteğini terk etmendir.

2700. Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermâyen bundan ibâret.

Bu su testisini al, git; padişahlar padişahının huzuruna var, armağan götür.

De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç yoktur.

Padişahın hazinesi ağır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur.”

O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin suyu var.

2705. Ey Tanrı! “Tanrı, cennet karşılığında iman edenlerin canlarını, mallarını satın aldı” âyetindeki fazl ve kereminden bizim bu küpümüzü, bu testimizi kabul et!

Bu beş duyudan meydana gelme beş lüleli testideki suyu her türlü murdâr şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut.

Bu suretle şu testinin denize bir menfezi olsun da testim deniz huyuyla huylansın.

Armağanı padişaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister.

Ondan sonra da artık testinin suyu nihâyetsiz bir dereceye gelir. Testinin suyundan yüzlerce dünya dolar.

2710. Lüleleri kapa, testiyi de küpten doldur. Tanrı, “Gözlerinizi hevâ ve hevesten yumun” buyurdu.

Arap, kimin böyle bir hediyesi var? Hakîkaten bu armağan, öyle bir padişaha lâyık diye gururlanmaktaydı.

Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde şeker gibi Dicle akıp durmakta.

Şehrin ortasından gemilerle, balık ağlarıyla dolu, deniz gibi akıp gitmekte.

Padişahın huzuruna var da şevketi, azâmeti gör; altından nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak!

2715. O saffet denizine nispetle bizim, anlayışlarımız bir katreden ibârettir.

Kur’ân-ı Kerim’de buyrulur ki: “Ve o kimseler, ihsâna tâbî oldular; Allah onlardan razı oldu ve onlar da Allah’tan razı oldular ve Allah onlar için ebedî kalacakları, altından nehirler akan cennetler hazırladı; işte bu, büyük bir kurtuluştur.” (Tevbe, 100)

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bakın bir kasîdesinde nasıl seslenir bizlere…

“Ey sakî! Benim gönlümü almak istiyorsan, Allah rızası için, o en büyük kadehi pîrimin avucuna koy! 

Sakî dedi ki: ‘Ben, ona şarap verdim; onu gönlümün, canımın içine aldım! Benim sıfatlarımdan ona kol kanat verdim; onu, ötelere doğru uçurdum gitti!’

Pîr, şimdi elden çıktı; adam akıllı mest olup yıkıldı! Artık onun, benim nükteli sözlerime cevap verecek hâli kalmadı! 

Adam öldüren sakîm eğer beni öldürürse, şikâyetçi değilim, pek hoşum! Onun sunduğu, onun vergisi şaraptır; benim cömertliğim de, can vermektir! 

Ey benim şarap verenim! Aslında, şarap sensin; bense, testiden ibâretim! Su sensin, ben kuru dereyim! Ey benim sakîm; mahallede mest olan benim! 

Daima benim emir verenim, hâkimim, padişahım, Allah’ım olduğu içindir ki, ben, O’nun aşk dertlisiyim; O’nun aşk küpünün dibinde oturmuşum!”

Beş duyudan meydana gelen beş lüleli testiden maksat; işitme, görme, koku alma, tat alma ve dokunma duyularımızdan meydana gelen kulaklar, gözler, burun, ağız ve diğer âzâlarımızdır. Bu beş duyu ve âzâlar vasıtasıyla meydana gelen hislerimiz de, testi gibi olan bedenlerimizin içindeki su gibidir; bu su, bazen acı olur bazen de şeker gibi tatlı. Fakat her an tatlı olmasını istiyorsak lüleleri kapatıp, yâni her türlü hevâ ve hevesten temizlenip, testiyi, küpten, yâni şeker gibi Dicle’den, mürşid-i kâmilin gönlünden doldurmamız gerek…

İşte yine Yüce Pîrimizin gönül Dicle’sinden şeker gibi tatlı beyitler akmakta ve şöyle demekte…

“Ey merhametsiz, demir yürekli sevgili! Meğer senin o demir yüreğin, üstü cilâlanmış bir aynaymış. Hâlbuki, ayna, benim canımın çok eski bir dostu, çok yakın bir arkadaşıdır. 

Ben aynayı çok seviyorum. Bu yüzden de ona sık sık bakıyorum. Ona baktığım zaman hayalen onun içine düşüyor, gönlüne giriyorum. Ayna da benim gönlüme giriyor. Beden de kim oluyor? Çünkü ben beden değilim ki, ben başkayım, beden de başka! Beden dün, evvelki gün meydana gelmiş bir gölge varlık, ben ezelden gelmiş bir ölümsüzüm. 

Sen bedene, bu gölge varlığa bakma, o bir görünüşten, balçıktan yapılmış bir şekilden ibârettir. Sen, ezelden gelmiş ölümsüz bir varlıksın. Bazen padişah, kendini göstermemek için, kıyafetini değiştirir, kaba, yün bir hırka giyer.

Aklını başına al da, gönlünü tamamiyle ölümsüz bir dilbere ver, ver de gönlün, dünya malı kazancına, hasede, kine düşmesin, mahvolup gitmesin. 

Hiddet, şehvet, şöhret gibi mânevî kirlerden arınmış, güzel, tertemiz bir hâle gelmiş ve durmadan ilâhî aşkı arayan gönlün önünde, Tur Dağı bile aşka gelir, paramparça olur, yerlere serilir, ayaklarının altına döşenir. 

İlâhî aşk şerbetine susamışsın. Fakat dünya hayatının mihnetleri, sıkıntıları seni yaralıyor, hasta ediyor. Sen, bu gurbette çeşitli ihtiyaçlar, istekler içinde çırpınırken huzuru, tam inancı bulamazsın. 

İnsanın aklı şekere benzer, bedeni ise şeker kamışı gibidir. Mânâlar şaraptır harfler ise şarap küpü! 

Eğer gelin güzel değilse, boynuna taktığı gerdanlıkla, parmaklarına geçirdiği yüzüklerle, bileğindeki bileziklerle, atlastan yapılmış, yahut altın işlemeli elbiselerle göze hoş görünmez. Gönüller, güzelleri arar, çirkinlerden hoşlanmazlar. 

Sen, mâdemki bu dünyadan vazgeçip can meyhânesine gitmiyorsun. Sen, evde otur da, mânevî ve ruhanî zevkler veren şarap yerine tarhana çorbası iç!

Aklını başına al da, beden evini kirliliklerden, günâhlardan temizle, orasını hoş bir bağ, bir gül bahçesi yap! Gönlünü de bir mâbed, bir Cuma mescidi hâline getir! 

