MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCV

O Arap’ın, karısının dileğine uyması ve “Bu inkîyatta ne bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum” diye yemin etmesi.

Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin… Kılıcı kından çek, emret.

2640. Ne dersen ben sana tâbîyim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü, ona bakmam.

Senin uğruna fedâ olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sağır yapar.”

Kadın, “Sahîden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi.

Adam dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Âdem Safî’yi yaratan Tanrı hakkı için, seni seviyorum.

Tanrı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği hâlde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi.

2645. Tanrı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve ‘allâmülesmâ’sından ders verdi, öğretti.

Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular, kendilerinden geçtiler.

Onun takdîsiyle başka bir mukaddesliğe eriştiler.

Âdem’in yüzünden nâil oldukları fütûhata, göklerde bile erişememişlerdir.

Âdem’in o pak ruhunun fezâsına nispetle yedi kat gök sahası bile dardı.

2650. Peygamber, ‘Tanrı; ben, yücelere, aşağılara, yere, göğe, hattâ arşa sığmam. Bunu, ey azîz, yakînen bil.

Fakat şaşılacak şeydir ki, inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu’ dedi.

Tanrı dedi ki: ‘Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.’

Arş bile, o nuruyla, o genişliğiyle beraber Âdem’i görünce yerinden kalktı…

Mecâzî sevgi, insanı kör ve sağır eder; fakat ilâhî sevgi, insana bambaşka bir görüş, bambaşka bir duyuş ihsân eder. Âşıklar o sevgide kendilerinden tamamiyle geçerler, Hakk’ın sıfatlarına gark olurlar. İlâhî aşk ummânına dalanlar, aşkın gayretiyle ‘İnsan’ olmanın kıyısız menzîllerinde seyr ü sefer ederler.

‘Tanrı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği hâlde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi. Tanrı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve ‘allâmülesmâ’sından ders verdi, öğretti.’

İnsanın boyu üç arşın kadardı, fakat Tanrı’nın emretmesiyle bütün kâinatı kapladı…

İşte Hasan Dede, selâm olsun üzerine, şöyle der: “Bu kâinat henüz yok iken Allah vardı. Kâinatı yarattı ve o kâinatta yine kendisi vardı; yâni insanı yarattı. İnsanda kendisini yarattı, insan gözüyle bütün yarattıklarını seyredip, isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Allah, her zaman vardı ve var olmaya devam edecek. Kâinat, O’nunla var oldu. Bu kâinat insansız ne işe yarar? Hiçbir işe yaramaz… Allah, ‘İnsan benim elçimdir. Ben, insanı benden söz etsin diye yarattım. Beni yâd etsin, benim güzelliklerimi anlatsın diye diledim ve ondan sonra o ben olsun’ diyor. Allah’ın sözü, ‘Lâ İlâhe’dir. Sen yok olunca sende Allah’tan başka bir şey kalmaz. Allah’ın irâdesiyle beraber olanlar, Allah’ın irâdesinin dışına çıkmazlar, O’ndan hariç bir şey yapmazlar, çünkü O’nda fânîdirler.”

Tasavvuf ehline göre, ‘arş’ insan-ı kâmilin kalbidir, gönlüdür. Yüce Allah, bu sebeple “Göklere ve yerlere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım” diye buyurmuştur.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm üzerine olsun, “Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?” diye sorar ve devamında şöyle buyurur: “Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, Âynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır. Düşünceyi bırakmışlar, aşinâlık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. Kimse onların gönlüne gâlib gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil. Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyâr etmişlerdir. Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecellî eder. Tanrı’nın doğruluk makâmında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!.. Gönül tahtı, hevâ ve hevesten arındı mı; gönülde ‘Er rahmânu alel arşistevâ – Rahmân, arşa istivâ etti’ sırrı zuhûr etti mi, bundan sonra Hakk, o gönüle vasıtasız hükmeder. Çünkü gönül o râbıtayı bulur. Bu sözün de sonu yoktur…”

Kasîde:

“Bir gece gönlün selâmını almak arzusu ile kapısını çaldım. İçerden; ‘Kimdir o?’ sesi geldi. ‘Kapıyı çalan senin gönlünün kölesidir!’ dedim. 

O içerdeki ay yüzlünün nurunun şûlesi, kapının aralığından yol üstüne, gönüle, göze düştü. 

Gönül mahallesi gönlün yüzünün dalga dalga nuru ile doldu. Her taraf nurlandı. Güneş ile ay, gönlün değersiz birer kadehi oldular. 

Gönülden bir haber gelince, gökyüzüne bir gürültü düştü. Varlık, kâinat eline bir meşâle aldı. Halk, duygularının zincirinden kurtuldu. 

Her tarafı göz kamaştıran, şaşılacak bir nur kapladı. Kürsü de, arş da gönlün nuru ile aydınlandı. Ruh gönlün selâmını almak için kapısının önüne oturmuş, gönül damını gözlüyordu. 

Kalender, insan değildir. İşte sana kısa, özlü bir söz: O baştan başa bakıştır, görüştür. Gönül susarak konuşur. 

Bütün kâinat, varlıklar, gönlün sarhoşu, gönlün! Dokuz göğün konakları, gönle ancak iki adımlık yoldur.”