MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCVII

“Benim varlığım sevgilinin elindeki kadehten başka bir şey değildir.” Mevlâna

Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi: ‘Açıkça istediğinizi söyleyin.

Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.

Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazâbımdan artıktır.

Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım.

2670. Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazâplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açmasın.

Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.

O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkîdir.’

Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.

İşte o köpük hakkıyçin, o saf deniz hakkıyçin bu söz bir sınama, bir lâf değil.

2675. Sevgiden, vefâdan, boyun büküp teslim olmadan ilerigelmiştir. Huzuruna varacağım Tanrı hakkıyçin.

Bu hevesim, sence sınamadan ibâretse bu sınamamı sına.

Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur!

Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın, bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim.

Fakat nasıl edeyim; elimde ne çâre var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?”

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, bir hadîs-i şerîfinde, “Benim rahmetim, gazâbımı geçmiştir” diye buyurur.

Hilim, yumuşak huylu olmak, kızmamak, gücü yettiği hâlde affetmek, şefkat ve rahmet sahibi olmak anlamlarına gelmektedir. Nitekim, kâinatın nuru Peygamber Efendimizin ve Ehlibeyt Efendilerimizin hilim denizi sonsuz ve bâkîdir.

Yüce Pîr Mevlâna, selâm olsun üzerine, bu beyitlerinde, yer, gök ve arşın yaratılmasındaki asıl maksadın insan-ı kâmil olduğuna ve bununla iligili olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de, meleklerle Hazreti Allah’ın arasında geçen diyaloğa işâret eder.

“Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halîfe yaratacağım demişti. Onlar da demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede, seni kutlamadayız ya. Allah da onlara: Ben, sizin bilmediğinizi bilirim, demişti.” (Bakara, 30)

Yüce Pîr Mevlâna, Mecâlis-i Sebâ’da, beyler ve padişah arasında geçen ve Hazreti Muhammed Efendimizin hakîkatini dile getiren çok güzel bir hikâye anlatır:

“Bir gün padişah, pek güzel, pek nâdir avlar avlanmış, pek sevinmişti; gülüp duruyordu. Ezel ve ebed padişahının azîz avı, âşıkların gönlüdür. ‘Gerçekten de Allah, inanmış kulunun tövbe edişini sever, ondan razı olur.’ Ne rahmettir o rahmet ki kulları, gayretiyle zâtından uzaklaştırır, kendine âdetâ yabancı eder onları; sonra yine rahmetiyle avlar, kendine mâleder onları.

Beyler, padişahı neşeli görüp, rahmet kapısının açık olduğunu anlayınca hepsi önünde yere diz vurdular, ey âlem padişahı dediler, niceye bir, niceye bir bu cefâ; öldürdün bizi artık; bu senin âdetin değildi; keremine sığmaz bu iş. Bunca zamandır, gönül ipliğimize düğüm üstüne düğüm vurulmuş; dumanlara bürünmüş gecenin, kanlara bulanmış gecenin korkusundan sıtmaya tutulan kişinin koluna, boynuna bağlanan ipliğe dönmüş.

Padişah, size ne yaptım ki dedi. Dediler ki: Biz senin candan da azîz kullarınız; senin razı olmadığın hangi iş yaptık? Savaşın kızıştığı bir gün herkesin kendi canının kaygısına düştüğü çağda bizim, senin uğurunda canlarımızla nasıl oynadığımızı gördün. Böyle olduğu hâlde filân kişiyi neden bu kadar üstün tutuyorsun bizden; hangi hüneri yüzünden oluyor bu? Bizden ne kusur gördün; Bizim, buyruğuna uymada ne kusurumuz oldu? O hangi kullukta bulundu ki o kulluk pek güzel olsun da bize görünmemiş bulunsun? Padişahlık et de bize o kulluğun, hangi kulluk olduğunu birazcık haber ver. Haber ver de biz de çalışalım, hünerimizi gösterelim. 

Padişah, ne diyeyim dedi, ne söyliyeyim? Onun yaptığını siz yapamazsınız ki.

Dediler ki: Ey âlemin padişahı, bizi sına da dediğini yapamazsak, hiç olmazsa kendi kadrimizi anlayalım, onun üstünlüğünü bilelim; hasetten de kurtulalım, vesveseden de; ondan sonra da artık kendimizle savaşalım, padişahla değil.