Bu hâle gelmiş kişiye her nefeste ruhanî, gönül alıcı bir güzel kendini gösterir. Varlıklara, Allah’ın yarattığı her şeye, her hâdiseye vahdet gözüyle bakarız. Hakk âşığına her an bir peri kızı, bir güzel gelir. Ona altın bir tabak içinde badem helvası sunar.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCIX

“Beklenmedik bir zamanda ansızın bir inâyet, bir yardım, bir cezbe gelirse, o zaman yeryüzünde kalmaktan kurtulursun! İşte ben, ansızın gelen bu cezbenin kuluyum, kölesiyim!” Mevlâna

2685. Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahânesiz onun yanına nasıl giderim?

Buna bir münâsebet, bir vesîle gerek. Hiçbir dâne aletsiz meydana gelir mi?

Mecnûn gibi ki, birisinden Leylâ’nın bir parça hastalandığını duydu.

‘Eyvah’ dedi; ‘bahânesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hâle gelirim?

Keşke hâzık bir hekim olaydım… O vakit Leylâ’ya koşa koşa giderdim.’

2690. Tanrı, bize ‘Yâ Muhammed, gelin, de’ buyurdu da bu dâvet, utanmamızın giderilmesine sebep oldu.

Gece kuşlarının gözleri ve kâbiliyetleri olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.

Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi; vesîleden mahrum oluş, vesîlenin aynı olur.

Çünkü alet, vesîle… dâvâya düşmektir. Varlık alâmetidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır.”

Arap, “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim?

2695. Müflisliğime de bir delîl gerek ki padişah hâlime acısın.

Sen, bana dedikodudan ve hileden başka bir şahit göster de o şen padişah merhamete gelsin.

Çünkü sözden ve kötü hileden ibâret olan bu şahitlik o hâkimler hâkiminin yanında mecrûhtur.

Müflisin şahidi doğruluk olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın” dedi.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde ne güzel seslenir…

“Günâhlardan arınmış, tertemiz, güzel görünüşlü biri var mıdır ki, şu kirli yeryüzünden başını kaldırsın da, gökyüzüne, yücelere baksın? 

Toprak ve su ile yapılan balçıktan temizlenmiş biri var mıdır ki, aslı olan denizi seyretsin! 

Yahut da Kâf dağının beline ayak bassın da zümrüd-ü ankânın kanadını görsün? 

Nazâr, bakış güneş yüzünden mest olunca, bakış da elsiz ayaksız bir hâle gelir, görüş de! 

Aşk yüzünden yardım görmüş biri var mıdır ki, hep oraya baksın, orasını seyretsin? 

Su, ancak su ile temizlenir, saf bir hâle gelir; görüş de görüşle düzene girer, görüş elde eder! 

Baştan başa görüş ol! Çünkü, Hakk’ın dergâhına yol bulan ancak görüştür!”

Hazreti Muhammed Efendimizin, selâm olsun üzerine, insanlara, “Gelin!” dâveti olmasaydı, O’nun huzuruna varmaya nasıl nâil olabilirdik, nasıl güç yetirebilirdik… O güneş, hırka altına girmeseydi, gündüzün bile göremeyen gözlerimizle, o güneşe bakmaya nasıl tahammül edebilirdik… O, yüceliğinin lütf u keremiyle gözlerimizi kuşattı da, idrâk kâbiliyetine erenler, yoklukta varlığı görür oldu… 

Bir diğer kasîdesinde yine nur âlâ nur beyitler dökülür Yüce Pîr’in baldan tatlı dudaklarından…

“Hakk’ın bir cezbesi ile kulu kendine çekişi, yüzlerce çalışıp çabalamadan değerlidir! Her şeyin üstünde olanın, izi olmayanın, nişânlar, delîller, izler ne işine yarar? 

Sen nişânı, izi, delîli köpük say; nişânsız, izsiz olanı, kendini göstermeyeni deniz gibi gör! Nişân ve iz, sözle anlatışa benzer; nişânsız ve izsiz olan da, apaçık görülmektedir! 

Güneşin arpa büyüklüğünde bir ışığı belirse, gökyüzünde, samanyolunda dönüp duran sayısız yıldızı siler süpürür! O ilâhî nurdan küçük bir ışık parlarsa, her şeyi alır götürür! 

Sus; sus ki, susuşta yüzlerce dil, yüzlerce anlatış vardır!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVIII

Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi.

2680. Kadın dedi ki: “Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır.

O, Tanrı vekîli, Tanrı halîfesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir.

O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbâl sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?

İkbâl sahiplerinin dostluğu kimyâ gibidir. Onların nazârına benzer kimyâ nerede?

Ahmed’in gözü Ebûbekir’e değince o bir tasdîk yüzünden Sıddık olmuştur.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Allah, bir kuluna hayır vermek isterse kalbinde iki göz açar, o kul o gözlerle gayb âlemini görür” diye buyurur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, bir gazelinde şöyle seslenir:

“Biz dünya mârekesinden ve Mansûr’un nüktesinden evvel, can âleminin Bağdat’ında ‘Ene’l-Hakk’ nârâsını vurur idik.”

İkbâl sahibi bir Tanrı halîfesinin, yâni insan-ı kâmilin nazârına mazhâr olanlar, o nazârın kimyâsıyla, bakır iken altın hâline gelirler, derviş hırkası giyip, yokluğa ererler ve can âleminin Bağdat’ında canlar güneşini temâşâ ederler. 

Dîvân şâirlerinden Ruhî de, ruhu şâd olsun, ne güzel söyler…

“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra,

Varını, yoğunu yak da gel, derviş!

Ene’l-Hakk uğrunda çekilip dâra,

Mansûr’un camını çak da gel, derviş!

Erenler bağından koku al, koku,

Ârif ol, kitab-ı elesti oku,

Mânâ tezgâhında dîbâlar doku,

Hülleyi sırtına tak da gel, derviş!

Mürşide teslîm ol mevtâlar gibi,

Sükût eyle, görme, âmâlar gibi,

Lâkin zamanında deryâlar gibi,

Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!

Çıkmasın ‘Sekahüm’ remzi dilinden,

Mürşidini Hakk bil çıkma yolundan,

Koku alacaksan mânâ gülünden,

Ruhî’nin kalbine bak da gel, derviş!”

