MESNEVÎ’DE YOLCULUK – Cilt I/CCII

Müridin küstâhlık ederek, kâmil velî ne yaparsa yapması lâyık değildir. Çünkü helva, hekime ziyân vermez ama hastaya ziyân verir. Soğuk ve kar, olmuş üzüme dokunmaz, fakat koruğa dokunur. Çünkü koruk, daha kemâle gelmemiştir; yoldadır; “Liyagfire lekellahu ma tekaddeme min zenbike ve ma teahhar” hâline gelmemiştir.

Velî, zehir yese bal olur, fakat tâlib yese aklı kararır zarara uğrar.

2600. Süleyman, “Rabbi hebli” demiş, yâni “Benden başkasına bu saltanâtı verme.”

Yahut, “Benden başkasına bu lütufta, bu ihsânda bulunma” diye niyâz etmiştir. Bu, hasede benzer ama değildir.

“Lâ yenbagî” nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanâtı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme.

Hattâ o, saltanâtta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanâtı, kıldan kıla, baştan başa can kaygısından, baş korkusundan ibârettir.

Baş korkusuyla can ve din korkusu… Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.

2605. Süleyman gibi himmetli birisi gerektir ki bu yüzbinlerce renkten, kokudan vazgeçsin.

Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanâtın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.

Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.

Şefaat edip, “Bana verdiğin bu saltanâtı, kemâl sahibi olanlara da ver.

Bu saltanâtı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.

2610. O, benden sonra kimseye verme hükmüne dâhil değildir; benimledir. Hattâ benimle ne demek, o kişi, dâvâsız, nizâsız benim” dedi.

Bunu anlatmak farzdır, ama biz, yine karıkoca hikâyesine dönüyoruz.

“Liyagfire lekellahu ma tekaddeme min zenbike ve ma teahhar”, yâni “Allah, senin geçmişteki ve gelecekteki bütün suçlarını bağışlar” (Fetih, 2) sırrının mazhârı Mevlevî Hasan Dede, selâm olsun üzerine, sahip olduğu yeşil irşâd postu hakkında şu bilgileri verir: “Yeşil irşâd postu, Niyazi Dede’den sonra Ali Dede’ye, ondan da şeyhim Hakkı Dede’ye ve ondan da fakîre kadar gelmiştir. Yâni yeşil irşâd postunun mânevîyatı çok yücedir. Mevlevîlikte, diğer tarîkatlarda olmayan bir kural vardır. Bizde verilmez, alınır. Çünkü Hazreti Mevlâna’ya göre irşâd, kâmil yâni olgun insanın hakkıdır.” 

İrşâd postunun renginin yeşil olması da tesadüfî değildir, çünkü yeşil renk, tasavvufta ilâhî mertebeyi ve olgunluğu temsil etmektedir. Diğer bir deyişle, kemâlata ermiş olgun insanı, insan-ı kâmili.

“İnsan-ı kâmilin bir ismi de mürşid-i kâmildir” der Hasan Dede, “Mürşidin mânâsı da öğretmen demektir. Mürşid irşâd eder, öğretir. Burada mürşid-i kâmilin önemini çok iyi anlamak gerekir. Bir simyâcı nasıl bir mâdeni alıp altın hâline getiriyorsa, mürşid-i kâmil de bir insanı alıp kötü huylarından arındırıp, onu iyi bir insan hâline getirir. Diğer bir deyişle, değersiz bir mâdeni alıp, misâl olarak bakır gibi, kimyâsını değiştirerek, altın hâline getirir. Bir insan ancak bir mürşid-i kâmile gelir ve tam mânâsıyla kendisini verip teslimiyette durursa, onun yaşamı değişir ve insan ne demektir öğrenir. Mürşid-i kâmillerin görevi kendisine bağlanan yolcusuna kimlik kazandırmaktır, yâni insan olmanın hakîkatlerini öğretmek ve kemâlata ermesini sağlamaktır. Bü yüzden, mürşidin kesinlikle kâmil olması gereklidir; yoksa kendisi kâmil değil, yolcunu nasıl kemâlata erdirecek? Mürşid-i kâmil ile yolcusu arasında, yâni öğrencisi arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürşid eğer kâmil değilse, kendisi yolda kaldığı gibi, öğrencisini de yolda bırakır. Gerçek bir mürşid-i kâmilin bağlı olduğu yer Hazreti Muhammed’dir. Bu nedenle mürşidin bütün dünyevî isteklerden, nefsî arzulardan temizlenmiş olması ve tamamiyle yoklukta durması gerekir, çünkü aksi takdirde, o postun her bir kılı ona karşı birer kılıç olur.”

Yüce Pîr Mevlâna’nın, selâm olsun üzerine, yukarıdaki beyitlerde buyurduğu üzere, “Süleyman gibi himmetli birisi gerektir ki bu yüzbinlerce renkten, kokudan vazgeçsin.”

İşte Hazreti Süleyman bu imtihandan geçti de, “Kâle Rabbigfir lî veheb lî mulken lâ yenbagî li ehadin min ba’dî, inneke entel vehhâb” dedi.

“Süleyman, Rabbim dedi, beni yarlıga ve bana öyle bir saltanât ver ki benden sonra hiçbir kimse nâil olamasın o saltanâta, şüphe yok ki senin vergin, ihsânın, boldur.” (Sâd, 35)

Kasîde:

“Bizim Süleyman ile aramız pek hoş, devler, periler varsın olmasın! Güzelliğin haddi aştı. Edân, cilven olmasa ne olur? 

Ey ömrümün hâsılı, ey benim varım, yoğum! Senin sevgin gönlümün sağlığıdır. Altın gibi değerli olan canım bana yeter. Altın mühürüm varsın olmasın, ne çıkar?

Herkesin gönlüne gelen aşk nasıl bir ateştir? Ona kul köle olmak ne kadar da güzeldir, ne kadar da hoştur. Mülküm, saltanâtım yokmuş, olmasın ne çıkar? 

Sen istersen elini birdenbire işten çek, sözden vazgeç! Dudağını istersen kuru bırak, varsın ıslaklığı hiç olmasın, ben sana minnet etmek istemiyorum. 

Benim canım aşkın canının yüzünden baştan başa aşk mâdeni kesildi. Aşk yolunda yürüyenlere yol arkadaşı olan erkek de, kadın da olmasa ne çıkar? 

Gölgen önümde, arkamda canıma yardımcıdır. Fidanın gölgesi yeter. Meyvesi yokmuş, varsın olmayıversin!”