Kim uğradığı derdi, belâyı kendinden bilirse tövbe eder; padişahı adâlet ıssı bilir, öyle över. Bu çeşit kişi aydınlanır, tez kurtulur. 

‘Ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah yüreklerinizde bir hayırlı niyet bulunduğunu bilirse, sizden alınandan daha hayırlısını verir.’

Ey Muhammed, tutsaklara, gam bağlarıyla bağlanmış olanlara söyle, de ki: Hükmü yürüyen Tanrı takdîriyle bana tutsak oldunuz ya; gönlünüzde iyi bir düşünce varsa, ondan önce sahib olduğunuz ve yitirdiğiniz şeyden daha iyisini, daha güzelini verir size. 

Padişah buyurdu ki: O kulunun bir hüneri şudur; boyuna bana bakar, gözünü benden ayırmaz. 

Ey âlemin padişahı dediler, öyleyse tez söyle, bu iş kolay bir iş; bundan sonra gece gündüz boyuna sana bakalım, başka işlerin başına toprak serpelim; bundan daha hoş ne iş olabilir ki?

Bütün beyler buna sevindiler, secde ettiler, silâhlarını çözüp attılar. Kendi kendilerine, bundan böyle silâhımız senin yüzün; düzenimiz senin civârında, senin tapında bulunmak. Haccımız senin kapında, üstünlüğümüz senin tapında dediler. Hepsi de saf düzdü; padişahın yüzüne bakmaya koyuldu.

Padişah onları seyrediyor, kendi kendine diyordu ki: Bir bakır, altın yaldıza batsa da lâf etse ne fayda? A lâfazan kişi, sınayış taşını, ayar taşını gördün mü, rezil oldun gitti. Aşk dâvasında bulunmak kolay; ama ona delîl gerek, burhân gerek. 

Padişah has perdecisinin kulağına, git dedi, davulların dümbeleklerin bulunduğu yerde ne kadar davul, ne kadar dümbelek varsa dama çıkarsınlar, hepsini birden yere atsınlar. 

Buyruğunu yaptılar; âlemi birden bir gürültüdür, bir gümbürtüdür sardı; her yan titremeye koyuldu. O korkunç gürültü kopunca beylerin hepsi yüzünü padişahdan döndürdü, birbirlerine bakmaya başladılar; sanki ne oluyor sarayda diyorlardı. O kulunsa gözü, padişahın yüzündeydi, padişah ne hâl alacak, yüzü değişecek mi, ona dikkat ediyordu. 

‘Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.’

Azîzim, bu hikâye padişahı anlatmıyor; maksad o değil, beylerden maksad da beyler değil. Padişahtan maksad, yüce ve kutlu üstün Tanrı’dır. Bu beylerden maksad da padişahın beyleri değildir, yedi gökün melekleridir. 

‘Allah ne buyurduysa isyân etmezler ve emredildikleri işi işlerler.’ 

Onlara, sizi yeryüzünden menettik, bu iki ıktâ’ yoluyla Âdem’e verdik diye buyruk gelince hepsi, ‘Orda bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini niye yaratacaksın? Biz sana hamdederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede; seni kutlamadayız’ dediler. Bizi menediyorsun, oysa ki biz, gece gündüz ibâdetle meşgulüz, seni tenzîh etmedeyiz, takdîs etmedeyiz dediler. 

Şânı ululansın, Tanrı buyurdu ki: Bu buyruk şu yüzden; onlardan öylesine bir hizmet meydana gelecek, onlar öylesine kullukta bulunacaklar ki siz onu başaramazsınız. 

Melekler, acaba o hizmet nedir ki tertemiz melekler onu başaramayacaklar da suçlara bulanmış Âdemoğulları başaracak dediler. 

İki âlemin Peygamberi, insanların ve göze görünmez yaratıkların öncüsü Muhammed Mustafa, Allah rahmet etsin, esenlik versin ona, Mîrac gecesi, yedi kat gökün görünmemiş şeylerini görünce, bu görünmemiş şeyler ona gösterilince, arş ve kürsî ona arzedilince hiç birine dönüp bakmadı; gözünü Tanrı cemâlinden ayırmadı. ‘Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.’

Hamd önde de Allah’a, sonda da ve Allah’ın rahmeti Muhammed’e ve soyuna sopuna.”