Ve Âriflerin Menkîbeleri’nde, insan-ı kâmilin nazârının vasıfları hakkında, Yüce Pîr Mevlâna’dan şöyle rivâyet edilir:

“Babamın temiz ruhuna yemin ederim ki, hakîki ve doğru şeyh, müridi farkına varmadan onun işini tamamlar, hiç bir mücâhede ve hizmet etmeden onu Tanrı’ya ulaştırır ve yine onu öyle bir mertebeye kavuşturur ki, müridin bakır vücudu baş­kalarının bakır vücudunun iksiri olur. Nihâyet o bakırları altın yapar ve kimyâ hâline getirir. Bu kuvvet ve kudret Muhammed dininden olanların ve ona uyanlarındır. 

Şiir: 

Kimya ile bakırı altın etmek tuhaftır. 

Şu bakı­ra bak ki, her an kimyâ yapıyor…”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVII

“Benim varlığım sevgilinin elindeki kadehten başka bir şey değildir.” Mevlâna

Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi: ‘Açıkça istediğinizi söyleyin.

Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.

Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazâbımdan artıktır.

Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım.

2670. Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazâplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açmasın.

Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.

O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkîdir.’

Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.

İşte o köpük hakkıyçin, o saf deniz hakkıyçin bu söz bir sınama, bir lâf değil.

2675. Sevgiden, vefâdan, boyun büküp teslim olmadan ilerigelmiştir. Huzuruna varacağım Tanrı hakkıyçin.

Bu hevesim, sence sınamadan ibâretse bu sınamamı sına.

Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur!

Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın, bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim.

Fakat nasıl edeyim; elimde ne çâre var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Benim rahmetim, gazâbımı geçmiştir” diye buyurur.

Hilim, yumuşak huylu olmak, kızmamak, gücü yettiği hâlde affetmek, şefkat ve rahmet sahibi olmak anlamlarına gelmektedir. Nitekim, kâinatın nuru Peygamber Efendimizin ve Ehlibeyt Efendilerimizin hilim denizi sonsuz ve bâkîdir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bu beyitlerinde, yer, gök ve arşın yaratılmasındaki asıl maksadın insan-ı kâmil olduğuna ve bununla iligili olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de, meleklerle Hazreti Allah’ın arasında geçen diyaloğa işâret eder.

“Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halîfe yaratacağım demişti. Onlar da demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede, seni kutlamadayız ya. Allah da onlara: Ben, sizin bilmediğinizi bilirim, demişti.” (Bakara, 30)

Yüce Pîr Mevlâna, Mecâlis-i Sebâ’da, beyler ve padişah arasında geçen ve Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatini dile getiren çok güzel bir hikâye anlatır:

“Bir gün padişah, pek güzel, pek nâdir avlar avlanmış, pek sevinmişti; gülüp duruyordu. Ezel ve ebed padişahının azîz avı, âşıkların gönlüdür. ‘Gerçekten de Allah, inanmış kulunun tövbe edişini sever, ondan razı olur.’ Ne rahmettir o rahmet ki kulları, gayretiyle zâtından uzaklaştırır, kendine âdetâ yabancı eder onları; sonra yine rahmetiyle avlar, kendine mâleder onları.

Beyler, padişahı neşeli görüp, rahmet kapısının açık olduğunu anlayınca hepsi önünde yere diz vurdular, ey âlem padişahı dediler, niceye bir, niceye bir bu cefâ; öldürdün bizi artık; bu senin âdetin değildi; keremine sığmaz bu iş. Bunca zamandır, gönül ipliğimize düğüm üstüne düğüm vurulmuş; dumanlara bürünmüş gecenin, kanlara bulanmış gecenin korkusundan sıtmaya tutulan kişinin koluna, boynuna bağlanan ipliğe dönmüş.

Padişah, size ne yaptım ki dedi. Dediler ki: Biz senin candan da azîz kullarınız; senin razı olmadığın hangi iş yaptık? Savaşın kızıştığı bir gün herkesin kendi canının kaygısına düştüğü çağda bizim, senin uğurunda canlarımızla nasıl oynadığımızı gördün. Böyle olduğu hâlde filân kişiyi neden bu kadar üstün tutuyorsun bizden; hangi hüneri yüzünden oluyor bu? Bizden ne kusur gördün; Bizim, buyruğuna uymada ne kusurumuz oldu? O hangi kullukta bulundu ki o kulluk pek güzel olsun da bize görünmemiş bulunsun? Padişahlık et de bize o kulluğun, hangi kulluk olduğunu birazcık haber ver. Haber ver de biz de çalışalım, hünerimizi gösterelim. 

Padişah, ne diyeyim dedi, ne söyliyeyim? Onun yaptığını siz yapamazsınız ki.

Dediler ki: Ey âlemin padişahı, bizi sına da dediğini yapamazsak, hiç olmazsa kendi kadrimizi anlayalım, onun üstünlüğünü bilelim; hasetten de kurtulalım, vesveseden de; ondan sonra da artık kendimizle savaşalım, padişahla değil.

Kim uğradığı derdi, belâyı kendinden bilirse tövbe eder; padişahı adâlet ıssı bilir, öyle över. Bu çeşit kişi aydınlanır, tez kurtulur. 

‘Ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah yüreklerinizde bir hayırlı niyet bulunduğunu bilirse, sizden alınandan daha hayırlısını verir.’

Ey Muhammed, tutsaklara, gam bağlarıyla bağlanmış olanlara söyle, de ki: Hükmü yürüyen Tanrı takdîriyle bana tutsak oldunuz ya; gönlünüzde iyi bir düşünce varsa, ondan önce sahib olduğunuz ve yitirdiğiniz şeyden daha iyisini, daha güzelini verir size. 

Padişah buyurdu ki: O kulunun bir hüneri şudur; boyuna bana bakar, gözünü benden ayırmaz. 

Ey âlemin padişahı dediler, öyleyse tez söyle, bu iş kolay bir iş; bundan sonra gece gündüz boyuna sana bakalım, başka işlerin başına toprak serpelim; bundan daha hoş ne iş olabilir ki?

Bütün beyler buna sevindiler, secde ettiler, silâhlarını çözüp attılar. Kendi kendilerine, bundan böyle silâhımız senin yüzün; düzenimiz senin civârında, senin tapında bulunmak. Haccımız senin kapında, üstünlüğümüz senin tapında dediler. Hepsi de saf düzdü; padişahın yüzüne bakmaya koyuldu.

Padişah onları seyrediyor, kendi kendine diyordu ki: Bir bakır, altın yaldıza batsa da lâf etse ne fayda? A lâfazan kişi, sınayış taşını, ayar taşını gördün mü, rezil oldun gitti. Aşk dâvasında bulunmak kolay; ama ona delîl gerek, burhân gerek. 

Padişah has perdecisinin kulağına, git dedi, davulların dümbeleklerin bulunduğu yerde ne kadar davul, ne kadar dümbelek varsa dama çıkarsınlar, hepsini birden yere atsınlar. 

Buyruğunu yaptılar; âlemi birden bir gürültüdür, bir gümbürtüdür sardı; her yan titremeye koyuldu. O korkunç gürültü kopunca beylerin hepsi yüzünü padişahdan döndürdü, birbirlerine bakmaya başladılar; sanki ne oluyor sarayda diyorlardı. O kulunsa gözü, padişahın yüzündeydi, padişah ne hâl alacak, yüzü değişecek mi, ona dikkat ediyordu. 

‘Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.’

Azîzim, bu hikâye padişahı anlatmıyor; maksad o değil, beylerden maksad da beyler değil. Padişahtan maksad, yüce ve kutlu üstün Tanrı’dır. Bu beylerden maksad da padişahın beyleri değildir, yedi gökün melekleridir. 

‘Allah ne buyurduysa isyân etmezler ve emredildikleri işi işlerler.’ 

Onlara, sizi yeryüzünden menettik, bu iki ıktâ’ yoluyla Âdem’e verdik diye buyruk gelince hepsi, ‘Orda bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini niye yaratacaksın? Biz sana hamdederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede; seni kutlamadayız’ dediler. Bizi menediyorsun, oysa ki biz, gece gündüz ibâdetle meşgulüz, seni tenzîh etmedeyiz, takdîs etmedeyiz dediler. 

Şânı ululansın, Tanrı buyurdu ki: Bu buyruk şu yüzden; onlardan öylesine bir hizmet meydana gelecek, onlar öylesine kullukta bulunacaklar ki siz onu başaramazsınız. 

Melekler, acaba o hizmet nedir ki tertemiz melekler onu başaramayacaklar da suçlara bulanmış Âdemoğulları başaracak dediler. 

İki âlemin Peygamberi, insanların ve göze görünmez yaratıkların öncüsü Muhammed Mustafa, Allah rahmet etsin, esenlik versin ona, Mîrac gecesi, yedi kat gökün görünmemiş şeylerini görünce, bu görünmemiş şeyler ona gösterilince, arş ve kürsî ona arzedilince hiç birine dönüp bakmadı; gözünü Tanrı cemâlinden ayırmadı. ‘Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.’

Hamd önde de Allah’a, sonda da ve Allah’ın rahmeti Muhammed’e ve soyuna sopuna.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVI

“Âdemoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir arslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.” Mevlâna

Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânâya karşı suret nedir ki?

2655. Her melek diyordu ki: ‘Bizim bundan önce yeryüzüyle ülfetimiz vardı.

Hizmet ve ibâdet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık.

Gökten yaratıldığımız hâlde yeryüzüne bu alâkamız nedir?

Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur, zulmetlerle yaşayabilir mi?

Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.

2660. Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.

Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu.

Yeryüzündeydik ama yerden gâfildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.

Tanrı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi.

O yüzden Tanrı’ya deliller getirerek ‘Ey Tanrı! Bizim yerimize kim gelecek?

2665. Bu teşbîh ve tehlîlin nurunu, dedikoduya satıyorsun’ dedik.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bir kasîdesinde şöyle seslenir:

“Ne mutlu o kimseye ki, bizim gibi o da tamamiyle Allah’a teslim olarak onun verdiği her şeye razı oldu. Böylece cefâdan, gamdan gussadan, kurtuldu. Baştan başa neşe vefâ oldu.

Ne mutlu neşe kaynağı olana, şarapla aklını, fikrini dağıtana, aşka, deliliğe rehin olarak mânâ denizinde inci olana. 

Onun bakışı ay oldu, güneş oldu. Toprak onun bakışıyla altın kesildi. Kerem de incilerle dolu bir deniz hâline geldi. Yürüyüşte seher rüzgârı oldu. 

Aşk padişahı, onu çekti bağrına bastı. Böylece o da bütün halktan kurtulmuş oldu. Aşk bakışı onu seçti de bütün dilekleri yerine geldi. 

Yürüyüşte tıpkı, gökteki ‘ay’ gibi oldu. Geceleyin ayın ondördüne döndü. İlâhî bakışla bir anda nerelere ulaştı, nerelere gitti! 

O yeryüzü gibiydi, gökyüzü oldu. Baştan başa tat, tuz kesildi. İnsan, melek oldu; sinek de zümrüd-i ankâ.”

Melekler, insan dışında değildir…  Bu hakîkati ne güzel dile getirir Hasan Dede, selâm olsun üzerine ve şöyle buyurur: 

“İnsan, melekleri aramasın kendi dışında. Peki neden aramayacağız kendi dışımızda? Çünkü Cebrâil insanın emrinde, Mikâil insanın emrinde, İsrâfil insanın emrinde, Azrâil insanın emrinde; e diğer melekler de çoktan bizim emrimizde… Allah insandan dile geliyor, insandan konuşuyor, senden yine sana sesleniyor; yok ki insandan başka biri Allah’ı dile getiren. Ama sen yine onu bırakıp başka yerlerde arıyorsun.”

İşte Yüce Pîr yine şöyle seslenir…

“Allah’ı isteyenler kendinize geliniz, istemeye hâcet niye? İstediğiniz zaten sizsiniz, siz… Sizden bir şey kaybolmadı ki, neden arıyorsunuz? Sizden başka kimse yok ki, nerede neyi arıyorsunuz? Evde oturun, kapı kapı dolaşmayın artık. Zîrâ ev de evsahibi de sizsiniz. Siz zât’sınız, sıfatsınız, bazen gök, bazen yersiniz. Bilin ki, ‘O’ sizsiniz. Kötülüklerden arındırılmış durumdasınız. Siz harfsiniz, harflersiniz. Allah’ın kelâmı, kitabı, melekleri ve peygamberlerisiniz…”

Kasîde:

“Bu can bir kadehtir. Fakat kadeh, kendisinin can olduğunu nereden bilecek? Tertemiz birisi bu kadehi doldurmada, o da içine doldurulanı topraktan yaratılmış insana ulaştırmadadır. 

Bu can kadehi, huzur, karar bırakmayan aşkı ile kendini işe vermiş, her şeyden alıyor, ferşe yâni yeryüzüne saçıyor. 

Onun saçtığı yerden haberi olmuyor, ama ne olurdu keşke, aldığı yerden birkere olsun haberi olsaydı? 

Canların saçtıklarından, toprak, madenler gibi parlıyor. Toprağın dilleri olsaydı da bize bu konuya ait bir nükte söyleseydi. 

Dilleri olsaydı da o ormandan, o ebedî ormandan, o ormanın bizim canlarımıza neler hazırladığından bahsetseydi ne olurdu? 

Burada kaplan da, ceylân da; ‘Yâ Hu, Yâ Allah!’ diye nârâlar atıyorlar. ‘Âh’ın da sığındığı bir varlık bizi çekip götürüyor. 

Bir arslan var ki, varlığımıza, kendi sütünden başka bir şey vermiyor. Bir arslan ki, varlığımızı varlıktan kurtarıyor, bizi kendimizden halâs ediyor.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCV

O Arap’ın, karısının dileğine uyması ve “Bu inkîyatta ne bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum” diye yemin etmesi.

Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin… Kılıcı kından çek, emret.

2640. Ne dersen ben sana tâbîyim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü, ona bakmam.

Senin uğruna fedâ olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sağır yapar.”

Kadın, “Sahîden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi.

Adam dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Âdem Safî’yi yaratan Tanrı hakkı için, seni seviyorum.

Tanrı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği hâlde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi.

2645. Tanrı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve ‘allâmülesmâ’sından ders verdi, öğretti.

Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular, kendilerinden geçtiler.

Onun takdîsiyle başka bir mukaddesliğe eriştiler.

Âdem’in yüzünden nâil oldukları fütûhata, göklerde bile erişememişlerdir.

Âdem’in o pak ruhunun fezâsına nispetle yedi kat gök sahası bile dardı.

2650. Peygamber, ‘Tanrı; ben, yücelere, aşağılara, yere, göğe, hattâ arşa sığmam. Bunu, ey azîz, yakînen bil.

Fakat şaşılacak şeydir ki, inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu’ dedi.

Tanrı dedi ki: ‘Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.’

Arş bile, o nuruyla, o genişliğiyle beraber Âdem’i görünce yerinden kalktı…

Mecâzî sevgi, insanı kör ve sağır eder; fakat ilâhî sevgi, insana bambaşka bir görüş, bambaşka bir duyuş ihsân eder. Âşıklar o sevgide kendilerinden tamamiyle geçerler, Hakk’ın sıfatlarına gark olurlar. İlâhî aşk ummânına dalanlar, aşkın gayretiyle ‘İnsan’ olmanın kıyısız menzîllerinde seyr ü sefer ederler.

‘Tanrı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği hâlde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi. Tanrı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve ‘allâmülesmâ’sından ders verdi, öğretti.’

İnsanın boyu üç arşın kadardı, fakat Tanrı’nın emretmesiyle bütün kâinatı kapladı…

İşte Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle der: “Bu kâinat henüz yok iken Allah vardı. Kâinatı yarattı ve o kâinatta yine kendisi vardı; yâni insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı, insan gözüyle bütün yarattıklarını seyredip, isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Allah, her zaman vardı ve var olmaya devam edecek. Kâinat, O’nunla var oldu. Bu kâinat insansız ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz… Allah, ‘İnsan benim elçimdir. Ben, insanı benden söz etsin diye yarattım. Beni yâd etsin, benim güzelliklerimi anlatsın diye diledim ve ondan sonra o ben olsun’ diyor. Allah’ın sözü, ‘Lâ İlâhe’dir. Sen yok olunca sende Allah’tan başka bir şey kalmaz. Allah’ın irâdesiyle beraber olanlar, Allah’ın irâdesinin dışına çıkmazlar, O’ndan hariç bir şey yapmazlar, çünkü O’nda fânîdirler.”

Tasavvuf ehline göre, ‘arş’ insan-ı kâmilin kalbidir, gönlüdür. Yüce Allah, bu sebeple “Göklere ve yerlere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım” diye buyurmuştur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?” diye sorar ve devamında şöyle buyurur: “Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, Âynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinâlık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne gâlib gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyâr etmişlerdir. Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecellî eder. Tanrı’nın doğruluk makâmında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!.. Gönül tahtı, hevâ ve hevesten arındı mı; gönülde ‘Er rahmânu alel arşistevâ – Rahmân, arşa istivâ etti’ sırrı zuhûr etti mi, bundan sonra Hakk, o gönüle vasıtasız hükmeder. Çünkü gönül o râbıtayı bulur. Bu sözün de sonu yoktur…”

Kasîde:

“Bir gece gönlün selâmını almak arzusu ile kapısını çaldım. İçerden; ‘Kimdir o?’ sesi geldi. ‘Kapıyı çalan senin gönlünün kölesidir!’ dedim. 

O içerdeki ay yüzlünün nurunun şûlesi, kapının aralığından yol üstüne, gönüle, göze düştü. 

Gönül mahallesi gönlün yüzünün dalga dalga nuru ile doldu. Her taraf nurlandı. Güneş ile ay, gönlün değersiz birer kadehi oldular. 

Gönülden bir haber gelince, gökyüzüne bir gürültü düştü. Varlık, kâinat eline bir meşâle aldı. Halk, duygularının zincirinden kurtuldu. 

Her tarafı göz kamaştıran, şaşılacak bir nur kapladı. Kürsü de, arş da gönlün nuru ile aydınlandı. Ruh gönlün selâmını almak için kapısının önüne oturmuş, gönül damını gözlüyordu. 

Kalender, insan değildir. İşte sana kısa, özlü bir söz: O baştan başa bakıştır, görüştür. Gönül susarak konuşur. 

Bütün kâinat, varlıklar, gönlün sarhoşu, gönlün! Dokuz göğün konakları, gönle ancak iki adımlık yoldur.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCIV

“Birisi, âşıklık nedir diye sordu; dedim ki, benim gibi ol ki, bilesin.” Mevlâna

Yâ Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyîzi ver de o eğri, yalancı alâmeti, doğrusundan ayırt edelim.

2630. Hiç, bu temyîze nasıl mâlik olur? Tanrı nuru ile bakar, görürse o zaman bu temyîzi elde eder.

Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi… Akrabalık sevgiyi bildirir.

Fakat imam ve muktedâsı Tanrı nuru olan kişi, ne eserlere kul olur, ne sebeplere.

Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihâyet sevgi sahibi, eserden kurtulur.

Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi, nurunu bütün kâinata yaymıştır.

2635. Bu sözün tamamlanması için hayli tafsîlat var sen ara.

Gerçi mânâ, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânâya yakındır, bir bakımdan mânâya uzak!

Delâlet husûsunda mânâ ile suret, su ile ağaç gibidir. Mâhiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamiyle uzaktırlar.

Sen, mâhiyetleri de bırak, husûsiyetleri de… O rızık arayan karıkocanın ahvâlini anlat.

Hazreti Peygamber Efendimiz, selâm olsun üzerine, “Yâ Rabbi, bana eşyânın hakîkatini göster” diyerek duada bulunmuş ve her varlığa sevgi ile bakmış, her varlık da hâl diliyle O’ndan dile gelmiştir. Hazreti Peygamberimizin ilmi Allah ilmi, sevgi ilmidir, aşk ilmidir.

Hazreti Muhammed Efendimize gönlünde en güzel yeri veren, O’nu başına tâc edenler, tüm kâinata Allah’ın nuruyla, yâni Hazreti Muhammed Efendimizin nuruyla bakarlar ve baktıkları her yerde O’nun sonsuz güzelliklerini temâşa ederler. 

Hazreti Pîrimiz Mevlâna’nın da, selâm üzerine olsun, yukardaki beyitlerinde buyurduğu üzere, “Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihâyet sevgi sahibi, eserden kurtulur. Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi, nurunu bütün kâinata yaymıştır.”

Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler, Allah’ı dinlerseniz, size, doğruyu yanlıştan ayırdetme kâbiliyeti veren bir nur ve furkân verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazîlet sahibidir” (Enfâl, 29) diye burulmaktadır.

Kasîde:

“Bizim ölümümüz, ebedî bir düğündür. Onun sırrı nedir? ‘O tek bir Allah’tır.’

Evlerin pencerelerinden içeri giren güneşin ışığı, her evin içine ayrı ayrı pencereden girdiği için bölünür gibi görünür. Ama bütün evlerin pencereleri kapanırsa bu bölünme, sayı ortadan kalkar.

Bir üzüm salkımının üstündeki üzüm taneleri sayılabilir. Fakat o salkım sıkılırsa meydana gelen şırada sayı yoktur.

Aslında ölüm, Allah’ın nuru ile diri olan kişinin ruhuna, beden zindanından kurtuluş yardımıdır.

Ölüp giden kişiye kötü deme, iyi de deme; çünkü onlar, iyilikten de kötülükten de kurtulmuşlardır.

Gözünü Hakk uğruna harca, herkesi kötü görme, görmediğini de söyleme, söyleme de gözüne bir başka göz, bir başka görüş verilsin.

Başkalarında ayıp görmediğin için sana verilen o göz, gözlerin de gözüdür. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. 

Bir göz, Allah’ın nuruyla bakarsa, her şeyi apaçık görür.

Her ne kadar bütün nurlar Allah’ın nuru ise de, sen hepsine birden Hakk’ın nuru deme.

Bâkî olan, sonsuz olan nur Allah’ın nurudur. Fânî olan, geçici olan nur, bedenin sıfatıdır, cismin sıfatıdır.

Ey Allah’ım, senin lütfunu, ihsânını görmüştür de onun için ‘göz kuşu’ senin aşk havanda kanat çırpmadadır.

O ötelere, göklerin de göklerine kadar yükselmiştir de seni arayıp durmadadır.

Ya ona cemâlinden bir göz ver. Yahut da bu cüreti, bu ayıbı yüzünden onu kapından kovma.

Sen, canın gözünü her an ağlat, fânî güzellerin boylarının, poslarının, güzel yüzlerinin tuzağından sen onu koru Allah’ım!

O, uykuda senin yüzünden bir uyanıklık gördü. Gerçekten de bu, bir olgunluk rüyâsıdır, doğru yolu buluş görüşüdür.”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCIII

Arap’la eşine ait hikâyenin sonu.

Bir muhlîsin (Çelebi Hüsâmeddin’in) gönlü, o erkekle kadının hikâyesinin neticesini istemekte.

Erkekle kadının hikâyesi, bir masaldan ibâret… Fakat onu nefsinle aklının misâli bil.

Bu kadınla erkek nefsle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de.

2615. Bu ikisi, şu toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde.

Kadın, durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yâni eve lâzım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur.

Nefs, kadın gibi her işe bir çâre bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevâzu gösterir; gâh ululuk diler yücelir.

Aklınsa, bu düşüncelerden zâten haberi yoktur. Fikrinde Tanrı gamından başka bir şey yoktur.

Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefsle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dış yüzünün tamamını dinle.

2620. Eğer yalnız mânâya ait anlatış kifâyet etseydi âlem halkı, tamamiyle işten güçten kalır, âlemin nizâmı bozulur giderdi.

Sevgi, düşünce ve mânâdan ibâret olsaydı senin oruç ve namazının zâhirî suretleri de kalmaz, yok olurdu.

Dostların birbirlerine armağan sunmaları, dostluğa nazâran ancak görünüşe ait şeylerdir.

Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şehâdet eder.

Çünkü ey ulu kişi, zâhirî iyilikler gizli sevgilere şahittir.

2625. Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Sarhoşluk, bazen şaraptan olur, bazen de ayrandan!

Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür.

O mürâî de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.

Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan şeye alâmettir.

Hasan Dede, selâm olsun üzerine, buyurur ki: “Müslüman’ın içi de, dışı da temiz olacak. Yalnız bir lâfla, yâni şehâdet getirmekle Müslüman olunmaz. Nefsini yenmeyi başaramazsan, gece gün zikir yapıp ibâdetle uğraşsan ancak kendini kandırmış olursun, Allah kanmaz. Misâl olarak, Kur’ân-ı Kerîm’i de aşksız, sevgisiz okursan, sadece dilde, mânâ yok, anlamıyorsun. Ne oldu? Ne Kur’ân’laşır, ne de Hakk’la Hakk olursun, zikreden de boş, okuyan da boş. Onun için hiçbir yere varamıyorsun. Fakat sevgi olursa, aşk olursa, kişilik gider, oranın güzellikleri kendini gösterir. Her şey sevgi istiyor, aşk istiyor, iman istiyor. İnsanı ‘insan’ yapacak olan o cevher, ancak aşk ve hâldir. Bu aldanma yurdu olan dünyanın kirini ancak aşk yıkar ve temizler.”

Mânâ, suretsiz; suret de mânâsız olmaz; yâni mânâ suret olmadan meydana çıkmaz, suretin de mânâsı olmazsa bir işe yaramaz. Bu âlemde her varlık sevgi sunduğu yere doğru gitmektedir. Misâl olarak, namaz kılmayı seversin, namazın zâhirî suretini yerine getirirsin; fakat namazın sadece suretten ibâretse, mânâsına inmemişsen, bir işe yaramaz. Oruç tutmayı seversin, oruç tutarsın; fakat orucun mânâsını yaşamıyorsan, aç kalmaktan öteye gidemezsin.

Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, buyurduğu üzere, “Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür. O mürâî de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.”

Ne güzel söyler Hasan Dede… “Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur bulur ve her nefeste yine Hakk’a hizmet eder… Aklın sabahına ulaşmak için illâ gönülü bir ‘Gönül’e katmak lâzım. Çünkü mayasız hamurdan ekmek pişirilmez.”

Kasîde:

“Yine Kâf dağından aşk ankâsı geldi. Yine candan aşkın nârâları, hey heyleri yükselmeye başladı. 

Aşk, akıl sandalını aşk denizinde kırmak için timsah gibi yine başını dışarı çıkardı. 

Yokluk temiz gönüllere göğsünü açmıştır. Sen Tûr dağının içinde, aşkın parlak sînesini gör! 

Âşıkların gönül kuşları, yine kanatlarını açtılar. Gönül kafesi içindeki uçsuz bucaksız aşk âleminde uçmaya başladılar. 

Fitne, ayaklanma, karışıklık çıkarma aklın alâmeti idi. Akıl gitti, bir tarafa oturdu. Sen şimdi her tarafta aşkın ayaklanmasını, aşkın fitnelerini gör! 

Akıl bir ateş gördü: İşte bu aşktır, dedi. Hayır! Aşkı akıl göremez, aşkı ancak aşkın uyanık gözü görür. 

Aşk ağızsız, dilsiz, sessiz sedâsız feryâd ederek dedi ki: Ey gönül! Sen yükseklerde uç da, aşkın yüksekliğini gör!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCII

Müridin küstâhlık ederek, kâmil velî ne yaparsa yapması lâyık değildir. Çünkü helva, hekime ziyân vermez ama hastaya ziyân verir. Soğuk ve kar, olmuş üzüme dokunmaz, fakat koruğa dokunur. Çünkü koruk, daha kemâle gelmemiştir; yoldadır; “Liyagfire lekellahu ma tekaddeme min zenbike ve ma teahhar” hâline gelmemiştir.

Velî, zehir yese bal olur, fakat tâlib yese aklı kararır zarara uğrar.

2600. Süleyman, “Rabbi hebli” demiş, yâni “Benden başkasına bu saltanâtı verme.”

Yahut, “Benden başkasına bu lütufta, bu ihsânda bulunma” diye niyâz etmiştir. Bu, hasede benzer ama değildir.

“Lâ yenbagî” nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanâtı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme.

Hattâ o, saltanâtta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanâtı, kıldan kıla, baştan başa can kaygısından, baş korkusundan ibârettir.

Baş korkusuyla can ve din korkusu… Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.

2605. Süleyman gibi himmetli birisi gerektir ki bu yüzbinlerce renkten, kokudan vazgeçsin.

Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanâtın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.

Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.

Şefaat edip, “Bana verdiğin bu saltanâtı, kemâl sahibi olanlara da ver.

Bu saltanâtı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.

2610. O, benden sonra kimseye verme hükmüne dâhil değildir; benimledir. Hattâ benimle ne demek, o kişi, dâvâsız, nizâsız benim” dedi.

Bunu anlatmak farzdır, ama biz, yine karıkoca hikâyesine dönüyoruz.

“Liyagfire lekellahu ma tekaddeme min zenbike ve ma teahhar”, yâni “Allah, senin geçmişteki ve gelecekteki bütün suçlarını bağışlar” (Fetih, 2) sırrının mazhârı Mevlevî Hasan Dede, selâm olsun üzerine, sahip olduğu yeşil irşâd postu hakkında şu bilgileri verir: “Yeşil irşâd postu, Niyazi Dede’den sonra Ali Dede’ye, ondan da şeyhim Hakkı Dede’ye ve ondan da fakîre kadar gelmiştir. Yâni yeşil irşâd postunun mânevîyatı çok yücedir. Mevlevîlikte, diğer tarîkatlarda olmayan bir kural vardır. Bizde verilmez, alınır. Çünkü Hazreti Mevlâna’ya göre irşâd, kâmil yâni olgun insanın hakkıdır.” 

İrşâd postunun renginin yeşil olması da tesadüfî değildir, çünkü yeşil renk, tasavvufta ilâhî mertebeyi ve olgunluğu temsil etmektedir. Diğer bir deyişle, kemâlata ermiş olgun insanı, insan-ı kâmili.

“İnsan-ı kâmilin bir ismi de mürşid-i kâmildir” der Hasan Dede, “Mürşidin mânâsı da öğretmen demektir. Mürşid irşâd eder, öğretir. Burada mürşid-i kâmilin önemini çok iyi anlamak gerekir. Bir simyâcı nasıl bir mâdeni alıp altın hâline getiriyorsa, mürşid-i kâmil de bir insanı alıp kötü huylarından arındırıp, onu iyi bir insan hâline getirir. Diğer bir deyişle, değersiz bir mâdeni alıp, misâl olarak bakır gibi, kimyâsını değiştirerek, altın hâline getirir. Bir insan ancak bir mürşid-i kâmile gelir ve tam mânâsıyla kendisini verip teslimiyette durursa, onun yaşamı değişir ve insan ne demektir öğrenir. Mürşid-i kâmillerin görevi kendisine bağlanan yolcusuna kimlik kazandırmaktır, yâni insan olmanın hakîkatlerini öğretmek ve kemâlata ermesini sağlamaktır. Bü yüzden, mürşidin kesinlikle kâmil olması gereklidir; yoksa kendisi kâmil değil, yolcunu nasıl kemâlata erdirecek? Mürşid-i kâmil ile yolcusu arasında, yâni öğrencisi arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürşid eğer kâmil değilse, kendisi yolda kaldığı gibi, öğrencisini de yolda bırakır. Gerçek bir mürşid-i kâmilin bağlı olduğu yer Hazreti Muhammed’dir. Bu nedenle mürşidin bütün dünyevî isteklerden, nefsî arzulardan temizlenmiş olması ve tamamiyle yoklukta durması gerekir, çünkü aksi takdirde, o postun her bir kılı ona karşı birer kılıç olur.”

Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yukarıdaki beyitlerde buyurduğu üzere, “Süleyman gibi himmetli birisi gerektir ki bu yüzbinlerce renkten, kokudan vazgeçsin.”

İşte Hazreti Süleyman bu imtihandan geçti de, “Kâle Rabbigfir lî veheb lî mulken lâ yenbagî li ehadin min ba’dî, inneke entel vehhâb” dedi.

“Süleyman, Rabbim dedi, beni yarlıga ve bana öyle bir saltanât ver ki benden sonra hiçbir kimse nâil olamasın o saltanâta, şüphe yok ki senin vergin, ihsânın, boldur.” (Sâd, 35)

Kasîde:

“Bizim Süleyman ile aramız pek hoş, devler, periler varsın olmasın! Güzelliğin haddi aştı. Edân, cilven olmasa ne olur? 

Ey ömrümün hâsılı, ey benim varım, yoğum! Senin sevgin gönlümün sağlığıdır. Altın gibi değerli olan canım bana yeter. Altın mühürüm varsın olmasın, ne çıkar?

Herkesin gönlüne gelen aşk nasıl bir ateştir? Ona kul köle olmak ne kadar da güzeldir, ne kadar da hoştur. Mülküm, saltanâtım yokmuş, olmasın ne çıkar? 

Sen istersen elini birdenbire işten çek, sözden vazgeç! Dudağını istersen kuru bırak, varsın ıslaklığı hiç olmasın, ben sana minnet etmek istemiyorum. 

Benim canım aşkın canının yüzünden baştan başa aşk mâdeni kesildi. Aşk yolunda yürüyenlere yol arkadaşı olan erkek de, kadın da olmasa ne çıkar? 

Gölgen önümde, arkamda canıma yardımcıdır. Fidanın gölgesi yeter. Meyvesi yokmuş, varsın olmayıversin!”

MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCI

“Elbette geçeceksiniz bir hâlden bir hâle; artık ne oluyor onlara ki inanmıyorlar?” (İnşikâk, 19-20)

Her otun, her şekerin zamânede bir oluş müddeti vardır.

Lâlin, güneşin tesîriyle renk, parlaklık ve letâfet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.

Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.

2590. Yüce ve ulu Tanrı, bunun için eceli, yâni her şeyin müddetini En’âm suresinde anlatmıştır.

Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin… Bu duyduğun âb-ı hayattır, âfiyet olsun!

Bu söze söz deme, âb-ı hayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.

Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık meydandadır, hem de gâyet inceden inceye gizli.

Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrı’nın tasarruflarıyla gâyet tatlı ve lezzetli bir hâle gelir.

2595. Bir yerde zehirdir, bir yerde ilaç… Bir yerde küfürdür, bir yerde tam lâyık ve yerinde.

Orada cana zarar verir, ama burada dermân kesilir.

Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.

Sonra küpün içine girince acır, harâm olur… Sirke olunca ne güzel katıktır!

“Tohum toprağa ekildiği zaman, mevsimi gelince çiçekler, ekinler, meyvalar şeklinde suretini verir” diye buyurur Hasan Dede, selâm olsun üzerine, ve insan tohumunun da yetişip olgunlaşmasını ve sonrasındaki vazîfesini şöyle dile getirir: “İnsan olanın vazîfesi, bu âlemde kişiliğini bulup sevenlerine insanlık tohumu atmaktır. İnsanlık tohumunu attığı zaman kendisini onlarda ekmiş olur ve bu âlemden göçtükten sonra, sevgiyle rahmetle anılır. Bir insan dünyaları kazansa böyle bir sıfata bürünemedikten sonra bütün kazançları boştur.

Hazreti Muhammed, Hüdâvendigâr Mevlâna, Evliyâullah ve bütün Pîrân insanlık tohumu attılar. Kim gönül verip imanla baktı ise, oranın vârisi oldu. Bütün amaç, biraz edebîyata yönelmek, insanlık terbiyesi alarak, insan gibi yaşamak, insan gibi konuşmak, insan gibi bu âlemden göç ettikten sonra rahmetle anılır olmaktır.”

Ne güzel buyurur Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun: “Bizim aslımızı, ihsân sahibi Allah yetiştirdi, nihâyet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de, su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir hâlde, Allah aşkının havasında raksederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hâle gelirler. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne hâldedir? Sorma!.. Tamamiyle can olanlara gelince; onları hiç sorma anlatmaya imkân yok!..”

Yüce Pîr, Fîhi Mâ-Fîh’de yine şöyle seslenmektedir: “‘Artık nereye dönerseniz dönün, Allah’ın zâtına dönersiniz.’ Bu, boyuna böyledir, tecellî hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar, kendilerini o zâta fedâ etmişlerdir, karşılık da istemezler. Âşıklardan başkalarıysa en’âm, yâni yayılan hayvanlara benzerler.

Yayılan hayvanlardır amma kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar. Ahırdadır onlar amma ahır sahibinin makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır, has ahırına götürür. Hani önceden yoktu, onu varlığa getirdi. Varlık tavlasından cansızlar arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler tavlasına, bitkilikten hayvanlığa, hayvanlıktan insanlığı, insanlıktan da melekliğe getirdi; bunun da sonu yoktur zâti. Bütün bunları da, onun bu çeşit pek çok, birbirinden yüce tavlaları olduğunu ikrâr etmen için gösterdi.”

Nitekim, “O, öyle bir Tanrı’dır ki sizi balçıktan yaratmıştır da ölüm vaktini takdîr etmiştir ve kıyâmetin kopacağı zamana ait bilgi de O’ndadır, O’nun katındadır, fakat yine de şüphe edersiniz siz.” (En’âm, 2)

Rubaî:

“Şu hem gizli, hem apaçık olan meydanda bulunan aşk, ne kadar kan dökücüdür, ne kadar zâlimdir? 

Onun eliyle öldürüldüğün gün, yaşamaya kavuşacaksın. Yaşayan kişiler kimlerdir; aşk yüzünden ölen kişiler! 

Aşkın gizli kalmasına imkân yok! Âşık olanın bütün sırlan meydandadır. 

Aşk yoksa, zevk veren güzellik de yoktur! Bu ne güzelliktir; bu güzelliği alkışlayınız!”